World Socialist Web Site


Bugün Yeni
Olanlar

Haber ve Analiz
Tarih
Sanat Eleştirisi
Polemikler
Bilim
Bildiriler
Röportajlar
Okur Mektupları

Arşiv

DSWS Hakkında
DEUK Hakkında
Yardım

DİĞER DİLLER
İngilizce

Almanca
Fransızca
İtalyanca
İspanyolca
Portekizce
Lehçe
Çekce
Rusça
Sırp-Hırvat dili
Endonezyaca
Singalaca
Tamilce


ANA BAŞLIKLAR

Dünya ekonomik krizi, kapitalizmin başarısızlığı ve sosyalizmin gerekliliği
SEP/DSWS/TEUÖ bölgesel konferanslarında kabul edilen karar önergesi

Bush, Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya saldırması için yeşil ışık yaktı
Türk-Kürt çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar

Asya’da tsunami: neden hiçbir uyarı yapılmadı

Mehring Books’tan yeni bir kitap: Amerikan Demokrasisinin Krizi: 2000 ve 2004 Başkanlık seçimleri

Livio Maitan (1923-2004):
eleştirel bir değerlendirme

  DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz : Bölgesel haberler : Avrupa Birliği

Yazıcıya hazırla

DSWS Uluslararası Yazı Kurulu toplantısı

Avrupa kapitalizminin içinde bulunduğu çıkmaz ve işçi sınıfının görevleri

2. Bölüm | 1. Bölüm | 3. Bölüm

Uli Rippert
15 Mayıs 2006
İngilizce’den çeviri (13 Mart 2006)

Aşağıda, Dünya Sosyalist Web SitesiUluslararası Yazı Kurulu’nun (UYK) 22-27 Ocak 2006 tarihleri arasında Sydney’de yapılan genişletilmiş toplantısında, Uli Rippert tarafından Avrupa üzerine sunulan üç bölümlük raporun ikinci bölümünü yayınlıyoruz. Rippert Dünya Sosyalist Web Sitesi UYK üyesi ve Almanya’daki Partei für Soziale Gleichheit’ın (Sosyalist Eşitlik Partisi) ulusal sekreteridir.

Uluslararası anlaşmazlıklarda yaşanan artışa işçi sınıfına karşı yürütülen kapsamlı saldırılar eşlik ediyor. Avrupa’da, özellikle son beş - altı yıl boyunca, toplumsal çöküşün muazzam bir ivme kazandığını görüyoruz.

Avrupa Birliği’nin doğuya doğru genişlemesi, bu durumun ortaya çıkmasında önemli bir etken -genişlemenin ne tür etkilerinin olacağı daha 2004 yılında yeni üyelerin Birliğe resmen katıldıkları sırada belliydi. Avrupalı şirketler ellerinin altında, görece sınırlı bir coğrafi alan içinde, birden bire çok büyük bir ucuz ve iyi eğitilmiş işçi kaynağı buldular. Şu anda bu işçiler, bütün Avrupa’da yaşam standartlarını düşürmek amacıyla sistematik bir biçimde kullanılıyorlar.

Avrupa Birliği içinde ücret farklılaşması devasa boyutlarda. İskandinavya, Almanya, İngiltere ve Fransa’da saat ücreti 25 ile 30 avro arasında değişiyor. Polonya’da saat ücreti 5 avro, Baltık devletlerinde ve Slovakya’da 4 avro ve AB’ye katılacak bir sonraki aday ülke olan Bulgaristan’da ise sadece 1,40 avro.

Başlıca Batı Avrupa ülkelerinde, ondan fazla insan çalıştıran şirketlerde ortalama brüt ücretler, ayda 2.500 ile 3.000 avro arasında değişiyor. Bu ücretler Polonya’da 540 avro, Litvanya’da 345 avro ve Letonya’da 208 avro dolayında.

Bu aşağıya doğru giden ücret spirali küçük bir alan içinde gerçekleşiyor. Polonya sınırı, Almanya’nın başkenti Berlin’den yalnızca 100 kilometre, Letonya’nın başkenti Riga ise 1.000 kilometreden biraz daha fazla uzaklıkta. 1.000 kilometre bir mesafe içinde yüzde 90’ın üzerinde bir ücret farklılaşması söz konusu.

Sosyal ve toplumsal yardım ödemeleri -emeklilik, sağlık hizmetleri, sosyal yardım vb.- için harcanan tutarlar arasında da çok büyük farklılıklar var. İsveç, kişi başına yılda 10.000 € harcıyor. Polonya’da, yani İsveç’in 250 km doğusunda bu tutar 1.100 € ve Batlık Denizi’nin diğer yakasındaki Letonya’da 590 €.

Yeni Doğu Avrupalı üye devletlerin büyük bölümünde, Avrupa Birliği’ne katılmalarının ardından, ücretler gerçekte düşüş gösterdi. Resmi AB istatistiklerine göre, Polonya’da 2001 yılında ayda 625 € olan ortalama ücret, 2003’te 536 €’ya geriledi. Bunun bir nedeni, pek çok Polonyalı şirketin, faaliyetini ortalama ücretin 50 € olduğu komşu ülke Ukrayna’ya kaydırmış olmasıdır. Bu tutar, Polonya’daki ortalama ücretin yüzde 10’undan, Batı Avrupa ortalamasının ise yüzde 1,7’sinden daha az.

Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde genel yaşam standardı, henüz kapitalizm yeniden uygulamaya konulmazdan önce dahi Batı Avrupa’dan daha düşük düzeydeydi. Ancak bugünkü korkunç yaşam koşulları her şeyden önce, serbest piyasanın restorasyonunun bir sonucudur. Kapitalist restorasyon üretici kapasitede ve toplumsal altyapıda, daha önce barış zamanında eşi görülmemiş düzeyde bir yıkıma yol açtı.

Bu durum kısa süre önce DSWS’de ele aldığımız bir belgesel filmde dokunaklı ve etkili biçimde sergilendi. Film, kaderleri yüz binlerce insanınkiyle aynı olan, biri Rus doktor diğeri ise Beyaz Rusyalı bir öğretmen olan iki kadının yaşamını anlatıyor. Her iki kadın da bütün yaşamlarını, yanlarında getirdikleri malları yerel bitpazarında satmak için Polonya’nın başkenti Varşova’ya yolculuk yaparak geçirirler.

Doktor, eskiden bir sağlık merkezinin başında olan bir kardiyologdur; şu anda ise düzenli olarak, malları sınırdan kaçak geçirebilmek için, buz gibi soğuk hava koşullarına katlanarak, 4.000 km’lik, 14 gün süren tehlikeli bir yolculuk yapmaktadır. Getirdiği malların satışından her yolculukta en çok 100 dolar para kazanmaktadır. Bu, Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nde, şu anda yaygın olduğu şekilde, zihinsel ve fiziki kaynakların anlamsızca israf edilmesini simgelemektedir.

Toplumsal bölünmenin diğer tarafında, milyonlarca -kimi durumlarda milyarlarca- ABD dolarına sahip olan, pahalı malikanelerde yaşayan, lüks Batılı arabaları kullanan ve Fransız Riveyerası ile İsviçre Alpleri’ndeki en pahalı tatil yerlerinden Amerikalıları bile çıkartmış olan "yeni Ruslar" olgusu yer alıyor. "Yeni Ruslar" eski Sovyetler Birliği’ndeki devlet mallarını yağmalayarak -ki bu modern tarihteki en kapsamlı soygundur - zengin oldular.

Batı Avrupa’da, burjuvazi, halihazırda, işçi sınıfının savaş sonrası dönemde zorlu mücadelelerle elde ettiği toplumsal ve siyasi kazanımlardan geriye kalmış olan her şeyi ortadan kaldırıyor.

Bu toplumsal çöküşün boyutuna ilişkin verilen oldukça sınırlı. İşsizlik, gelir eşitsizliği ve toplumsal eşitsizlik üzerine - kısmen eskimiş - istatistikler var. Sağlık ödemeleri, emeklilik, eğitim ve yerel hizmetlere ayrılan kaynaklarda sürekli olarak yapılan kesintilerin yol açtığı sonuçlarla ilgili hemen hemen hiç bir veri bulunmuyor. Bu kesintiler üniversite düzeyine kadar ücretsiz eğitimin, kamusal olarak finanse edilen kapsamlı sağlık sistemlerinin ve gelişmiş kamusal altyapının yaşam standartlarını belirleyen temel etkenler olduğu bu toplumlarda yıkıcı etkiler yarattı.

AB üyesi 25 ülkenin resmi işsizlik oranı, 2005 yılının Ekim ayında yüzde 8,5 civarındaydı. Ancak, işsizliği ölçme yöntemleri sürekli değiştiği ve rakamlar gerçek işsizliği yansıtmadığı için, bu istatistik pek fazla bir anlam ifade etmiyor. Buna ek olarak, işsizlik oranları, bölgelere göre önemli ölçüde değişmekte: işsizlik oranı İrlanda, İngiltere, Danimarka ve Hollanda’da yüzde 5’in altında, Almanya ve Fransa’da yüzde 10’un biraz üzerinde, Polonya ve Slovakya’da ise neredeyse yüzde 20 oranında seyrediyor.

Resmi işsizlik oranları, kimi yerlerde ve gençler arasında daha da yüksek düzeylere ulaşıyor. Hemen hemen bütün Avrupa ülkelerinde, işsizliğin yüzde 25 ile 40 arasında değiştiği bölgeler bulunuyor. 25 yaşın altındaki bütün Avrupalıların neredeyse beşte biri işsiz; Polonya’da bu oran yüzde 38.

Bu rakamlar, toplumsal gerilemenin gerçek düzeyinin yalnızca sınırlı bir yansımasıdır. Stajyerlik ve gönüllü çalışma gibi, istatistiklerde yer almayan, insanların ücretsiz ya da çok düşük ücretlerle çalıştırıldığı yeni çalışma biçimleri bir kanser gibi yayılıyor. Bu konuda Avrupa’da öncülük yapmakta olan Hollanda’da, erkek işçilerin yüzde 21’i ve kadın işçilerin yüzde 74’ü yarı-zamanlı, buna uygun olarak düşük gelir getiren işlerde çalışıyor.

Hatta artık bir üniversite diplomasına sahip olmak da, bırakın iyi ücretle iş bulmayı, bir işe girmeyi bile garanti etmiyor. İyi eğitilmiş geniş bir üniversite mezunları kesimi proleterleşiyor -bu, hareketimizin gelişimi açısından oldukça önemli bir gerçek.

2001 yılında, AB’nin doğuya doğru genişlemesinden önce, AB nüfusunun yaklaşık olarak yüzde 15’i ya da 68 milyon insan yoksulluk içinde yaşıyordu. Bundan en fazla etkilenenler çocuklar ve kadınlardı. İlk sırada, yüzde 20’lik yoksulluk oranıyla İtalya yer alıyordu.

Durum, geniş bölgelerinde katlanılmaz yaşam koşullarının hüküm sürdüğü yeni üye ülkelerde çok daha kötü. Baltık ülkelerinde, ailelerin üçte birinden fazlası uygun olmayan koşullarda yaşıyor. Yüzde 20 ile 25’i arasında değişen bir kesimi rezervuarlı bir tuvaletten yoksun. Bu oran, AB üyeliğine aday ülkeler olan Bulgaristan ve Romanya’da sırasıyla yüzde 30’a ve yüzde 39’a yükseliyor.

Giderek kötüleşen yoksulluk ve işsizlik, intiharlarda ve mahkum sayılarında artışa yol açtı. Şimdilerde intihar 15 ile 30 yaş arası genç erkekler arasındaki ikinci en yaygın ölüm biçimi haline gelmiş durumda. 400.000 insan Avrupa hapishanelerinde çürüyor. Bu sayı, ABD’deki iki milyon mahkumdan daha az olmakla birlikte, bir kaç yıl öncesine göre dikkate değer biçimde fazladır. Fransa’da, mahkumların sayısı 1981’de 40.000’den 2000 yılında 56.000’e çıktı ve bu rakamın 2010 yılında 70.000’e ulaşacağı tahmin ediliyor. Hollanda’da hapishanelerdeki insanların sayısı, 1990’dan bu yana ikiye katlandı.

Sınıf çatışmaları

Yoğun toplumsal çelişkiler ifadesini, yalnızca işçi sınıfı sosyal demokrat ve Stalinist bürokrasinin on yıllarca süren egemenliğinin ardından hiçbir tür bağımsız siyasi yönelişe sahip olmadığı için devrimci çatışmalara dönüşmeyen, ardı ardına gelen şiddetli sınıf çatışmalarında buldu.

Özet bir değerlendirme geçtiğimiz bir kaç yıl boyunca yaşanan bu mücadelelerin yoğunluğunu gösterecektir. Ben sadece tek bir ülkede, İtalya’da, 2001 yılının ilkbaharı ile 2004 yılını ilkbaharı arasındaki, Berlusconi hükümetinin görevde olduğu ilk üç yıllık dönemi seçtim.

2001 yılının Temmuzu’nda, Berlusconi’nin iktidara gelmesinden yalnızca iki ay sonra, 100.000 kişi, Cenova’da G8 zirvesine karşı gösteri düzenledi. Polisin vahşice saldırılarının ardından bir gösterici vuruldu.

Bunu izleyen 2002 yılı, bir siyasi ve toplumsal protesto dalgasına tanık oldu:

* Mart ayında, Roma’da yarım milyon insan, hükümet tarafından "anayasal devletin adım adım içinin boşaltılmasına" karşı gösteri yaptı. Bu gösteri, resmi muhalefet ya da sendikalar tarafından değil sanatçılar ve aydınlar tarafından düzenlenmişti.

* İki hafta sonra, bütün İtalya’da, refah devletinin parça parça yok edilmesine karşı iki milyon kişi gösteriler düzenledi.

* Nisan ayında, 13 milyon işçi, işten çıkarmalara karşı koruma sağlayan yasaları savunmak için yapılan genel greve katıldı.

* Ekim ayında, 13 milyon kişi bir diğer genel greve katıldı ve bir milyon kişi Roma’da, Torino’da ve diğer şehirlerde sokaklara çıktı. Fabrikalar, istasyonlar ve otoyollar işgal edildi.

* Sonbahar boyunca, 300.000 işin ortadan kaldırılmasına karşı protestolar, grevler, gösteriler ve işgaller yapıldı.

Bir sonraki yıl, 15 Şubat 2003’te, Roma’da, Irak savaşına karşı Avrupa’daki en büyük gösteri gerçekleştirildi. Üç milyon kişi, Berlusconi hükümetinin savaşa verdiği desteği protesto etti. Yine, Nisan ayında, yüz binlerce kişinin katıldığı savaş karşıtı gösteriler yapıldı.

2003 yılının Ekim ayı, bu kez emeklilik hakkının savunmak için yapılan ve yaklaşık olarak 10 milyon kişinin katıldığı bir başka genel greve tanık oldu.

2004 Martı’nda, Irak savaşının yıl dönümünde, bir milyon insan bir kez daha Roma sokaklarına çıktı.

Ben burada duracağım; liste kolaylıkla daha da uzatılabilir. Bu özet değerlendirme, gerçekleşmiş olan toplumsal ve siyasi protestoların yoğunluğunu ve boyutlarını açıkça ortaya koyuyor.

Gerçekleştirilen grev ve protesto gösterisi listesinin İtalya’dakilerden bile daha uzun olduğu Fransa’da da benzer bir durum söz konusu. Ayrıntılara girmeyeceğim. Ancak size -grevlerde yitirilen işgünlerinin sayısına ilişkin- ilginç bir istatistik verebilirim.

1995, 2,1 milyonu özel sektörde ve 3,7 milyonu kamu sektöründe olmak üzere, grevlerde kaybedilen toplam 5,8 milyon iş günü ile rekor bir yıl olmuştu. Bu, bir sonraki yıl istifa etmek zorunda kalıp yerini Sosyalist Parti’nin önderi Lionel Jospin’in başkanlığında bir sol koalisyona bırakan Alain Juppé’nin başında bulunduğu muhafazakar hükümete karşı kitlesel gösteriler ve grevler yılıydıdı.

Başlangıçta, Jospin hükümeti altında, grevlerin düzeyi epeyce azaldı -1997 yılında sadece yarım milyon işgünü yitirildi. Ancak, Jospin seçim vaatlerini yerine getirmekte aciz kalınca, grevlerin ve protestoların sayısı hızla yeniden arttı. 2000 yılında, grevler nedeniyle yitirilen işgünü sayısı 3,1 milyona yükseldi. 2002’de, Jospin başkanlık seçimlerini kaybetti ve muhafazakarlar yeniden iktidara geldiler.

Fransa, o günden bu yana, daha az sayıda grev yaşanmış olmasına karşın, güçlü bir siyasi seferberliğe tanık oldu. 2002 yılında yapılan başkanlık seçimi sırasında bütün ülke, haftalarca, seçimin ikinci turuna kalmayı başarmış olan Jean Marie Le Pen’in Ulusal Cephe’sine karşı yapılan gösterilerle sarsıldı. Geçtiğimiz yıl, Fransız seçmenlerinin Avrupa anayasasını yapılan bir referandumda ret ettiğine tanık oldu. Geçtiğimiz sonbaharda, işsiz gençlerin birikmiş öfkesi, düş kırıklığı ve kızgınlığı patlayarak, bir kaç gün gibi kısa bir süre içersinde 250 şehre yayıldı. Protestolar, üç hafta sonra, ancak çok büyük sayıda polisin konuşlandırılmasıyla durdurulabildi.

Geçtiğimiz bir kaç yıl içinde, Almanya’da da kayda değer bir toplumsal seferberlik yaşandı. Bu protesto gösterileri, katılımcı sayısı bakımından İtalya ile Fransa’dakilerden daha küçüktüler. Bu, ülkenin siyasi geleneklerinin ve hukuk sistemine işlenmiş olan korporatist yapılarının, sendikalar için bu türden hareketleri kendi denetimleri altına almasını kolaylaştırmasıyla ilişkilidir. Ancak Almanya da bir dizi olağanüstü gelişmeye tanık oldu.

2004 yılının ilkbaharında, SPD-Yeşiller hükümeti tarafından sosyal harcamalarda uygulamaya konulan kesintilere karşı yapılan gösterilere 500.000 kişi katıldı. Bu, gösteriyi düzenleyenlerin beklentisinin iki katıydı. Aynı yılın yazında, hükümetin çalışma yaşamına ilişkin "Hartz" reformlarına karşı, sendikalardan ve siyasi partilerden bütünüyle bağımsız biçimde bir dizi gösteri gerçekleşti. Haftalar boyunca, on binlerce insan, her Pazartesi günü sokaklara çıktı. Biz o sırada bu gösterileri, "toplumun derinliklerinde bir şeylerin harekete geçtiğinin açık bir işareti" olarak değerlendirmiştik.

Siyasi deneyimler

Bütün bu toplumsal mücadelelerin, sendikalar ya da reformist partiler tarafından, amaçlarına ulaşamadan, şu ya da bu biçimde ihanete uğradığını ya da başsız bırakıldığını belirtmek hiç abartılı olmayacaktır. Yine de bu toplumsal mücadeleler önem taşıyor: milyonlarca işçi ve genç önemli siyasi deneyimlerden geçtiler.

Bu toplumsal saldırıyı, eski örgütlerinin -reformist ve Stalinist partilerin ve sendikaların- önderliği altında durduramayacaklarını gördüler. Düzenin siyasi partilerini, izledikleri yolu değiştirmeye zorlama yönündeki bütün çabalar sonuçsuz kaldı.

Egemen sınıf, protestoların baskısı altında, taktik olarak geri adım attığında, bu yalnızca yeni, hatta daha keskin saldırılara girişmek içindi. Halk baskısının, sözde "sol" bir hükümetin seçilmesiyle sonuçlandığı yerlerde, bu hükümetler sağcı seleflerinin saldırılarını yoğunlaşmış bir biçimde sürdürdüler. Bir zamanlar, işçi sınıfının çıkarlarını temsil ettiklerini iddia eden eski örgütler kendilerini burjuva düzeninin egemenlik aygıtıyla tamamen bütünleştirdiler. "Sol" ve "sağ" terimleri siyasi olarak önemsiz hale geldi.

Düzenin siyasi partileri toplumsal mücadelelerin artışına, saflarını sıklaştırarak ve daha sağa kayarak tepki verdiler. Almanya’daki -SPD ile muhafazakar Hıristiyan Demokratik partilerinden oluşan- büyük koalisyon hükümeti, bu sürecin belirtisidir.

Egemen sınıf Avrupa’nın her yerinde, geniş kitlelerin katıldığı protestolara devlet aygıtının gücünü arttırarak tepki verdi. "Teröre karşı mücadele", Hitler rejiminin çöküşünden bu yana demokratik haklara yönelik en kapsamlı saldırılar için bir incir yaprağı haline gelmiş durumda.

Fransa’da, Jacques Chirac hükümeti, Paris varoşlarında kısa süre önce yaşanan isyanlara, Cezayir savaşı yıllarından kalma bir yasayı yeniden uygulamaya koyarak ve üç ay süreyle olağanüstü hal ilan ederek karşılık verdi. Almanya’da siyasi seçkin erken seçimlere gidebilmek ve bir hükümet değişikliği gerçekleştirebilmek için kendi anayasasını, ancak "buz gibi bir hükümet darbesi" olarak tanımlanabilecek bir biçimde kenara itti. İtalya’da, Berlusconi, seçim yasasını keyfi bir biçimde değiştirdi ve bir başkanlık diktatörlüğü kurmanın anayasal koşullarını yarattı.

Avrupa’daki güncel siyasi durumun kavranması, sosyal reformizmin bütün biçimlerinin -sendikaların, sosyal demokrasinin ve çeşitli Stalinist ve küçük burjuva radikal partilerin- toptan iflasının anlaşılmasından geçiyor. Bu açıdan, işçi sınıfı, geçtiğimiz yıllar boyunca önemli deneyimlerden geçti. Ancak, sosyalist bilinç, otomatik olarak bu deneyimlerden ortaya çıkmaz.

Bu deneyimleri genelleştirmek, siyasi bilinci yükseltmek ve gerekli siyasi sonuçları çıkartmak bizim görevimiz. Toplumsal ve demokratik haklara yönelik saldırılar, yalnızca, işçi sınıfının uluslararası, sosyalist bir programı temel alan, bağımsız siyasi hareketi tarafından geri püskürtülebilir. Böyle bir hareketin önkoşulu, sosyal reformizmin bütün biçimlerinden örgütsel, siyasi ve ideolojik bir kopuştur.

Lev Trotskiy,Rus Devriminin Tarihi’nin girişinde kitlelerin devrimci gelişimi için gerekli olan toplumsal ve psikolojik koşulları anlatır.

"Bir devrim döneminde kitlelerin bakış açısında ve ruh halinde görülen hızlı değişimler, insan aklının esnekliğinden ve hareketliliğinden değil, fakat tam tersine, onun derin tutuculuğundan kaynaklanır. Yeni nesnel koşulların gerisindeki düşünce ve ilişkilerin belirli bir ana kadarki kronik gecikmesi, bu nesnel koşullar halkın üzerine bir felaket biçiminde çöktüğünde, bir devrimci dönemde, düşünce ve duygularda bir sıçrama anı oluşturur…"

Ve ekler: "Kitleler devrime, hazır bir toplumsal yeniden yapılanma planıyla değil, fakat eski rejime katlanamayacaklarına dair keskin bir duyguyla girişirler. Yalnızca bir sınıfın önder kesimleri bir siyasi programa sahiptir ve hatta bu bile olaylar tarafından sınanmaya ve kitlelerin onayını almaya gereksinim duyar. Bu şekilde devrimin temel politik süreci, toplumsal krizden kaynaklanan sorunların bir sınıf tarafından aşamalı biçimde kavranmasından - kitlelerin ardışık kestirimler yöntemiyle aktif yönlendirilmesinden - oluşur." [3]

Avrupa’daki toplumsal ve siyasi durum, işçi sınıfının geçtiğimiz yıllarda edindiği deneyimlerden hareketle tahlil edildiğinde, böyle bir döneme doğru gittiğimiz açıkça görülür. "Kitlelerin eski rejime katlanamayacaklarına dair taşıdıkları keskin duygu" her yerde ve her an karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda Sosyalist Eşitlik Partisi’nin, geçtiğimiz sonbaharda yapılan Bundestag seçimlerinde aldığı 15 bin oy, ortaya çıkmakta olan radikalleşmenin açık bir işaretidir.

Önümüzdeki dönemde, güçlerimizin ve etkimizin kuvvetli bir biçimde genişleyeceğini ve siyasi olaylarda önemli bir etken haline geleceğimizi öngörebiliriz. Bu tür bir gelişmenin önkoşulu, hüküm sürmekte olan siyasi baskılara uyarlanmamamız ya da reformist ve merkezci kavrayışlara teslim olmamamızdır.

Devamı var

Notlar:
3. Lev Trotskiy, Rus Devriminin Tarihi, Önsöz.

Aynı zamanda bakınız
Birinci Bölüm
(6 Mayıs 2006)
İkinci Bölümün İngilizce orijinali
( 14 Mart 2006)

 

Sayfanın başı

Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.



Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır