www.wsws.org/tr/2016/oct2016/pers-o10.shtml
Amerika Birleşik Devletleri, 7 Ekim 2001’de, Afganistan’daki İslamcı Taliban yönetimine ve ülkedeki El Kaide üslerine karşı büyük çaplı bir askeri saldırı başlatmıştı.
Afganistan istilası, çok sayıda katliamın gerçekleştiği bir savaştan başka bir şey değildi. ABD ordusu, bir dizi öldürücü silahı ve taktiği deneme fırsatını kullandı. Şüphelenilen sığınak ve mağara ağları, yedi metrelik betonu delebilen bombalarla yok edildi. Taliban savaşçılarının yoğunlaştığı düşünülen alanlar, 1.700 metrelik bir yarıçapı cehenneme çeviren “Papatya Kesiciler” ile yakılıp kül edildi ya da misket bombalarıyla bombalandı. El Kaide ve Taliban üyelerine suikast düzenleyen ABD, Britanya ve Avustralya özel kuvvetleri, ülkede kol gezdiler.
Binlerce Taliban tutuklusu, Mazar-el-Şerif ve Kunduz gibi kentlerde ABD destekli Kuzey İttifakı milislerince öldürüldü. Çoğu El Kaide ile hiçbir ilişkisi bulunmayan yüzlerce insan, işkence edilmek üzere Küba’daki Guantanamo Körfezi’ne veya CIA’in “siyah konumlar”ına gönderildi. Bush yönetimi, savaş suçlarını, kurbanlarının Cenevre Sözleşmeleri ile korunmayan “yasadışı düşman savaşçılar” olduğu iddiasıyla savundu.
Afganistan’daki katliamı, Washington’ın talebiyle, Pakistan’ın kuzeybatı aşiret sınır bölgelerindeki Pakistan askeri saldırıları izledi. Binlerce kişi katledildi; milyonlarca kişi evlerinden sürüldü. Sonraki yıllarda, ABD ordusu, hem Afganistan’ı hem de Pakistan’ın kuzeybatısını insansız hava araçlarından yapılan füze saldırılarıyla terörize etti.
Eskiden Taliban’ın başlıca destekçisi olan Pakistan hükümetinin uysallığı, özellikle kaba bir tutumla güvence altına alınmıştı. Eylül 2001’de, ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Richard Armitage, Pakistanlı yetkililere şöyle demişti: “Eğer bize karşıysanız, sizin o küçük beş para etmez ülkenizi bombalayıp taş devrine döndüreceğiz, tamam mı?”
ABD emperyalizminin temsilcileri ve savunucuları, hala, Afganistan’daki ve Pakistan’daki saldırının nedeninin, 11 Eylül 2001 terör vahşeti için El Kaide’ye adaleti dayatmak olduğunu iddia ediyorlar. ABD Başkanı George W. Bush, istilanın, “terörle mücadele”deki ilk savaş olduğunu ilan etmişti. Bush yönetimi, istilanın bahanesi olarak, Taliban’ın El Kaide’ye yataklık ettiği ve lideri Usame Bin Ladin’i iade etmeyi reddettiği suçlamasını ileri sürdü.
Bu gerekçeler, yalanlara dayanıyordu. Taliban ve Afganistan’daki El Kaide üyelerinin büyük çoğunluğu, İsrail’in yanı sıra ABD’nin Ortadoğu’daki başlıca müttefiki olan Suudi Arabistan egemen seçkinlerinin yardımıyla ABD’de faaliyet gösteren bir terörist hücre tarafından gerçekleştirilen 11 Eylül saldırılarına katılmamıştı. Saldırılar, El Kaide bağlantılı olduğu bilinen kişilerin faaliyetlerini izliyor olmasına rağmen, onların ticari uçakları kaçırmalarını önlemek için hiçbir şey yapmamış olan ABD istihbarat örgütlerinin fiili bir izni sayesinde başarıya ulaştı. 11 Eylül’deki kanlı eylemler, Amerika’nın uzun süredir planlanmış Afganistan ve 18 ay içinde de Irak istilalarının bahanesi olarak kullanıldı.
Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin (WSWS) 9 Ekim 2001’de yayınlanan “Afganistan’da savaşa neden karşı çıkıyoruz” başlıklı açıklaması, 11 Eylül’ü izleyen olaylar seline yönelik yayılan burjuva yorumların yüzeyselliğinin ve kana susamışlığının aksine, siyasi ve toplumsal gelişmelere yönelik Marksist bir yaklaşımın berraklığına tanıklık etmektedir.
Açıklama, daha baştan şöyle vurguluyordu: “ABD hükümeti, savaşı, Amerikan egemen seçkinlerinin geniş kapsamlı uluslararası çıkarları doğrultusunda başlattı. Peki, bu savaşın ana hedefi ne? Sovyetler Birliği’nin on yıl önce çökmesi, dünyadaki kanıtlanmış en büyük ikinci petrol ve doğalgaz rezerv yatağının bulunduğu Orta Asya’da siyasi bir boşluk yaratmıştı.”
WSWS’nin değerlendirmesi, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK), Doğu Avrupa’daki, Sovyetler Birliği’ndeki ve Çin’deki Stalinist rejimlerin kapitalist mülkiyet ilişkilerini restore etmelerinin ve bizzat SSCB’nin 1991’deki tasfiyesinin dünya-tarihsel sonuçlarına ilişkin çözümlemesine dayanıyordu.
WSWS yayın kurulu başkanı David North, 2006’da, 11 Eylül’ün beşinci yıldönümünde yaptığı bir konuşmada, şunları belirtmişti: “Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Amerikan egemen seçkinlerinin geniş kesimleri tarafından, Amerika Birleşik Devletleri’nin tartışmasız küresel jeo-stratejik egemenliğini kurmak için görülmemiş bir fırsat olarak yorumlandı. Sovyet Birliği’nin yokluğunda, Amerikan askeri gücünün dünyadaki herhangi bir yere yansıtılmasında hiçbir etkili kısıtlama mevcut değildi. Amerikan egemen seçkinleri, Amerika Birleşik Devletleri’nin ham askeri güç açısından ezici üstünlüğünün, ülkenin dünya ekonomik konumundaki uzun süreli gerilemesini dengeleyebileceğine inanıyordu.” (Savaşla Geçen Çeyrek Yüzyıl kitabının içinde, David North, Mehring Books, 2016, s. 375)
Afganistan işgali, Irak’a karşı 1990-1991 Körfez Savaşı’ndan, Ortadoğu’daki kalıcı ABD üslerinin kurulmasına; Afrika Boynuzu’ndaki ve Balkanlar’daki ABD müdahalelerinden 1999’da Sırbistan’a karşı savaşa ve 11 Eylül’ün hala açıklanmamış olaylarına kadar uzanan birbirine bağlı bir olaylar zincirinin parçası olarak anlaşılabilir.
El Kaide ile Taliban’ın kökleri, tam da, ABD emperyalizminin, Stalinist rejimin kapitalizmin restorasyonu yoluyla kendi ayrıcalıklı bürokratik kast konumunu koruma kararı almasını hızlandırmış olan, Sovyetler Birliği’ni zayıflatma ve istikrarsızlaştırma yönündeki eski entrikalarında yatmaktadır. CIA, 1978’den itibaren, Carter yönetiminin emriyle, Pakistan ve Suudi Arabistan ile işbirliği halinde, Sovyet güçlerini uzun süreli bir karşı direniş içine çekecek şekilde, Kabil’deki Sovyet destekli hükümete karşı savaş yürütmeleri için İslamcı köktendincileri finanse edip silahlandırdı. ABD hükümetinin destekledikleri arasında, Suudi milyoner Bin Ladin ve dünyanın dört bir yanından El Kaide (“Temel”) diye adlandırılan Pakistan kamplarına trenle getirilen Vahabi aşırılıkçılar bulunuyordu.
Reagan yönetimi, 1980’ler boyunca, İslamcı mücahitleri “özgürlük savaşçıları” olarak alkışladı ve Washington’ın kasten kışkırttığı Afganistan’daki Sovyet istilasını, Afgan halkına karşı bir suç olarak kınadı. Washington, geçtiğimiz 15 yıl, Afgan halkına karşı, Sovyetler Birliği’nin kalkıştıklarının çok ötesinde bir ölçekte şiddet uygulamıştır. ABD, şu anda 38 yıla ulaşan Afgan trajedisinin baş kışkırtıcısı olmuştur. Ölü ve yaralı sayısı, bir milyonun çok üstündedir. Altı milyondan fazla insan, Afganistan’ı dünyadaki en fazla sığınmacının çıktığı ülke yapacak şekilde, ülkeyi terk etmiştir.
“Terörle mücadele”nin, bizzat ABD içinde çok büyük sonuçları oldu. O, 2001 Vatanseverlik Yasası’nın, fiilen denetimsiz hükümet casusluğunun, süresiz gözaltının, askeri mahkemelerin, polis kurumunun arttırılmış askerileşmesinin ve Müslüman kökenli Amerikalılara toptan zulmedilmesinin bahanesi oldu. Bu önlemlerin gerçek amacı, teröristleri caydırmak değil; artan toplumsal ve sınıfsal karşıtlıkları bastırmak için devlet aygıtını güçlendirmektir. ABD’deki demokratik haklara yönelik saldırı, dünya çapında benzer politikalar için model olmuştur.
İstiladan on beş yıl sonra, Amerikan egemen sınıfı, yağmacı hedeflerinin çok azına ulaşmış olduğu gerçeğiyle karşı karşıya bulunuyor. Afganistan, ABD’nin savaştığı büyük bir farkla en uzun savaştır. O, 800 milyar dolardan fazlasına mal olmuştur. Binlerce Amerikan ve müttefik askeri öldürülmüş veya yaralanmıştır, ancak ufukta bir değişiklik görünmüyor. Taliban ve diğer işgal karşıtı milisler, yenilgiye uğramak şöyle dursun, ABD kuklası hükümete ve yabancı kuvvetlere karşı bir direniş yürütmeye devam ediyor. Güney Afganistan’ın tüm bölgeleri, onların kontrolü altında. Son haftalarda, kuzey kenti Kunduz’un kontrolü için şiddetli çatışmalar meydana geldi.
Afgan hükümeti, egemen tabakanın ayrıcalıklarını etnik-mezhepsel bölünmelere, uluslararası yardımın çalınmasına ve afyon-eroin ticaretine dayandırması nedeniyle, dünyadaki en yozlaşmış yönetimler arasındadır. Afgan kitlelerinin nefret ettiği ABD destekli yönetimin, 15.000 ABD ve Avrupa askerinin süregiden desteğinden mahrum kalması halinde çökeceği yaygın kabul görüyor.
Orta Asya’nın petrolüne ve doğalgazına gelince; yeni boru hatları inşa edildikçe gitgide Çinli enerji holdinglerinin kontrolü altına giriyor olsa da, bunların kullanımına hala Rusya hükmetmektedir. Diplomat’ta son dönemde çıkan bir yorum, şunu belirtiyordu: “Uluslararası Enerji Kurumu, eğer mevcut eğilim devam ederse, Çin’in, 2020’ye kadar, Orta Asya’nın enerji akışında batıdan doğuya belirleyici bir kaymaya işaret edecek şekilde, bölgenin petrol ve doğalgazının yüzde 50 kadarını ithal edebileceği tahmininde bulundu.”
Amerikan kapitalist sınıfının Afganistan üzerindeki hakimiyetini bırakma yönünde hiçbir niyeti bulunmazken, bugün ABD, giderek artan oranda, nükleer silahlı Çin ile Rusya’nın kendi küresel egemenliğine doğurduğu düşünülen tehdide son vermeye odaklanmaktadır. ABD emperyalizminin stratejistleri, eğer Avrasya’yı kontrol edeceklerse, coğrafi, siyasi ve askeri açıdan büyük kara parçalarına hükmeden bu iki ülkede bağımlı devletler kurmak zorunda olduklarına karar vermiş durumdalar. Büyük küçük her devlet daima endişe verici koşullarda kendi egemen seçkinlerinin çıkarlarını ileri sürme peşinde koşarken, gerilimler her yerde yükseliyor. III. Dünya Savaşı olasılığı, insanlığın üzerine çöküyor.
Gelecek, işçi sınıfına dayanan ve devrimci sosyalist bir perspektifin yol gösterdiği uluslararası bir savaş karşıtı hareketin geliştirilmesine bağlıdır. Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (ABD) 5 Kasım’da Detroit’te gerçekleşecek “Kapitalizme ve Savaşa Karşı Sosyalizm” konferansı, bu tür bir hareket uğruna mücadelede belirleyici bir adım olacaktır. Savaşa, kemer sıkmaya ve baskıya karşı çıkmak için bir yol arayan herkes, konferansa katılmak üzere bugün kayıt olmalıdır.