Tarih Sanat Eleştirisi Polemikler Bilim Bildiriler Röportajlar Okur Mektupları DSWS Hakkında DİĞER DİLLER ANA BAŞLIKLAR Asyada tsunami: neden hiçbir uyarı yapılmadı Mehring Bookstan yeni bir kitap: Amerikan Demokrasisinin Krizi: 2000 ve 2004 Başkanlık seçimleri |
DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz : Seçim haberleri : 2004 AB seçimleri
Alman SEPinin seçim bildirgesi: Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri için25 Mayıs 2004Aşağıda yer alan bildirge Partie für Soziale Gleichheit (Sosyalist Eşitlik Partisi) tarafından Avrupa Parlamentosu seçimlerine yönelik olarak yayımlandı. PSG, Almanyada 13 Haziranda yapılacak olan seçimlere bir aday listesi çıkartarak katılıyor. Bu seçim bildirgesi ayrıca farklı dillere de çevrilecek ve kampanya Britanyadaki Sosyalist Eşitlik Partisi ve uluslararası düzeyde bizi destekleyen diğer taraftarlarımızla işbirliği içinde, Avrupadaki bütün ülkelere taşınacak. 1. Partie für Soziale Gleichheitın amaçları Partie für Soziale Gleichheit (PSG) 13 Haziranda yapılacak olan Avrupa seçimlerine enternasyonalist sosyalist bir programı temel alarak katılıyor. Bizim seçim kampanyamız emeklileri, işsizleri ve gençleri de içerecek biçimde emekçi kesimlerin çıkarlarını temsil eden yeni bir partinin temellerini oluşturmayı amaçlıyor. Milyonlarca insan mevcut siyasi durum karşısında endişe duyuyor ve bu durumdan kurtulabilmek için bir çıkış yolu arıyor. Irak savaşı geçtiğimiz yüzyılın çözümlenmemiş sorunlarının yeniden patlak verdiğini gözler önüne serdi. Sanki dünya daha önce 1914 ile 1945 yılları arasında yaşanmış olan olayları hiç yaşamamış gibi, bir kez daha artan işsizliğin ve kitlesel yoksulluğun, demokratik hakların yok edilmesine ve artan militarizme eşlik ettiğine tanık oluyoruz. Sosyal demokrat partiler bütün çekinceleri bir kenara bırakarak, kendisini acımasızca zenginleştiren ve toplumu yağmalayan bir avuç seçkinin yürütme aygıtı haline geldiler. Artık sosyal demokrat partilerin politikaları sağcı burjuva partilerininkinden hiçbir farklılık göstermiyor. Bizler sosyal demokrasinin siyasi iflasına karşısında, onunkinden bütünüyle farklı bir ilke öneriyoruz. Bizim için en önde gelen şey halkın ihtiyaçlarıdır ve bizler bütün gücümüzle toplumsal eşitlik ve adalet ilkelerini temel alan bir toplumun kurulması için çaba gösteriyoruz. Bizler bütçe kesintileri ile tehdit edilen bütün toplumsal kazanımları –emeklilik haklarını, sağlık hizmetlerini, eğitimi, istihdamı ve güvence altına alınmış gelir hakkını- savunuyoruz. Bizler temel demokratik haklara yapılan saldırılara karşı çıkıyoruz ve savaşı ve militarizmi reddediyoruz. Bu amaçların gerçekleştirilebilmesi, özünde sosyal demokrasininkine zıt bir siyasi programı gerekli kılıyor. * Bu amaçlar ulusal çerçeve içinde kalınarak gerçekleştirilemez; bu amaçların gerçekleştirilmesi emperyalizme karşı dünya çapında bir hareketin oluşturulmasını gerektirmektedir. Dünya ekonomisinin bütünleşmesi ve karşılıklı bağımlılığın ulaştığı düzey sosyal demokrasinin reformist politikalarının iskeletini oluşturan temelleri ortadan kaldırdı. Modern ekonomik yaşama egemen olan ulus-ötesi şirketlerin ve uluslararası mali kuruluşların karşısında eski işçi örgütlerinin yönelişinin –ulusal sanayinin ve ulusal emek piyasasının savunulması- etkisiz kaldığı ortaya çıktı. Bu, evrensel düzeyde yaşanan sağa kayışın nedenlerini açıklamaktadır. Bu örgütler geçmişte işçiler lehine kimi ödünler sağlayabilmek için işverenler ve hükümetler üzerinde baskı kurarlarken, şimdilerde işverenler lehine ödünler sağlayabilmek ve bu yolla sermaye için daha cazip koşullar yaratabilmek için işçiler üzerinde baskı kuruyorlar. ABD hükümetinin zora başvurarak dünyayı kendi egemenliği altına alma girişimi dünya ekonomisi ile ulus devlet arasındaki uyuşmazlığın en keskin ifadesidir. Küresel ekonomi ulusal egemenliğe tahammül edemez. Irakın işgali, dünyayı yeniden bölüşmeye ve kapitalist yağmanın ve sömürünün en acımasız biçimlerine dayanan yeni bir dünya düzeni kurmaya yönelik ilk girişimdir. Ulus devletin ve ulusal çıkarların savunusunun kuyruğuna takılmak küreselleşmeye ve savaş tehlikesine karşı bir cevap oluşturmuyor. Bu gerçekleştirilemez olduğu ölçüde gerici bir tutumdur. Küreselleşmeye ve savaş tehlikesine karşı ulus devletin ve ulusal çıkarların savunusunu yapmak haklar arasındaki atmosferi zehirler, ulusal ve etnik gerilimleri körükler ve ticaret savaşına ve savaşa yol açar. PSG başka bir çözüm yolunu, emperyalizme ve savaşa karşı mücadeleyi toplumsal sorunların çözümüyle ilişkilendiren dünya ölçeğinde bir emekçiler hareketinin inşa edilmesini savunuyor. PSG, halkların ulusal, etnik ya da dinsel ayrımlar temelinde bölünmelerine karşı çıkıyor. Avrupa Birliğine –bankaların ve şirketlerin Avrupasına- karşı bizler Avrupa Birleşik Sosyalist Devletlerinin kurulması gerektiğini öne sürüyoruz. Seçimde sadece Almanyadan aday gösteriyor olmamıza karşın bizim seçim kampanyamız Avrupada yaşayan bütün insanlara sesleniyor. PSG, bir dünya partisinin, Dördüncü Enternasyonalin Uluslararası Komitesinin Almanya seksiyonu olarak, kardeş örgütleri, Britanyadaki ve Amerika Birleşik Devletlerindeki Sosyalist Eşitlik Partisi (SEP) ile sıkı işbirliği içinde hareket ediyor. SEP ABDde bu yıl yapılacak olan başkanlık seçimlerine, Cumhuriyetçilere ve Demokratlara karşı kendi adayları ile katılıyor. * Toplumsal kazanımların ve demokratik hakların savunusu ekonomik yaşamın sosyalist ilkeler doğrultusunda yeniden örgütlenmesini gerektirir. Demokratik Alman Cumhuriyetinin (Doğu Almanya) ve Sovyetler Birliğinin yıkılmasının ardından geçen on yıllık süre içinde "serbest piyasa"nın insanlığın acil sorunlarına hiçbir yanıt veremediği açıkça ortaya çıktı. Toplumsal yaşamın bütün veçhelerini piyasanın ve kâr sisteminin yasalarına tabi kılmak, her yerde yıkıcı sonuçlara yol açtı. Doğu Avrupada ve eski Sovyetler Birliğinde kapitalizm koşullarının uygulamaya konulması, daha önce barış dönemlerinde benzeri görülmemiş türden bir kültürel ve toplumsal gerilemeyle sonuçlandı. Bu ülkelerde toplumsal altyapı dağılırken ve milyonlarca insan kıt kanaat geçinirken, bir avuç oligark hesapsız bir serveti elinde tutuyor. Afrika ve Asyadaki bütün ülkeler yoksulluğa ve kaosa gömülüyor. Önde gelen kapitalist ülkelerde geçmiş dönemlerde elde edilmiş olan sosyal kazanımlar dur durak bilmeyen bir saldırıya tabi tutuluyor. Zenginle yoksul arasındaki uçurum daha da derinleşiyor. Sosyal demokrasi kapitalizmi savunuyor oluşunu her zaman için bu sistemin işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda reforme edilebileceğini iddia ederek haklı çıkarmaya çalışırdı. Bugün ise Almanyanın Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ve diğer Avrupa sosyal demokrat partileri toplumsal kazanımlara ve demokratik haklara yönelik saldırılara öncülük ediyorlar ve muhafazakar karşıtlarından ayırt edilemez hale gelmiş durumdalar. PSG ekonomik yaşamın sosyalist dönüşümünden yana. Ekonomik yaşamın öncelikleri zengin kapitalist azınlığın çıkarları doğrultusunda değil, toplumun ihtiyaçları doğrultusunda belirlenmelidir. Modern teknolojinin gösterdiği muazzam gelişim, toplumun bütün temel sorunlarının –yoksulluk, geri kalmışlık ve çevrenin tahrip edilmesi gibi- çözümünü mümkün kılan temelleri oluşturmuş durumda. Ancak bu, söz konusu olanakların bilinçli bir biçimde, ortak çıkarlar için kullanılmasını ve kaotik kâr maksimizasyonu ilkesine terk edilmemesini gerektiriyor. Bu amaçla, modern ekonominin manivelaları –bankalar ve büyük şirketler- sosyalist mülkiyete dönüştürülmeli ve demokratik denetim altına alınmalıdır. PSG, Sovyetler Birliğinin dağılmasının ortaya koyduğu dersleri kendisine temel olarak alıyor. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte başarısızlığa uğrayan planlama ilkesi değil, ayrıcalıklı bir bürokrasinin, despotik yöntemlere başvurarak, bir ülkenin sınırları içinde sosyalist olduğu varsayılan bir toplum kurma girişimiydi. İşçi demokrasisi ve dünya ekonomisinin kaynaklarına erişim sosyalist bir toplumun inşasının vazgeçilmez önkoşullarıdır. PSG, bu tutumu Sovyetler Birliğinin ortadan kalkmasından bu yana geliştirmedi; PSG, bütün tarihi boyunca bu tutumu savundu. PSG, kendisini Lev Trotskiyin önderliğinde 1923den bu yana Stalinist bürokrasiye ve onun milliyetçi bakış açısına karşı mücadele veren Sol Muhalefet geleneğinin içinde görüyor. * Sosyalist bir programın gerçekleştirilmesi emekçilerin geniş kesimlerinden oluşan, siyasi olarak bilinçli bir hareketi gerektirir. Sosyalizm bürokratik egemenlikle bağdaşmaz. Gerçek toplumsal ilerleme ancak geniş halk kitlelerinin toplumsal ilişkilerin örgütlenmesine aktif olarak katılmalarıyla ve bu ilişkileri demokratik olarak denetlemeleriyle sağlanabilir. Bunun aksine, hem Stalinizm hem de sosyal demokrasi, işçi hareketinin yaratıcı ve tarihsel geliştirici gücünün bürokratik aygıtlarca boğulduğu bir geleneği temsil ediyorlar. Toplumsal reformlar dönemlerinde bile sosyal demokrat partiler tabanda yer alan üyelerinin siyasi olarak önlerini kapattılar. Bugün ise bu insanlar, otokratik aygıtların, kendilerini her türlü demokratik sorumluluktan muaf sayan görevlileri olmaktan başka bir şey değiller. PSGnin sosyal demokrasinin işçi hareketi üzerindeki bu felç edici etkisini ortadan kaldırmayı hedefliyor. Bizler reformist partilerin üzerinde, bu partilerin kendilerini reforme etmelerini ya da bu partilerin ilerici olduğu ileri sürülen kesimlerinin partilerinden kopmalarını sağlamak için, baskı kurmak gerektiğini öne süren görüşleri reddediyoruz. Böyle bir amaç bu partilere sol bir ambalaj sağlayacak ve demoralize edici etkilerinin süresini yapay bir biçimde uzatacaktır. Avrupada yaşayan milyonlarca insan düzen partilerinin kendilerini herhangi bir çıkış yolu göremedikleri çıkmaz bir sokağa yönelttiğini hissediyorlar. Bu insanlar kızgınlıklarını sayısız protesto, grev ve gösteri ile ifade ettiler. Bu geniş kesimleri içine alan muhalefeti ancak berrak bir siyasi perspektif etkili bir siyasi hareket haline getirebilir. Bu ise mevcut krizin nedenlerini ve itici güçlerini ve yirminci yüzyılın siyasi derslerini anlamayı ön gerektirir. Bizim seçim kampanyamız bu sorunlarla ilgili geniş kapsamlı bir tartışmayı başlatılmayı amaçlıyor. Bizler amaçlarımızla hemfikir olan herkese PSGnin seçim kampanyasını desteklemeleri için çağrıda bulunuyoruz. Seçim manifestomuzu dağıtımı sağlayın, seçim manifestomuzu tartışmak için PSG adayları ile toplantılar düzenleyin, seçim kampanyamızın başarısı için parasal olarak destek sağlayın. 2. Irak savaşının dersleri Irak savaşı iki konuyu birdenbire kamuoyunun gözleri önüne seriverdi: ABD uluslararası istikrarı sağlayan etkeni olmaktan çıkmış, en önemli istikrarsızlık etkeni haline gelmiştir; ve Avrupalı hükümetler Amerikan emperyalizmine ciddi bir biçimde karşı çıkma yeteneğinden bütünüyle yoksun durumdadır. Savaş sonrası dönemin uluslararası kurumları ve uluslararası hukukun normları büyük ölçüde Amerikanın girişimleri ile oluşturulmuştu. ABD o tarihlerde de bencillikten uzak duran bir tavır içinde olmamıştı. Batı dünyasının pasifize edilmiş olması, Amerikan sermayesinin büyümesini desteklemiş ve Soğuk Savaş sırasında Batı kampını Sovyetler Birliğine karşısında güçlendirmişti. Mamafih, Amerikanın girişimleri uluslararası ilişkilerde belirli bir istikrar ve öngörülebilirliği de sağlamıştı. Irak savaşı ile birlikte ABD tartışmayı gerektirmeyecek bir netlikle bu uluslararası kurumları ve düzenlemeleri kale almayacağını ortaya koydu. ABD kendi çıkarlarının peşinde koşarken sadece kendi askeri gücüne bel bağlıyor. Aynı zamanda ABDnin Irakı egemenliği altına alışının sadece bir ilk adım olduğu da şüpheye yer bırakmayacak kadar açık. Nihai amaç bütün bölgeyi yeniden düzenlemek ve Amerikan sermayesinin ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir dünya düzeni kurmak. Amerikanın yeni önleyici savaş doktrinin esası budur. Avrupa bu duruma kendisini silahlandırarak tepki veriyor. Irak savaşı karşısında ne tavır almış olurlarsa olsunlar, Avrupalı hükümetler küresel düzeyde müdahaleler yapabilmelerini ve kendi önleyici savaşlarını yürütmelerini sağlayacak bağımsız bir silah sanayine ve kendi askeri güçlerine sahip olmaları gerektiği konusunda fikir birliği içindeler. Böylelikle yirmi birinci yüzyılın başı, giderek, Avrupayı ve dünyanın geniş kesimlerini harap eden iki dünya savaşının yaşandığı yirminci yüzyılın başlarını andırmaya başladı. Yaşanan iki dünya savaşının nedeni, ulus devletin, bütün dünyayı kuşatan bir ekonomik sistemle olan bağdaşmazlığıydı. Dönemin önde gelen Marksistleri bunu çok iyi anlamışlardı. Birinci Dünya Savaşının başlarında Lev Trotskiy şöyle yazmıştı: "Bu savaşın nesnel mantığı mevcut ulusal ekonomik merkezlerin, dünya ekonomisi adına ortadan kaldırılmasına dayanıyor. Emperyalizm bu işi bütün üretken insanların bilinçli bir biçimde örgütledikleri bir işbirliği temelinde yapmaya çalışmaz; bu işi savaştan zaferle çıkmış olan, bu savaşla sadece büyük bir güç değil, bir dünya gücü haline gelmeye çalışan ülkenin kapitalist sınıfının, dünya ekonomisini sömürmesi temelinde yapmaya çalışır." Dünya ekonomisi ile ulus devlet arasındaki çelişkinin iki olası çözümü var: Kapitalist yol –dünyayı en kuvvetli emperyalist gücün egemenliği altında yeniden düzenlemek- ve sosyalist yol –sosyalist bir temelde bütün halkların planlı işbirliği ile ulus devleti aşmak. Almanya 1914de, kıtanın en dinamik ekonomik gücü olarak, Avrupayı yeniden düzenlemeye çalıştı ve bütün kıtayı bir kan gölüne çevirdi. Diğer olasılık ise Rusyada Ekim Devrimi tarafından ortaya konuldu. İktidarı ele geçiren Bolşevikler derhal savaştan çekildiler ve Avrupanın bütün işçileri arasında muazzam bir popülarite kazandılar. Ancak Sovyetler Birliği yalıtıldı ve Stalinin yönetiminde yozlaştı. Bu yozlaşma ve Alman işçi hareketinin yaşadığı yenilgiler Almanyayı 1939da Avrupayı egemenliği altına almak üzere ikinci kez girişimde bulunacak konuma getirdi –bu girişimin sonuçları ilkinden daha da felaketli oldu. Daha sonra, İkinci Dünya Savaşının yıkıntılarının arasından, savaştan zaferle çıkmış olan gücün, ABDnin önderliğinde, görece istikrarlı bir dünya düzeni kuruldu. Ancak bu düzen dünya ekonomisi ile ulus devlet arasındaki temel çelişkileri ortadan kaldırmamıştı. Uzun bir süre Sovyetler Birliği ile sürdürülen Soğuk Savaş emperyalist güçlerin kendi aralarındaki çelişkileri yumuşattı, ancak SSCBnin dağılmasının ardından bu çelişkiler yeniden, artan bir şiddetle patlak veriyor. Irak savaşı bu anlamda bir dönüm noktasına işaret ediyor. Amerikan kapitalizminin krizi Irak savaşının doğrudan sorumluluğu Başkan George W. Bush ve çevresindeki sağcı kliğe ait, ancak bu savaşın toplumsal ve ekonomik kökleri çok daha derinlere uzanıyor. Egemen seçkin, Amerikanın ve uluslararası kapitalizmin yaşamakta olduğu önemli bir krize tepki veriyor. Beyaz Sarayda bulunan kişinin değiştirilmesi –Demokratların savaşa neredeyse oy birliği ile verdikleri desteğin de ortaya koyduğu şekilde- Amerikan politikasının doğrultusunu değiştirmeyecektir. Savaş yalanlarının arkasında, Amerikan sermayesinin, yaşanan ekonomik gerilemeyi askeri güç kullanarak aşma çabası yatıyor. ABD, Soğuk Savaştan tek askeri süper güç olarak çıktı. Hali hazırda dünya çapında yapılan askeri harcamaların yüzde 40ına yakını ABDye ait. Buna karşılık ABDnin dünya ekonomisi içindeki göreli ağırlığı uzun zamandır geriliyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD en önemli sanayi ürünlerinin üçte ikisini üretiyordu, ancak o zamandan bu yana Avrupa Birliği, Japonya, Doğu Asya ve Çin bu ülkenin ciddi rakipleri haline geldiler. Aynı zamanda ABD dünya ekonomisinin kaynaklarına her zaman olduğundan çok daha fazla bağımlı hale gelmiş durumda. 400 milyar dolarlık bir dış ticaret açığı, 3 trilyon dolarlık bir dış borç ve 500 milyar dolarlık bütçe açığı Amerikan kapitalizminin gittikçe asalaksılaşan karakterini açığa vuruyor. Taze sermaye akışının azalması durumunda bir kalp krizinin yaşanması tehlikesi her zaman için mevcut. Bush yönetimi Irak savaşında üç hedefin peşinde: dünyanın ikinci en büyük petrol rezervlerinin denetimini ele geçirmek; Ortadoğuda kendisine Avrupadaki ve Asyadaki rakiplerine karşı çok önemli stratejik avantajlar sağlayacak olan yeni askeri üsler kurmak; ve dikkatleri ABD içinde artmakta olan toplumsal ve siyasi gerilimlerden başka bir yere çekmek. Bu gerilimler çok muazzam bir yoğunluğa ulaştı. ABDde zengin ile yoksul arasındaki uçurum pratik olarak dünya üzerindeki herhangi bir ülkeden çok daha derin. Toplumun üst kesimleri 1990larda borsada yaşanan hızlı yükseliş döneminde muazzam servetler elde ederken, toplumun en düşük gelir elde eden kesimlerinde yoksulluk, açlık ve evsizlik arttı, kamu eğitim sistemi çöküyor ve 44 milyon insan sağlık sigortasından yoksun olarak yaşamını sürdürüyor. Bugün ABD toplumunun en zengin yüzde 1i içinde yer alan biri, en yoksul yüzde beşlik kesimin içinde yer alan birinden 75 kat daha fazla gelir elde ediyor. Son 20 yılda en zengin yüzde 1lik kesimin geliri iki buçuk kat artarken, en düşük yüzde beşlik kesimin gelirleri yüzde 7 oranında geriledi. Amerikan işçi sınıfı, bir kez siyasi olarak harekete geçtiğinde, ABD emperyalizminin en ciddi muhalifi haline gelecek olan, zincirlenmiş bir deve benziyor. Amerikan işçi sınıfını büyük sermayenin egemenliğindeki –bu hem Cumhuriyetçiler hem de Demokratlar için geçerli- iki parti sistemi ile denetim altında tutmak gittikçe daha zor hale geliyor. Bu bize, hem neden dış politika maceralarıyla kamuoyunun ilgisinin sürekli olarak başka yerlere çekilmeye çalışıldığını, hem de neden demokratik hakların sistematik bir biçimde geri götürüldüğünü açıklıyor. Sözde "terörizme karşı savaş" bu iki unsurdan oluşuyor. Avrupanın ikilemi Amerikan emperyalizminin saldırgan davranışları, Avrupalı hükümetleri çözümsüz bir ikilemle karşı karşıya bırakıyor. Eğer Avrupalı hükümetler ABDnin peşinden giderlerse, bu durumda kendilerine sadece Amerikan vassalı rolünü oynamak kalacak. Yok eğer ABDye karşı çıkarlarsa, o zaman da Avrupanın bölünmesi ve uzun vadede muhtemelen felaketli bir askeri çatışma yaşanması riski ortaya çıkacak. Her iki durumda da iç toplumsal ve siyasi gerilimler yoğunlaşacak. Hem bu ikilem, hem de Avrupalı güçler arasındaki varolan rekabet, Irak savaşının hemen öncesinde Avrupanın parçalanmasına yol açtı. Washingtonla sürdürdüğü "özel ilişkinin" uzun zamandır Avrupadaki Fransız-Alman egemenliğine karşı bir ağırlık oluşturduğunu düşünen Britanya, kendisini ABDnin ayaklarının önüne attı. İtalyanın ve Avrupa Birliğine Mayıs ayında katılacak olan doğu Avrupa ülkelerinin yaptığı gibi, İspanya da aynı şeyi yaptı. Bu ülkelerdeki aşırı derecede sağcı ve popülaritesini yitirmiş olan hükümetler ABDyi -sadece kendi halklarına karşı değil kimi diğer ülkelere karşı da- koruyucu bir güç olarak görüyorlar. İşin başında, Fransa ve Almanya savaş planlarına karşı çıktılar çünkü bu iki ülke Ortadoğudaki kendi çıkarlarıyla ilgili olarak endişe duyuyordu. Ne var ki onların savaşa karşı çıkışları en başından itibaren yarım ağızlıydı. Sonuçta Alman hükümeti hiçbir zaman için Alman hava sahasını ve ülkedeki Amerikan üslerini kapatmayı düşünmedi. Bağdat düşer düşmez, Berlin ve Paris muhalefet etmeyi bıraktılar. Milyonlarca insan yasadışı savaşa karşı gösteriler yaparken, bu iki ülke BMde Irakın işgaline onay verdiler. Şimdilerde, Washington ve Londranın savaşı ne tür bir kriminal çalışma ile hazırladıklarını gösteren yeni detaylar –kitle imha silahları ile ilgili söylenen en utanmazca yalanlardan BM genel sekreterinin gözetlenmiş olmasına varıncaya dek- birbiri peşi sıra ortaya çıkarken, savaş konusunda daha önce ortaya çıkmış olan farklılıklar, "dostlar arasındaki görüş farklılıkları" olarak nitelendirilerek bir kenara bırakılıyor. Hatta Iraka NATO askerlerinin gönderilmesinden olası bir durum olarak söz ediliyor. Bu ödlekçe teslimiyetin çeşitli nedenleri var. Bir yanda Berlin ve Paris, Washingtonla bir çatışmaya hazır olmadıkları gerçeğini ile yüzleşmek zorunda kaldılar. ABD, Avrupayı bölmek üzere eski kıta üzerindeki siyasi etkisini acımasızca kullandı ve savaşa karşı çıkanları yalıttı. Diğer yandan Berlin ve Paris baştan sona bütün Avrupada ortaya çıkan ve 15-16 Şubat 2003 tarihlerinde tarihteki en büyük gösteri ile doruğuna ulaşan güçlü savaş karşıtı hareketle çok fazla yakınmış görüntüsü vermek istemediler. Bu gösterilerde Alman ve Fransız hükümetlerinin politikası ile ilgili yanılsamalar görülse de, gösteriler Avrupa hükümetlerinin anti-sosyal politikalarına karşı bir kitle hareketinin oluşma potansiyelinin bulunduğunu ortaya koydu. Berlin ve Paris, bu durumun baskısı altında Washingtonla olan fikir farklılıklarını tatlıya bağlamayı tercih ettiler. Bu deneyim savaşa karşı muhalefetin kendi emperyalist çıkarlarının peşinde koşan Avrupalı hükümetlere bırakılamayacağını berrak bir biçimde ortaya koyuyor. Savaş sorunu ile toplumsal sorunlar arasında koparılması mümkün olmayan bir bağ bulunmaktadır. Sadece savaşın köklerine –kapitalist toplum düzenine- karşı eyleme geçen bir hareket, savaş tehlikesine karşı başarılı bir biçimde mücadele yürütebilir. Hali hazırda Washington, Paris ve Berlin arasındaki gerilimlerin yatışmış olması, geçmişte yaşanmış olan çelişkilerin nedenlerinin üstesinden gelindiği anlamına gelmiyor. Pazarlar, yatırımlar, hammaddeler ve ucuz emek gücü için verilen mücadele gittikçe keskinleşiyor. Avrupa ve ABD arasındaki ticaret anlaşmazlıkları artıyor. Gelecekte bunlar kaçınılmaz bir biçimde yeni ve daha şiddetli çatışmalara yol açacaktır. 3. Avrupa Birliği –sermayenin en güçlü çıkarları için bir araç Sovyetler Birliğinin çökmesinden bu yana ABD gibi, Avrupa da köklü bir biçimde değişti. İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupanın birleşme süreci iki önkoşula dayandırılmıştı: transatlantik ittifak ve Soğuk Savaş. ABD, Soğuk Savaşta istikrarlı bir istihkam oluşturabilmek için Batı Avrupanın ekonomik ve siyasi olarak birleşme çabalarını destekledi. Ekonomik yeniden inşa yoluyla ve Avrupanın içindeki düşmanlıkların üstesinden gelerek Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış olan devrimci kalkışmaların benzerlerinin yaşanması önlenebilecekti. Bütünleşme sürecine egemen olan sermayenin çıkarları olsa da bu süreç, bunun yanı sıra, uzunca bir süre boyunca en keskin toplumsal ve bölgesel karşıtlıkların dengelenmesiyle de ilişkilendirildi. Tarıma yönelik fonlar, bölgesel fonlar ve Brükseldeki diğer fonlar, göze en çok batan toplumsal çarpılmaların yumuşatılmasında kullanıldı. Sovyetler Birliğinin ve Varşova Paktının sona ermesiyle birlikte bu koşullar ortadan kalktı. O zamandan bu yana ABD ile olan ve Avrupanın içinde yaşanan gerilimler yoğunlaştı. Avrupa kurumlarının oynadıkları rol büyük ölçüde değişti. Brüksel Komisyonu deregülasyonla, liberalizasyonla ve işçilerin haklarının tırpanlanmasıyla eş anlamlı hale geldi. Komisyon artık toplumsal ve bölgesel çelişkileri dengeleyeceği yerde bunları artırıyor. 40.000 personeli olan –herhangi bir demokratik denetime tabi olmayan ancak sayısız lobicinin fısıldayışına tanık olan- bürokratik dev, gittikçe daha açık bir biçimde Avrupanın büyük güçlerinin ve en etkili sermaye çıkarlarının bir aracı gibi hareket ediyor. Avrupa anayasası taslağı bu koşulların bir hukuki bir sisteme bağlanmasını amaçlıyor. Taslak ekonomik ve sosyal politikanın bütün veçhelerini sermayenin çıkarlarına tabi kılıyor. Taslak "özgürlük, güvenlik ve adalet" gibi kavramları "serbest ve rekabetin çarpıtılmadığı bir iç pazarı" koruma yükümlülüğü ile bağıntılandırıyor. Taslağın 4. Maddesi "malların, hizmetlerin ve sermayenin" serbest dolaşımını "temel bir özgürlük" olarak belirliyor. Avrupa Birliği euro bölgesinde mali politikayı belirleyen "tek yetkili" güç olacak ve ekonomi, istihdam ve sosyal politikaları koordine edecek. Bu taslak vergi indirimlerini ve sağlanan diğer ekonomik teşvikleri finanse edebilmek için sosyal güvenlik ödemelerine yönelik çok yönlü saldırılar düzenleme anlaşmasıdır. Taslak anayasa aynı zamanda "hukukun ve düzenin sağlanabilmesi ve iç güvenliğin korunması için" ordunun ve polis aygıtının rolüne de vurgu yapıyor. Taslak ancak bütün bunlardan söz ettikten sonra kimi ılımlı sivil hakları sıralıyor. Bu taslak şu ana kadar üye ülkelerin çelişen çıkarları nedeniyle kesinleşemedi. Her şeyin ötesinde Irak savaşında ABDnin tarafında yer almış olan hükümetler, Almanya ve Fransanın kendilerini egemenliği altına almasından korkuyorlar. Diğer yandan ekonomik ve sosyal politika hedefleriyle ilgili olarak fikir birliği sağlanıyor. Anayasa konusundaki anlaşmazlığa rağmen Avrupada toplumsal kutuplaşma artıyor. Avrupanın çokça övülen refah devleti modelinden geriye hemen hemen hiçbir şey kalmıyor. Toplumsal eşitsizliğin artışı Hali hazırda Avrupa Birliğinde 20 milyondan fazla erkek ve kadın işsiz durumda. Aynı zamanda bu işsizlik çok eşitsiz bir biçimde dağılıyor. AB İstatistik Bürosunun yayımladığı verilere göre, AB ülkelerinde işsizlik oranı, en düşük düzeyde seyrettiği Lüksembourgun işsizlik oranı olan yüzde 3,7 ile İspanyanın işsizlik oranı yüzde 11,4 arasında değişiklik gösteriyor. ABye Mayıs ayında tam üye olmaları kabul edilen ülkeler arasında Polonya yüzde 19,2 oranıyla ya da diğer bir deyişle 3,3 milyon işsizle, işsizliğin en yüksek düzeyde görüldüğü ülke konumunda. İşsizlik en çok 25 yaşın altındaki insanları etkiliyor. Bir bütün olarak AB ülkelerinde gençlerin tamamının yüzde 15i işsiz ve mevcut AB ülkeleri içinde İspanya yüzde 23 ile gençler arasında en yüksek işsizlik oranına sahip olan ülke konumunda. Polonyada gençler arasındaki işsizlik oranı ise yüzde 41. Artan işsizliğe artan yoksulluk eşlik ediyor. Avrupa Komisyonunun yayınladığı son sosyal rapora göre 1998 yılında AB ülkelerinde en yoksul yüzde beşlik kesim toplam gelirin yüzde 8ini alırken en zengin yüzde beşlik kesim yüzde 36lık bir pay alıyordu. Aynı yıl büyük çoğunluğu gençlerden, yaşlılardan ve bir de kadınlardan oluşan 68 milyon insan, yoksulluktan etkilendiler. Bu rakamlar son altı yılda uygulamaya konulan "reformların" etkilerini içermiyor. Bu dönemde ücretlerde büyük boyutlu kesintiler yapıldı, çalışma saatleri ve sosyal harcamalar yeniden düzenlendi. Kamu harcamalarında yapılan diğer kesintiler ve vergileri aşağıya çekmeye yönelik önlemler kamu yatırım programlarının, yeniden eğitim programlarının, daha ileri düzeyde eğitimin ve mesleki eğitimin daraltılması anlamına geldiği gibi, devlet tarafından yaratılan diğer istihdam biçimlerinin de daraltılması anlamına geliyor. Emeklilik ve sağlık hizmeti alanlarında yaşanan kriz demografik etkenlerin değil, bilinçli bir politikanın ürünüdür. Güvencesiz işlerin –düşen ücretlerle ve artan işsizlikle birlikte, düşük ücretle ve kısmi zamanlı olarak çalışmanın ve sahte serbest meslek sahipliği uygulamalarının- yaygınlaşmasının resmi olarak teşvik edilmesi, sosyal sigortanın maliyetlerini paylaşmayı sağlayan temeli ortadan kaldırdı. Hem yüksek gelirliler, hem de yüksek kira gelirleri ve diğer servet biçimlerine sahip olanlar refah devletini finanse etmek için artık hiçbir şey ödemezlerken, artan sayıdaki düşük ücretli insan, kendi küçük boyutlu işletmelerinde serbest çalışanlar ve işsizler refah devleti sistemine katkıda bulunamayacak durumdalar. Bu politika yoluyla hükümetler, daha sonra emeklilik haklarına ve sağlık sistemine daha ileri düzeyde saldırmanın mazeretini oluşturacak fasit bir daire yaratıyorlar. Demokratik haklara saldırı Sosyal haklara yapılan saldırının yanı sıra temel demokratik haklar da ateş altında. ABDde 11 Eylül 2001 tarihinde yaşanan terör saldırıları Avrupalı hükümetlere de temel haklara cepheden saldırıya geçmeleri konusunda gerekli bahaneyi sağladı. Sadece Almanyada parlamentodan geçen iki kapsamlı anti-terör yasasıyla bağlantılı olarak 100den fazla yasada değişiklik yapıldı. Bu yasal düzenlemeler için "terörizme karşı yürütülen savaş" resmi gerekçe olarak sunuluyorsa da, yapılan yasal değişikliklerin çoğunluğu, halkı bir bütün olarak hedef alıyor ve toplumsal protestoları ve muhalif siyasi görüşleri bastırmak için rahatlıkla kullanılabilirler. Devlet güçleri –gizli servisler, polis ve sınır korumaları- büyüdü ve bunlara ayrılan mali kaynaklar artırıldı. Profiling denilen modern fişleme yöntemi kullanılarak ve verilerin gizliliğinin sınırları daraltılarak halkın geniş bir kesimi rutin bir biçimde izlenir hale geldi. Demokratik haklara yönelik saldırıya, mültecilere ve göçmenlere gayrı insani bir biçimde muamele edilmesi öncülük etti. Her yıl yüzlerce insan Avrupaya girmeye çalışırken ölüyor. İnsanların yargılanmadan gözaltında tutuldukları sınır dışı etme merkezleri, toplama kamplarında insanların gömülmesi ve ailelerin parçalanması, bütün bunlarla birlikte siyasi ve toplumsal yasal normların utanmazca suiistimal edilmesi Avrupada her gün yaşanan sıradan olaylar haline gelmiş durumda. ABnin doğu Avrupaya doğru genişlemesinin yaratacağı sonuçlar ABye üye olan ülke sayısının 1 Mayısta 15ten 25e çıkacak olması sadece toplumsal krizi derinleştirmeye hizmet edecektir. Farklılıkların azaltılmasına yönelik güçlü önlemlerin olmadığı koşullarda –daha önceki genişleme dönemlerinde de olduğu gibi- zengin ve yoksul ülkeler arasındaki uçurum büyüyecektir. Doğu Avrupadaki çok düşük düzeyde olan ücretler, daha zengin ülkelerdeki toplumsal standartların daha da aşağıya çekilmesi için bir manivela olarak kullanılacak. Genişleme AB nüfusunu yaklaşık olarak yüzde 20 oranında artırarak 451 milyona çıkartacak. ABnin iç pazarı yüzde 23 oranında büyüyecek. Buna karşılık genişlemiş ABnin GSYİHsı sadece yüzde 5 oranında artacak. Üye olacak devletlerin GSYİHları üst üste konup toplandığında ortaya çıkan rakam Hollandanın GSYİHsına eşit oluyor, buna karşılık 10 ülkenin nüfusunun toplamı Hollandanınkinden beş kat daha fazla. Kişi başına düşen GSYİH eski AB üyesi ülkelerinkinin yarısından az. Brüksel tarafından ABnin genişlemesiyle ilgili olarak yayınlanan parlak broşürlerde doğu Avrupanın ekonomik ve kültürel yaşamında ortaya çıkacak olan büyümeden söz ediyorsa da, veriler çok daha farklı sonuçların yaşanacağına işaret ediyor. AB, gelecek iki yıl boyunca yeni üyelere uyum sağlamalarına yönelik olarak her yıl 20 milyar euro destek sağlayacak. Yeni üye olan ülkelerin yaşadıkları ekonomik ve toplumsal kriz ortamında bu tutar ancak okyanusta bir damla olabilir. Bu durum bütün berraklığıyla Almanyanın birleşmesine bakılarak görülebilir. 1991den bu yana Alman hazinesi toplam nüfusu 17 milyon olan –doğu Avrupalı yeni üyelerin toplamı 75 milyonu bulan nüfusundan çok daha az olan- ülkenin doğu yarısına her yıl 50 milyar euro aktardı. Bu düzeyde sağlanan desteğe karşılık doğu Almanyada işsizlik ülkenin batısına kıyasla iki kat daha fazla. ABnin doğuya doğru genişlemesi ayrıca genişlemeye paralel olarak ABnin bölgesel fonlarından daha az para alır hale gelecek olan batı Avrupanın görece yoksul olan bölgelerini de olumsuz biçimde etkileyecek. Genişlemenin gerçekleşmesinden önce AB komisyonu yeni üye olacak ülkelerde toplumsal çelişkileri yoğunlaştıracak önlemleri alıp uygulamaya koymuştu bile. Komisyon çok sayıda kriter, koşul ve şart koşma yoluyla eski doğu bloğu ülkelerinde "serbest piyasa rekabetine dost" bir iklimin sağlanmasını güvence altına almaya yöneldi. Bu iklimin sağlanması toplumsal hizmetlerde büyük boyutlu kesintiler, devlete ait işletmelerin özelleştirilmesi ve kârlı olmadığı düşünülen bütün sanayi kollarının ve tarımsal işletmelerin kapatılması anlamına geliyordu. Bu uygulamalar geniş halk kitleleri üzerinde yıkıcı etkiler yarattı. Yabancı yatırımlar ve AB sübvansiyonları birkaç şehirde yoğunlaşan küçük zengin merkezler yaratırken, ülkenin geri kalan kesimleri her gün biraz daha fazla yoksulluğun ve umutsuzluğun içine gömülüyorlar. Durum özellikle 39 milyonluk bir nüfusa sahip olan –diğer dokuz üye olacak olan ülkenin toplam nüfusundan daha fazla bir nüfusa sahip olan- Polonyada bu şekilde. 1980lerin sonlarında ülkenin ağır sanayi (çelik ve limanlar), madencilik ve enerji sektörü uygulanan "şok tedavi" programıyla iflasa sürüklendi. 1988 ile 1992 yılları arasında ülkenin sanayi üretimi yaklaşık olarak yüzde 50 oranında azaldı. Aynı dönemde devlete ait işletmelerde çalışanların ücretlerine konulan sınırlamalar gerçek ücretlerin yüzde 25 oranında düşmesiyle sonuçlandı. Şimdilerde AB özelleştirilmenin hızlandırılması için bastırıyor ve geriye kalan kâr etmeyen fabrikaların kapatılmasını talep ediyor. Durum kırsal kesimde de eşit derecede patlayıcı. Polonyada çalışan nüfusun yüzde 20ye yakını düşük bir üretkenlik düzeyine sahip olan tarımda istihdam ediliyor. ABnin yaptığı tahminlere göre Polonyada mevcut 2 milyon çiftçiden sadece 100.000inin ABnin genişleme süreci sonrasında ayakta kalabileceğini öngörüyor. Genişlemeden sonra Polonyalı çiftçiler batıdaki çiftçilere ödenenin sadece yüzde 40ı kadar sübvansiyon alabilecekler. Bu para da esas olarak zengin çiftçilere ya da ülkenin batı Avrupayla olan sınırlarına yakın yerlerde Polonya topraklarını sanayi yöntemler aracılığıyla sömürmek üzere kurulmuş olan tarımsal şirketlere gidecek. Bunun da ötesinde ticaret engelleri kaldırılır kaldırılmaz ucuz batılı yiyecek maddelerinin Doğu pazarlarına akması bekleniyor –bu da hiçbir şeyin Polonyalı çiftçilerin çıkarlarının çok büyük bir darbe yemesini hiçbir şeyin engelleyemeyeceği anlamına geliyor. Özellikle Alman sermayesinin doğuya doğru genişlemeyle birlikte elde edeceği hatırı sayılır çıkarları var. Alman sermayesi daha şimdiden doğuyu kendi malları için bir pazar ve iyi eğitilmiş ama ucuz emek gücü kaynağı olarak kullanmaya başladı bile. Almanyanın ABye yeni üye olan doğu Avrupa ülkelerine yaptığı ihracat neredeyse ABDninkine denk (yani yaklaşık olarak yüzde 10 düzeyinde). Almanyanın bu ülkelerle yaptığı ticaret ABnin gerçekleştirdiği toplam ticaretin yüzde 40ını oluşturuyor. Alman şirketleri doğu Avrupada büyük boyutlu yatırımlar yapmış durumdalar. Polonyada, Çek Cumhuriyetinde ve Macaristanda toplam 350.000 işçi Alman şirketleri tarafından istihdam ediliyor. Tek bir Alman şirketi –Siemens- bu ülkelerde toplam 25.000 çalışanı olan 95 yan şirkete sahip. 1991de de Volkswagen, Çek otomobil üreticisi Skodayı satın almıştı. ABye üye olacak ülkelerde vasıflı bir işçinin maliyeti, Almanyadaki vasıflı bir işçinin maliyetinin yalnızca sekizde biri. Ancak ücret farklılığı hızlı bir biçimde dengeye gelmeyecek. Bu sadece mevcut yüksek işsizlik oranlarından değil, ancak aynı zamanda insanların serbestçe yer değiştirmesine üyeliğin başlamasından yedi yıl sonra izin verilecek olmasından kaynaklanıyor. 4. Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri PSG, Avrupa Birliğine, onun kurumlarına ve hazırlanan anayasasına olduğu kadar, ABnin denetimi altında doğuya doğru sürdürülen genişleme sürecine de kararlı bir şekilde karşı çıkıyor. Bununla birlikte bizim karşı çıkışımızın Avrupayı doğuya kapatmayı isteyen ya da Türkiye gibi ülkelerin katılımını "çok pahalıya mal olacağı" için reddeden anlayışlarla hiçbir ilişkisi bulunmuyor. Avrupanın sınırlarını aşmak ve kıtanın muazzam teknik ve kültürel kaynaklarını ve maddi zenginliklerini hep birlikte kullanmak, kısa bir süre içinde yoksulluğun ve geri kalmışlığın koşullarının üstesinden gelmenin, bütün Avrupada yaşam standartlarını artırmanın koşullarını sağlayacaktır. Ne var ki bu birleşme süreci büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda belirlendiği sürece bu olanaksız olacaktır. Mevcut şekliyle birleşme, Avrupada yaşayan insanların geniş kesimlerinin büyük ücret ve yaşam standartları ile birbirlerinden ayrıldıkları, göçmenlerin ayrımcılığa tabi tutulduğu ve demokratik hakların tırpanlandığı bir ortamda sermayeye tam bir hareket serbestisi sağlıyor. Avrupada ilerici bir birleşme ancak Avrupa Birleşik Sosyalist Devletlerinin kurulmasıyla mümkün olabilir. Bu da Avrupa işçi sınıfının siyasi olarak birleşmesini öngerektirir. Doğu Avrupadaki ve Türkiyedeki emekçiler ABnin gideceği yönü tayin eden büyük sermayenin çıkarlarına karşı verilen mücadelede en önemli müttefiklerimizdir. PSG, her türlü milliyetçiliği ve bölgeciliği reddetmektedir. Ulusal egemenlik ya da bölgesel otonomi talebi –ister İskoçyada, ister Katalonyada ya da Paduada olsun- Brükselin dikte ettiklerine karşı bir cevap oluşturmamaktadır. Bu tür talepler sadece bir büyük hapishanenin yerine çok sayıda küçük kafesler koymak anlamına gelecektir. Bu tür talepler insanları ulusal, etnik ve dini ayrımlar temelinde böler ve bu şekilde baskı altına alınmalarını kolaylaştırır. Bu tür talepler Yugoslavyanın bölünmesinden sonra ortaya çıkan bütün o korkunç gelişmeleri hatırlatan bir biçimde –cani milliyetçilik, etnik azınlıkların sınır dışı edilmeleri ve ekonomik gerileme- kıtanın Balkanlaştırılmasına yol açacaktır. PSG, ister ekonomik, ister siyasi nitelikte olsun, yeni engeller ve sınırların oluşturulmasını amaçlayan bütün önlemleri reddeder. Avrupanın sosyalist bir anlayışla yeniden düzenlenebilmesini sağlayabilmek için bizler aşağıdaki programı öneriyoruz: * Toplumsal eşitlik ve adalet için Bir iş sahibi olmak, emeklilik, sağlık ve eğitim temel toplumsal haklardır. Bu haklar büyük şirketlerin kârları karşısında öncelikli olmalıdır. İşsizlik sorunu, eğitim, yaşlıların bakımı, kültür ve –özellikle doğu Avrupada- altyapının geliştirilmesi gibi toplumsal açıdan yaşamsal olanlar konularda, milyonlarca yeni işin yaratılabilmesi için büyük çaplı bir kamusal işler programının oluşturulması gerektirmektedir. Her yurttaşa, üniversite de dahil olmak üzere ücretsiz eğitim görme hakkının yanı sıra, yaşlandığında ücretsiz bakım göreceği kamusal emeklilik güvencesi, kapsamlı sağlık hizmeti ve tedavi görme olanağı da sağlanmalıdır. Standartlaşmış olan iddiaya göre kamu bütçesinde kaynak kalmadığından, bu türden projeler için para bulunamamaktadır. Aslında gerekli kaynaklar mevcuttur –ne var ki bunlar bütünüyle gayrı adil bir biçimde dağıtılmaktadır. Kapsamlı bir sosyal program ekonominin en güçlü kapitalist grupların kâr eksenli çıkarlarına değil, halkın çıkarlarına hizmet edecek şekilde, akılcı bir biçimde yeniden düzenlenmesini gerektirir. Büyük boyutlu şirketler ve mali kuruluşlar kamulaştırılmalı ve demokratik denetime tabi tutulmalıdır. Ayakta kalabilmek için mücadele eden küçük ve orta boydaki şirketlere, çalıştırdıkları emek gücüne düzenli ödeme yapmalarını sağlamak üzere ucuz kredi olanaklarına erişim güvencesi sağlanmalıdır. Yüksek düzeydeki gelirler, sermaye ve kira gelirleri sosyal hizmetlerin sağlanabilmesi için yüksek düzeyde vergilendirilmelidir. * Demokrasi ve göçmenlerin hakları için Demokratik hakların savunulması ve herkes için siyasi eşitlikten yana olmak sosyalist bir Avrupa için verilen mücadelenin ana bileşenlerinden biridir. Demokratik haklarda "terörizme karşı mücadele etmek" adına yapılan bütün kısıtlamalar reddedilmelidir ve güvenlik ve istihbarat servislerine verilmiş olan sınırsız güç geri alınmalıdır. Demokratik haklar için verilen mücadele sadece yapılan saldırıları geri püskürtmekle sınırlı değildir. Büyük çoğunluk iş yerinde söz hakkına sahip değilken, basın ve medya büyük sermayenin tekeli altındayken ve kültür ve eğitim bir avuç seçkinin inhisarında bulunurken, toplumsal servetler küçük bir grubun elinde toplandığı sürece gerçek demokrasi ile ilgili olarak söylenen her şey anlamsızdır. Kültür ve sanatsal eğitim alanlarında yapılan kesintiler topluma muazzam zararlar vermektedir. Militarizmin, vahşetin ve bencilliğin yüceltilmesi ile geçmişin sanatsal ve kültürel mirasının reddedilmesi arasında inkar edilemeyecek bir bağ bulunmaktadır. Avrupa işçi sınıfı kıtada yaşayan milyonlarca mülteci ve göçmenle ilgili olarak gerekli sorumluluğu üzerine almadığı sürece kendi demokratik haklarını korumak konusunda başarılı olamayacaktır. Göçmenlere yönelik cadı avının ardında işçi sınıfını etnik, dini ve ırksal farklılıklar temelinde bölme ve bu şekilde sınıfın bir bütün olarak önünü kesip, bastırma çabası yer alıyor. Mülteciler ve göçmenler işçi sınıfının önemli bir parçasını oluşturuyorlar ve yaşanacak olan mücadelelerde önemli bir rol oynayacaklar. * Savaşa ve militarizme karşı Emekçiler Amerikan emperyalizminin oluşturduğu tehlikeye karşı kendi bağımsız cevaplarını verebilmeliler. Emekçiler Avrupa hükümetlerinin Washingtona yönelik olarak söyledikleri gönül alıcı sözlerin kendilerini aldatmasına izin vermemeliler. ABD emperyalizminde yaşanan patlama bütün insanlığı bir felakete sürüklemekle tehdit ediyor. Bu barışa yönelik en büyük tehdittir. Bizler NATOnun derhal ortadan kaldırılmasından ve Avrupa topraklarındaki bütün Amerikan üslerinin kapatılmasından yanayız. Avrupalı hükümetler bir yandan Washingtonla barışmaya çalışırken diğer yandan da yoğun bir biçimde kendi emperyalist projelerinin peşinden koşuyorlar. Bu amaçla bir Avrupa vurucu gücü ve bağımsız bir Avrupa silah sanayi kuruyorlar. Bizler bu gelişmelere karşı çıkıyoruz ve Avrupalı askerlerin derhal Balkanlardan, Afganistandan ve Afrikadan çekilmesini talep ediyoruz. Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri için mücadele ve emperyalizme ve savaşa karşı mücadele birbiriyle kopmaz bir biçimde bağıntılıdır ve bu mücadeleleri yürütmek işçi sınıfına düşmektedir. Sosyalist bir Avrupa, Amerikan emperyalizmine karşı yaşamsal öneme sahip bir karşı güç olacaktır. Sosyalist Avrupa bütün dünyada emperyalizme ve baskıya karşı verilen mücadeleleri destekleyecek ve bu yolla İslamcılık gibi gerici ideolojilerin etkisini ortadan kaldıracaktır. Sosyalist bir Avrupa özellikle Amerikan işçi sınıfı için bir çekim merkezi olacaktır ve Amerikan işçi sınıfının ABD siyasetinin iki partiye dayalı deli gömleğinden kurtulmasına ve ABD emperyalizmine karşı kendi bağımsız gücünü oluşturmasına destek olacaktır. 5. Eski işçi örgütlerinin iflası Sosyal demokrasi ve reformist sendika bürokrasisi kapitalizmin uluslararası krizine, bütünüyle burjuvazinin kampına geçerek yanıt verdiler. Savaş sonrası dönemde işçilerin saflarındaki yaygın anti-kapitalist ruh halini yumuşatmayı, işçileri reformlar aracılığıyla piyasa ile barıştırmayı kendi görevi olarak gören sosyal demokrasi şimdilerde kapitalizmi geçmiş yılların reformları pahasına savunur hale geldi. 1998 yılında sosyal demokrat hükümetler 15 AB ülkesinin 11inde iktidardaydılar. Bu partilerin seçim zaferleri büyük ölçüde muhafazakar haleflerinin izledikleri politikaların yarattığı hayal kırıklığına dayanıyordu. Ne var ki, bu sosyal demokrat hükümetlerin politikaları kendilerinden önceki hükümetlerden sadece genellikle onlardan daha sağcı olmasıyla ayrılıyordu. Tony Blairin "Yeni İşçi Partisi" Margaret Thatcherın programını benimsedi. Ve Gerhard Schröderin önderliğindeki SPD "Gündem 2010"uyla Almanyada Şansölye Bismarck tarafından ilk olarak on dokuzuncu yüzyılda sosyal sigortanın oluşturulmasından bu yana, refah devletine karşı yürütülmüş olan en kapsamlı saldırıyı başlattı. SPD bu yoldaki çalışmalarını yürütürken Yeşiller Partisi tarafından desteklendi. Yeşillerin sağa kayışı SPDninkinden de nefes kesici oldu. 1968in protesto hareketinden geriye kalanların içinden yükselen yeşiller başlangıçta kendilerini çevrenin korunması, tabanın söz sahibi olduğu demokrasi, pasifizm ve –sınırlı bir ölçüde de olsa- toplumsal adalet çağrısı yapmışlardı. Buna karşılık yeşiller işçi sınıfının çıkarları ile kendileri arasında bir özdeşlik kurulmasına karşı çıktılar. Bugün yeşiller orta sınıfın toplumsal merdivende belirli bir yere tırmanabilmiş olan dar bir kesimini temsil ediyorlar. Toplumsal iyileştirme taleplerine karşı gittikçe daha düşmanca bir tavır alıyor. Onlar için refah devletinin "reforme edilmesi" hızla gerçekleştirilebilecek bir şey değil. Geçmiş yılların pasifistleri şimdilerde profesyonel ordudan ve Alman askerlerinin dünya çapında müdahaleler yapmasından yana tavır alıyorlar. Sosyal demokratların ve Yeşillerin iktidardayken izledikleri politikalar sağın iktidarı yeniden ele geçirmesine giden yolu açtı. İtalyada Silvio Berlusconi 1994 yılında emeklilikte yapılmak istenen kesintilere karşı düzenlenen kitlesel gösterilerin ardından istifa etmek zorunda kaldı. Şimdilerde beş yıllık merkez sol iktidarın yaratmış olduğu hayal kırıklığının ardından iktidar koltuğuna yeniden oturmuş durumda. Fransada Lionel Jospinin hükümeti aynı şeyi Jacques Chirac için yaptı. Avrupanın bir çok ülkesinde hiçbir kitle tabanı olmayan aşırı sağcı güçler, sadece egemen seçkinlerin içinde yer alan ve medyaya erişime kanallarına sahip olan zengin kliklerin desteği sayesinde doğrudan ya da dolaylı olarak hükümetlerde yer alıyorlar –İtalyada neo-faşistler ve Kuzey Ligası, Avusturyada Haiderin Özgürlük Partisi, Danimarkada Danimarka Halk Partisi. Bu anlamda Berlusconi gibi yer altı dünyası bağlantıları bulunan, milyarder ve medya çarı olan bir adam bir istisnayı değil, kaideyi oluşturuyor. Bu sağcı unsurlar kendilerine soldan herhangi bir meydan okuma gelmediği için iktidarda kalabiliyorlar. Yaşanan bu deneyimlerin ışığında, bu eski, iflas etmiş işçi örgütlerini, işçilerin çıkarlarına cevap verebilecek ya da sokaklardan gelecek baskı karşısında saflarından ilerici kesimlerin çıkacağı, "kötünün iyisi" örgütler olarak gören herkes işçi sınıfına çok büyük bir zarar veriyor demektir. Geçmiş yıllarda yaşanan sayısız deneyim bu tür anlayışların yanılsamalı olduğunu ve sadece işçileri burjuva düzenine zincirlemeye hizmet ettiğini göstermiş durumda. Önümüzde duran görev bu tür örgütlerin içinden ya da çevresinden sözde "solcu" güçler devşirmek değil, fakat işçi sınıfına çok uzun bir zamandan bu yana siyasi olarak yoksun bırakıldığı şeyi, bağımsız bir rol oynama perspektifini sağlamak, ona siyasi alanda kendi sesini duyurma olanağını vermektir. Bu da işçi sınıfının siyasi olaylara bağımsız bir güç olarak müdahale etmesini sağlayacak yeni bir partinin inşasını gerektirir. 6. PSG ve radikal "sol" Bu yöneliş PSGyi diğer bütün sol örgütlerden temelli bir biçimde ayırmaktadır. Bu örgütlerin bir çoğu kendisini sosyalist olarak adlandırsa da, bunlar kendi amaçlarını sendikaların ve reformist partilerin bürokratik aygıtları üzerinde baskı kurmakla sınırlandırıyorlar. PSG, geniş bir sosyalist hareketin gelişimini sağlayabilmek için bu örgütlerden bütünüyle kopmayı temel bir önkoşul olarak görüyor. Radikal "sol" örgütler, sendikal mücadeleleri bu sendikaların önderliklerinin izledikleri politikaları eleştiriye tabi tutmadan yüceltme eğilimi gösteriyorlar. Hatta 1960larda ve 1970lerde uygulanan türden reformist politikaların yeniden canlandırılmasının olası olduğu illüzyonunu bile yaratıyorlar ve herhangi bir sosyal demokrat politikacı birazcık farklı bir görüş ortaya koyduğunda zevkten dört köşe oluyorlar. Bu tür gruplar yeni bir sosyalist perspektife giden yolun üzerinde bir engel olarak duruyorlar –kısa süre önce yaşanmış olan bir dizi deneyimin ortaya koyduğu bir gerçek bu. İtalyada Rifondazione Comunista (Komünist Yeniden İnşa, PRC) işçi sınıfının militan ruh haliyle iktidardaki merkez sol hükümet arasındaki uçurumun üzerinde bir köprü kurmaya çalıştı. PRC parlamento dışında hükümete karşı çeşitli eylemler düzenlerken ve iş lafa gelince hükümeti çok ağır ifadelerle eleştirirken, parlamentoda hükümetin acımasız bir kemer sıkma politikasını uygulamaya koyabilmesini ve İtalyanın Maastricht kriterlerini karşılayıp Avrupa ortak para birimine katılmasını sağlayabilmek için gerekli desteği sağladı. Ne var ki bu bir çok örgütün PRCnin saflarına katılmasına, bu partiyi Avrupada sol için bir model olarak sunmalarına engel olmadı. Bu sırada PRC gelecek genel seçimlerde merkez sol koalisyonda yer alacağını ve seçimden başarılı çıkılması durumunda kimi bakanlıkları üstlenebileceğini de açıkça ifade etti. Almanyada da pek çok sol örgüt benzer bir yaklaşımı Demokratik Sosyalizm Partisine (PDS) yönelik olarak gösterdi. Doğu Almanyayı yönetmiş olan bu partinin Stalinist köklerine karşın onu "kapitalizm altında baskı gören, sömürülen ve ayrıcalıksız bir biçimde yaşayan bütün herkes için politika geliştiren bir parti" olarak tanımladılar. PDS bu görüşü yanlış çıkartmak için elinden gelen her şeyi yaptı –Berlin belediyesinde SPD ile birlikte sosyal harcamalarda radikal kesintiler yapan bir programı uygulamaya koydu. Britanyada bir dizi sol örgüt "Respect" [Saygı] adını taşıyan yeni bir örgütlenme oluşturmak için uzun yıllar boyunca İşçi Partisinde milletvekilliği yapmış olan George Gallowayin etrafında toplandılar. Galloway İşçi Partisinden, birkaç Arap rejimiyle olan ilişkilerine bağlı olarak, Irak savaşına karşı çıktığı için atıldı. Galloway kendi politika anlayışını tanımlamak için "sosyalist" terimini kullanmaktan kaçınan, adı kötüye çıkmış bir oportünisttir. Fransada kendilerini yanlış bir biçimde Trotskist olarak adlandıran iki örgüt –Lutte Ouvrière (LO) ve Ligue Communiste Révolutionnaire (LCR)- de benzer tutumlar aldılar. Bu iki örgüt kısa bir süre önce Fransız Sosyalist ve Komünist Partilerinin yol açtıkları yaygın hayal kırıklığının ardından önemli bir seçmen desteği elde etmeyi başardılar. 2002 yılında yapılan başkanlık seçimlerinin ilk turunda toplam yüzde 10 oranında oy aldılarsa da, her iki örgüt de bağımsız bir inisiyatifin sorumluluğunu almaya hazır değildi. İkinci tur sırasında, milyonların neo-faşist Le Pene karşı sokaklarda gösteriler yaptığı bir noktada, LCR de Gaullecü Chiraca oy verilmesini isterken, LO bu konuda bütünüyle pasif kaldı. Her iki örgüt de –seçimin herhangi bir meşruluğunun olmadığını ortaya koyacak ve işçi sınıfını gelecekte yaşanacak mücadelelere hazırlayacak olan- bir seçim boykotu yapma çağrısını reddetti. PSG kendisini işçi sınıfının siyasi ve kültürel kurtuluşunun merkezinde yer alan uzun bir geçmişe sahip olan Marksist geleneğe dayandırıyor. Bu gelenek, kuşakları Marxın ve Engelsin ruhuyla eğitmiş olan sosyal demokrasinin ilk yıllarını, sosyal demokrasinin yozlaşmasına ve Birinci Dünya Savaşının başında burjuvaziye teslim oluşuna karşı çıkan Lenini, Rosa Luxemburgu ve Karl Liebknechti olduğu kadar, Lev Trotskiyin önderliğinde Stalinin işlediği cürümlere karşı mücadele eden ve 1938de Dördüncü Enternasyonalin kurulmasıyla birlikte uluslararası işçi hareketinin yeniden canlanmasının temellerini atan Sol Muhalefeti de içermektedir. Sosyal demokrasi ve Stalinist Komünist Partiler işçi hareketine egemen oldukları sürece bu Marksist geleneği yalıtmak mümkündü. Ne var ki bu örgütlerin siyasi olarak iflas etmiş olmaları Dördüncü Enternasyonalin kendisine sayısı gittikçe çoğalan bir izleyici kitlesi bulabildiği yeni bir tarihsel dönemin kapılarını açtı. Bu gelenek Dünya Sosyalist Web Sitesi ile bütün dünyada geniş bir okur kitlesine sahip oldu ve Dünya Sosyalist Web Sitesi gittikçe daha fazla sayıda insan tarafından Marksizmin otantik sesi olarak kabul edilmeye başlandı.
Telif Hakkı 1998-2017 Dünya Sosyalist Web Sitesi Bütün hakları saklıdır |