DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz
Yazıcıya hazırla
La La Land ve Jackie: Daha fazla Amerikan başarı hikayeleri
Joanne Laurier
1 Mart 2017
İngilizceden çeviri (22 Aralık 2016)
Damien Chazelle tarafından yazılıp ve yönetilen La La Land’ın orijinal film müziğini besteleyen ve yöneten Justin Hurwit. Filmin şarkı sözleri Benj Pasek ve Justin Paul tarafından yazılmış. Jackie, Pablo Larrain tarafından yönetilmiş ve senaryosu Noah Oppenheim tarafından yazılmış.
La La Land
Damien Chazelle'in La La Land'i, tuhaf, kesinlikle tatmin etmeyen bir film. Bazı kısımları basitçe sinir bozucu, çok azı etkileyici ve gerçekten rahatsızlık veren bölümleri bile var. Filmin sonunun yönetmenin amaçladığı gibi olup olmadığıysa tamamen net değil.
Öncelikle, bu romantik müzikalin başlığı belki de Chazelle’in (Whiplash) ve filmin yapımcılarının amaçladıklarından daha uygun düşmüş. Görünüşte, La La Land, Los Angeles’ı (LA), hayalleri altına dönüştürebilen daima güneşli bir yer olarak övüyor. 31 yaşındaki yönetmen, filmin tanıtım yazısına göre “ünlünün ve isteklinin çarpıştığı şehirde” bir araya gelen iki tutkulu sanatçıyı merkezine aldığı bir kurgu yaratmış.
Film, trafik sıkışıklığının aşırı dans ve akrobasi ile dolu bir gösteri yarattığı LA otobanındaki danslı müzikli bir sahneyle başlıyor. Otoyoldaki enerjik ve renkli gösteri geçtiğinde, Sebastian ya da Seb (Ryan Gosling) Mia ile kısa ve tatsız bir karşılaşma yaşar. Onlar, piyanist Seb’in Noel müzikleri yerine serbest caz çaldığı için patronu (J.K. Simpson) tarafından kovulduğu kulüpte yeniden karşılaşırlar (hava durumunun hep aynı olduğu şakasının bir parçası olarak, farklı mevsimler büyük başlıklarla ekrana yansıtılır.)
Hırslı aktris Mia klasik cazın gözden düşmesinden yakınan, saf caz hayranı müzisyen Seb ile bağlantı kurar. Seb tavuklara olan sevgisinden dolayı “Bird” takma adıyla anılan Charlie Parker'a duyduğu saygının ifadesi olarak “Chicken on a Stick” ismini vereceği bir caz barı açmayı düşlemektedir.
Mia’nın da büyük umutları vardır. Yatak odasının duvarı, Ingrid Bergman’ın devasa bir resminin yanı sıra, garip ama en az onun kadar büyük, Edgar G.Ulmer'in Black Cat ve Ralph Nelson'ın daha sıradan Lilies of the Field posterleriyle kaplıdır. Seb ile Mia’nın ilk ciddi yakınlaşmaları, Nicholas Ray’in Asi Gençlik filminin Rialto sinemasındaki gösteriminde başlar ve Griffith Gözlemevi’ne (Ray'in filminin en önemli sahnesinin geçtiği) yaptıkları ziyaretle bir sonraki aşamaya geçer. Çift, burada, havaya yükselir ve yapay, hayali bir galakside vals yapar.
Seb arkadaşı Keith’in (R&B yıldızı John Legend) caz/rock karışımı müzik yapan bir grupta kendisine karlı bir iş teklifi sunmasıyla bir şans yakalar. Seb’in ödenmemiş fatura yığını durumu zora sokmaktadır ve o, sanatsal kaygılarına rağmen, buradan, görünüşe göre kestirme bir yoldan parlak bir kariyere doğru ilerler.
Aynı anda Mia, küçük düşürücü tiyatro seçmelerinden bıkmış, kendi tek kişilik oyununu yazmaktadır. Seyirciye oyunun içeriği açıklanmaz ama Mia’ya göre bu oyun denemesi bir başka başarısızlıktır ve bunun sonucunda Nevada’nın küçük bir kasabasındaki aile evine geri döner. Bu sırada Seb’in ve Mia’nın sorunları vardır ama Seb, Los Angeles’daki yapımcılarının Mia için Paris’te bir rol fırsatı yaratmak istediği haberini aile evine ulaştırır. Kendi kişisel alanlarındaki zaferleri ilişkilerini güçlendirecek mi, yoksa bitirecek mi?
Belirtmek gerekir ki La La Land, zeki diyaloglar, tutarlı bir anlatımla ya da etkileyici bir müzikle bezenmiş değildir. Diğer yandan, Stone ve Rosling şarkı söyleme ve dans etme konusunda yetkin olmamalarına rağmen, hoş ve ilgi çekiciler. Filmde öyle anlar var ki, eğer Chazelle oyuncularının didiştiği, kısmen uyumsuz bazı kısımları sıradan ve gösterişsiz tutsaymış her şey (az çok) iyi olabilirmiş.
Maalesef, film mütevazı olmakla yetinmiyor. Onun kendine göre bazı arzuları var ve bunlar sadece yönetmene ait değil. La La Land’in en büyük başarısızlığı kayıtsızlığında. Yükselen bir borsanın ve çoğunluğu asalak olan eğlence sektörünün sürekli pompalanan kariyerlerle devam eden karlılığının hassas Hollywood kalabalığının üzerinde bir etkisi var.
Filmin tanıtım yazısı, yapımcı Marc Platt’a şu uçarı övgüde bulunuyor: “La La Land tamamen şehre dair bir aşk mektubudur. Filmin son derece havalı, modern yaşamlar süren iki insanı tüm bu simgesel Hollywood mekanları ile kaynaştırma biçimi eşsiz. Hem kente ilişkin romantik hayali hem de onun gerçek yaşamlardaki temelini hissediyorsunuz.”
Filmin “gerçek hayatlar”a dayanıp dayanmadığının son derece tartışılır olduğu gerçeği bir yana, kentin “romantik hayali” gittikçe daha az seçkin için geçerli. Los Angeles ABD'deki en yoksul yerlerden biri. Son dönemde yapılan bir araştırmaya göre “halkımızın nerdeyse yüzde 40’ı sefalet içinde yaşıyor. Los Angeles’taki yoksulluk oranı, diğer büyük Amerikan şehirlerinden daha yüksek. Los Angeles’taki ortalama gelir 2007’de olduğundan çok daha düşük.” (LA 2020 Komisyonu Raporu)
Ayrıca, filmde Los Angeles’ın (New York’un ya da diğer büyük metropollerin) evrenin merkezi olduğu ve ülkenin başka yerlerinde yaşayanların yarı barbarlık içinde olduğu düşüncesi aptalca ve cahilcedir. Örneğin La la Land’da, Boise, Idaho hakkında yapılan ukala yorumlar oldukça yakışıksızdır.
La La land’da, ticari film dünyasına yönelik eleştiriler veya eleştiri belirtileri içeren bazı anlar var. İşlerin bu hoş olmayan yanı, asıl olarak, Mia’nın çeşitli TV dizileri ve diğer sıradan projeler için girdiği acı verici seçmeler biçiminde ortaya çıkar. Bu sahneler, kariyerler ve hevesler yaratan ya da yıkan katı yürekli ve ruhsuz sıradanlığın insafına kalmış yetenekli bir aktristi gösterir.
Bununla birlikte, ne yazık ki Mia’nın kişiliği belli değil. Belli ki bu etraflıca düşünülmemiş. Mia’nın moral bozucu seçme deneyimleri ve Warner Bros’taki bir kafede sömürülen bir espresso uzmanı olarak çalışması, renkliliğiyle ve açık zekasıyla birleştirildiğinde, La La Land’ın onu tüm film endüstrisi mekanizmasına eleştirmeksizin tapan biri olarak sunmasıyla bağdaşmıyor. Mia’nın, üne ve servete kusursuzca uyarlanmasına uygun olmayan duygusal ve içe bakışçı solosundan da (Acıyan kalplerin şerefine, yarattığımız karmaşanın şerefine) söz edilebilir. Sonunda Mia, bir kişilikten çok, başlangıçtaki zorlukları sadece onun sondaki zaferi ışığında anlam kazanan, bir “sıfırdan zenginliğe” (ya da “sıradanlıktan üne”) ulaşma aracıdır.
Chazelle, 1960’lardaki Cherbourg Şemsiyeleri gibi müzikalleriyle ünlü Fransız Yeni Dalga yönetmeni Jacques Demy’den etkilendiğini iddia ediyor. Demy hakkında ne düşünülürse düşünülsün, onun eseri tutarlı ve bütünsel bir vizyon eliyle canlandırılmıştır. Chazelle bu noktada zarar verici bir eklektizme kapılıyor. La La Land’in özellikle ilk yarısı ya da üçte ikisi, nerdeyse her biri belirgin, bireysel bir izlenim yaratmak üzere düzenlenmiş sahnelerden oluşmaktadır. Onun aceleye getirilmiş çeşitliliği ve gelişigüzel niteliği her şeyin tadını kaçırıyor.
Bu durum filmin merkezindeki aşk ilişkisine nasıl tepki göstereceğini de etkiliyor. Yönetmen, çiftin durumunu, belki de ölümcül engellerle karşılaşana kadar gerçekten ciddiye alıyormuş gibi gözükmüyor. Açıkçası, onun dikkatinin, seyirciyi etkilemek için başka yerlere dağıldığı hissediliyor. İşi ciddiye alana kadar da çok geç oluyor.
Chazelle’in yıldızlığa ve zenginliğe ilişkin tutumu göründüğü kadar geleneksel mi? Belki. Yine de “başarı” hakkında kişinin hayatını zorlaştırabilen hatta trajik bir şeyler olabileceği izlenimi bırakan bazı son sahneler olumlu.
Her durumda, La La Land’i Stanley Donen’ın Singin’ in the Rain (en sık değinilen film) ve George Cukor’un A Star is Born, Vincent Minelli'nin Meet Me in St.Louis gibi çeşitli simgesel filmlere benzeten bir grup eleştirmenin filme yönelik övgüsü, yönetmenin Demy’ye yaptığı göndermelerden çok daha uygunsuz. Hatta sinema devi Orson Welles’in adı bile Chazelle ile aynı düzeyde anıldı. Bu durum, eleştirmenlerin, genellikle hiçbir şey bilmediğini gösteriyor.
Çoğunlukla ilkel ve gelişmemiş biçimde de olsa, La la land’de tartışmasız bir yetenek var. İzleyiciler belki de Chazelle’in filmdeki nefis renklerin çekiciliğine ve filmde klişe süslü sözler ve yoğun şiddet sahnelerinin olmamasına karşılık verirken, filmin orijinal sloganı “Burası L.A., burada her şeye taparlar ve hiçbir şeye değer vermezler.”, yönetmenin eserine yaklaşımını oldukça iyi bir şekilde özetliyor.
Jackie
Şilili yönetmen Pablo Larrain’in Jackie filmi, kocası Başkan J F.Kennedy’nin Kasım 1963’de suikasta uğramasının hemen ardından Jacqueline Kenedy'nin yaşamının belirli yanlarını ele alan biyografik bir portre sunma girişimi. Film suikastın ertesinde bir gazetecinin (yazar Theodore H.White’a dayanan dikkat çekici bir Billy Crudup ) Hyannis Port’taki Kennedy kampüsünde Jackie (Natalie Portman) ile yaptığı röportaj etrafında dönüyor.
Senaryosu eski NBC News yöneticisi Noah Oppenheim tarafından yazılan Jackie, Bayan Kennedy’nin 1961’de yeni dekore edilmiş Beyaz Saray’daki televizyon turunu; “Onların ne yaptıklarını görmelerini istiyorum” kararlılığını ifade edecek şekilde kana bulanmış pembe takım içinde Kennedy’nin tabutuyla yaptığı Air Force One uçuşunu; Robert Kennedy (Peter Sarsgaard) ile olan ilişkisini ve cenaze töreniyle bağlantılı çeşitli konuları işliyor.
Film, aynı zamanda, Kennedy’nin katili “aptal, adi komünist” Lee Harvey Oswald’ı (Jackie Kennedy’nin sözcükleriyle; elbette bir hata) ve Jack Ruby’nin Oswald’ı vurmasını; hem de Gettysburg Konuşması’nın [ABD Başkanı Lincoln’ün, Birlik ordularının Konfederasyon ordusunu yendiği Gettysburg savaşından dört buçuk ay sonra, 19 Kasım 1863’te yaptığı ünlü konuşma] çerçevelenmiş metniyle Lincoln’un yatak odasının görüntüsünü içeren bir klipi kapsıyor.
Larrain, basmakalıp, sığ ve soğuk olan bir eser yaratmanın (bu genel etkiye, Misa Levi’nin uyumsuz, soğuk müziği ekleniyor) yanı sıra, filme gereksiz bir şekilde din unsurunu ekliyor. John Hurt, “İnsanın anlam arayışında, hiçbir yanıtın olmadığının farkına vardığı bir an gelir” gibi dizeleri olan bir “rahiptir”.
Oppenheim’ın senaryosundan anlamlı ve tam olarak gerçekliğe uygun bir şeyin çıkmasını beklemek için bir neden bulunmuyor. Onun sicili, NBC’nin Today Show’unun kıdemli yapımcılığını, Scarborough Country’in başyapımcılığını ve Hardball Chriss Matthews ile’nin kıdemli yapımcılığını kapsıyor. O, ayrıca CNBC’de Jim Cramer ile Mad Money’in de ortak yapımcısı. Oppenheim, buna ek olarak, NBC News’te çalıştığı sürede Irak ve Afganistan’daki savaşlar ve 11 Eylül olaylarıyla ilgili yayınları yönetti. O, günümüze ait haberleri düzenleyip çarpıtmadan, tarihsel olayları düzenleyip manipüle etmeye doğru yön değiştirmiş.
Larrain'in filmi, Kennedy’nin Beyaz Sarayı ile Kral Arthur’un efsanevi Camelot mahkemesi arasında sıkça başvurulan benzerliği kullanmış. Can alıcı nokta, Portman’ın Jackie’si tarafından boğuk bir sesle şarkı tonunda söylenen, “Başka bir Camelot olmayacak” cümlesidir. Bu, yapımcılarının açıklamak için hiçbir gerekçe hissetmediği ve hiçbir çaba harcamadıkları bir ifadedir.
WSWS’nin, 35. ABD Başkanı’na yönelik suikastın 50 yılda yazmış olduğu gibi, “Başkan Kennedy suikastı ABD’nin modern tarihine kritik bir dönüm noktası olarak geçmiştir... John F.Kennedy, kamuoyunun zihninde, kendi yönetimini ABD’nin demokratik gelenekleriyle birleştirebilen son başkandı.... Kennedy hayranları, özellikle ölümünden sonra, onun yönetiminden ‘Camelot’ olarak söz ettiler. O, daha iyi bir şekilde, ‘Parlak ve ışıltılı bir yalan’ olarak betimlenebilirdi.”
Filmin bu konularla ilgili hiçbir fikri olmadığını söylemeye gerek yok.
Sayfanın başı
Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.
Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır
|