www.wsws.org/tr/2016/mar2016/pers-m13.shtml
Geçtiğimiz hafta eski devlet başkanı ve İşçi Partisi’nin (Partido dos Trabalhadores—PT) kurucusu Luiz Inácio Lula da Silva’nın Petrobras skandalı sarmalıyla bağlantılı olarak gözaltına alınması ve sorgulanması, yalnızca ülkenin iktidardaki partisinin değil ama bir bütün olarak Brezilya’daki burjuva egemenliğinin krizini yoğunlaştırmıştır.
Enerji holdingiyle [Petrobras] yapılan sözleşmeler karşılığında Brezilyalı inşaat firmalarından hediyeler ve komisyonlar aldığı iddia edilen Lula, Petrobras’taki yolsuzluğun “baş yararlanıcılarından biri” olmakla suçlanıyor.
Brezilya kapitalizminin başlıca partisi olarak ortaya çıkan, hem ülke içinde hem de yurtdışında egemen bir mali-şirket oligarşisinin çıkarlarını savunan PT, ülkenin Wall Street’e borcunu ödemek için sosyal kaynaklardan yüz milyarlarca doları sadakatle yönlendirdi ve on yılı aşkın bir süredir iktidarda.
İlk olarak Lula’nın, daha sonra ise onun kendi eliyle seçtiği şimdiki Devlet Başkanı Dilma Rousseff’in devlet başkanlıkları, büyük ölçüde Çin’in ve Hindistan’ın sanayileşmesi eliyle körüklenen görülmemiş emtia yükselişi ve Brezilya’nın başı çektiği “gelişmekte olan piyasalar”daki yabancı sermaye yatırımı çılgınlığı ile kesişmişti.
Bu geçici ekonomik ortam, Brezilya’dan Venezuela’ya, Bolivya’ya, Arjantin’e ve Ekvador’a, sol ulusalcı bir poz takınarak sınıfsal gerilimleri azaltmayı amaçlayan sınırlı sosyal refah programları sürdüren hükümetlere tanık olunan Latin Amerika’daki sözde “sola dönüş” için temel işlevi görmüştü.
Mali piyasaların eski sevgilisi Brezilya, Wall Street derecelendirme kuruluşları tarafından ıskartaya çıkarılırken; emtia yükselişi Çin büyümesinin yavaşlamasıyla duvara tosladı.
Brezilya’daki PT’nin krizi, tamamı kapitalist sistemin aynı küresel krizi eliyle yönlendirilen Venezuela’daki chavismo, Arjantin’deki Peronculuk ve Bolivya’daki Evo Morales’in Sosyalizme Doğru Hareket’i ile paralel ilerlemiştir.
Brezilya nüfusunun çoğunluğunun bütün bilinçli yaşamlarını İşçi Partisi yönetimleri altında geçirmiş olması ile birlikte, Latin Amerika’daki en büyük ülkeyi ve ekonomiyi yöneten PT, tüm bu siyasi hareketler içinde en önemlisi ve dayanıklısıdır.
Brezilya’nın 20 yıllık askeri diktatörlüğünü ölümcül biçimde istikrarsızlaştıran militan bir kitle grevleri dalgasının ardından 1980’de kurulan PT ve ona bağlı sendika federasyonu CUT, Brezilya işçi sınıfının devrimci mücadelelerini burjuva devlet egemenliğinin arkasına yönlendirmenin araçları olarak işlev gördüler.
PT’nin kurulmasında can alıcı bir rol, sendika görevlilerinin, Katolik aktivistlerin ve akademisyenlerin yanı sıra, işçi sınıfının kitlesel devrimci partisinin inşasına bir alternatif olarak İşçi Partisi’ni yücelten sahte sol örgütler topluluğu tarafından oynandı. Onların Avrupa’daki kopyaları, özellikle de tarihsel olarak Ernest Mandel’le tanımlanan revizyonist akım Birleşik Sekreterlik’le ilişkili gruplar, PT’yi uluslararası ölçekte benzer partilerin geliştirilmesi için bir model olarak desteklediler.
Şimdi Birleşik Sosyalist İşçi Partisi’nde (PSTU) örgütlü olan Morenocu eğilim de dahil olmak üzere, bu sahte sol grupların bazıları, PT giderek daha fazla sağa kayarken partiden atıldılar. Başlıca lideri Miguel Rossetto’nun tarımsal reform bakanı ve bugün de Rousseff’un özel kalemi ve baş sözcüsü olduğu Mandelci Democracia Socialista grubunu kapsayan diğerleri ise, parti içinde kalmayı başardılar.
Hem partiden atılan hem de partide kalan bu eğilimler tarafından oynanan kritik rol, bütünüyle gerici ve yozlaşmış bir kapitalist partiye “sosyalist” bir maske sağlamaktı. Onlar bunu yalnızca PT’yi destekleyerek değil; hepsi de Brezilya işçi sınıfının mücadelelerini yerli ve uluslararası sermayenin kar çıkarlarına tabi kılmaya hizmet eden CUT sendikalarını ve çeşitli ehlileşmiş “sosyal hareketler”i destekleyerek yaptılar.
Yaklaşık 35 yıl önce Brezilya’daki askeri diktatörlüğe karşı mücadelede ortaya çıkan devrimci hareketin tarihsel ihaneti, artık, nihai ifadesini, hızla derinleşen krizde ve önde gelen isimlerinin tamamı Petrobras’ı kuşatan rüşvet ve siyasi kazanç skandalında 2 milyar doları bataklığa sürükleyen PT rezaletinde bulmaktadır.
Geçtiğimiz hafta, Petrobras skandalıyla ilgili olarak geçtiğimiz Kasım ayında tutuklanmış olan Brezilya Senatosu’ndaki PT önderi Delcidio Amaral’ın federal savcılarla bir itiraf anlaşmasına vardığı yönünde haberler yayınlandı. Amaral, Lula’yı, şahitleri soruşturmada susturmaya kalkışmakla; Rousseff’i ise, milyonlarca dolarlık kazançların yetkililere, politikacılara ve PT’nin kasalarına geri akıtılmasıyla ve Petrobras’ın oldukça şişirilmiş bir fiyatla Texas Pasadena’daki eskimiş bir rafineriyi satın almasındaki anlaşma hakkında “tam bilgi”ye sahip olmakla suçladı. Rousseff, o sıralarda, petrol şirketinin yönetim kurulu başkanıydı.
Lula’nın sorgulanmasının yanı sıra, bu suçlamalar, Brezilya sağının Rousseff’i itham etme kampanyasını canlandırdı. Brezilya sağı, bu Pazar, PT’li devlet başkanının görevden alınması talep etmek için ülke çapında kitlesel gösteriler düzenlenmesi çağrısında bulundu. PT destekçileri de Lula’yı ve Rousseff’i savunmak için aynı gün miting çağrısında bulundular ve olası şiddetli çatışmalar konusunda uyarılar yapıldı.
Brezilyalı işçiler için, mevcut kriz, 1930’ların Büyük Bunalım’ından bu yana en kötü yıkıcı etkilere sahiptir. 2015’te, çoğu otomotiv ve ona bağlı sanayilerde, 1 milyonu aşkın iş yok edilmiştir. Milyonlarca genç, üniversitelerden hiçbir iş ümidi olmaksızın mezun oluyor. Durgunluğa doğru kayışı daha da şiddetlendirecek şekilde, hanehalkı harcamalarının geçtiğimiz yıl yüzde 4 azalmasının yanında, yüzde 10’luk enflasyon oranı reel ücretleri düşürdü.
Rousseff hükümetinin krize yanıtı, işçi sınıfının koşullarını daha da kötüleştirecek şekilde, emeklilik maaşlarına ve sosyal harcamalara saldıran bir dizi kemer sıkma programıdır. PT’nin sağcı muhalifleri görevi kötüye kullanma suçlamasını ilerletmeyi amaçlayan bir siyasi taktik olarak bu önlemleri engellerken, onların reçetesi de aynısı ya da daha kötüsüdür.
Burjuva ekonomistleri ve kapitalist düşünce kuruluşları, Brezilya ekonomisinin karşı karşıya olduğu asıl görevin, Brezilya halkının askeri diktatörlük sonrasında yürürlüğe girmiş olan 1988 anayasasında içerilen sınırlı sosyal haklarının da kazınması ve ülkenin uluslararası sermayenin dizginsiz egemenliğine açılması olduğu tezini ileri sürdüler.
Bu tür önlemler, barışçıl yollarla uygulanmaz. Geçtiğimiz hafta Lula’nın kısa süreli gözaltına alınmasını çevreleyen belki de en önemli gelişme, Brezilya’nın sağcı gazetesi O Globo’nun iki köşe yazarı tarafından bildirildi.
O Globo’dan Ricardo Noblat, Lula gözaltına alındığı sırada, Sao Paulo’daki bir ordu taburunun, protestoların kontrolden çıkması ihtimaline karşı alarm durumuna geçirildiğini bildirdi.
Noblat’a göre, “Ordu Yüksek Komutanlığı üyeleri, siyasi militanlar arasındaki çatışmalara en çok maruz kalan eyalet valilerini aradılar ve onları sosyal barışın korunması gerekliliğine hazırladılar.” Görevi kötüye kullanma suçlamaları lehinde yazan köşe yazarı, generallerin, “Anayasa’da öngörüldüğü gibi, yasa ve düzeni güvence altına almak için müdahale etmek üzere çağrılmak” istemediklerini ileri sürdü.
PT’ye karşı çıkan sağcı partilerin “krizden demokratik bir çıkış yolu bulmakta birleşmemesi” halinde “anayasal bir yozlaşma tehdidiyle karşılaşacağız.” uyarısında bulunan O Globo köşe yazarı Merval Pereira da, ordunun bu aynı anayasal “görev”ini hatırlattı. “Görev”, başka bir ifadeyle, askeri diktatörlüğe dönüştür.
İşçi Partisi ve onu destekleyen çeşitli sahte sol örgütler, Brezilyalı işçilerin karşı karşıya olduğu tehlikeli açmazın sorumlularıdır. Bu krize çözüm, işçi sınıfı içinde, sosyalist ve enternasyonalist bir perspektife dayanan ve PT ile onun savunucularının politikalarına karşı amansız bir mücadele içinde yaratılan yeni bir devrimci önderliğin inşası uğruna mücadelede bulunmalıdır.