World Socialist Web Site


Bugün Yeni
Olanlar

Haber ve Analiz
Tarih
Sanat Eleştirisi
Polemikler
Bilim
Bildiriler
Röportajlar
Okur Mektupları

Arşiv

DSWS Hakkında
DEUK Hakkında
Yardım

DİĞER DİLLER
İngilizce

Almanca
Fransızca
İtalyanca
İspanyolca
Portekizce
Lehçe
Çekce
Rusça
Sırp-Hırvat dili
Endonezyaca
Singalaca
Tamilce


ANA BAŞLIKLAR

Dünya ekonomik krizi, kapitalizmin başarısızlığı ve sosyalizmin gerekliliği
SEP/DSWS/TEUÖ bölgesel konferanslarında kabul edilen karar önergesi

Bush, Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya saldırması için yeşil ışık yaktı
Türk-Kürt çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar

Asya’da tsunami: neden hiçbir uyarı yapılmadı

Mehring Books’tan yeni bir kitap: Amerikan Demokrasisinin Krizi: 2000 ve 2004 Başkanlık seçimleri

Livio Maitan (1923-2004):
eleştirel bir değerlendirme

  DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz

Yazıcıya hazırla

Bernie Sanders ve “İskandinav modeli”

Jordan Shilton
29 Şubat 2016
İngilizce’den çeviri (26 Şubat 2016)

Kendisini “demokratik sosyalist” ilan eden başkanlık aday adayı Bernie Sanders, kısa süre önce Nevada’daki bir Demokratik Parti adayları tartışması sırasında sosyalizmden neyi kastettiği yönündeki soruya, İskandinav ülkeleri örneğinden bahsederek yanıt verdi.

Vermont senatörü, “Demokratik sosyalizmden söz ettiğimde, Venezuela’yı göz önüne almıyorum. Küba’yı göz önüne almıyorum. Danimarka ve İsveç gibi ülkeleri kastediyorum.” diye belirtti.

Sanders, Amerikan ve uluslararası işçi sınıfının siyasi radikalleşmesinin bir ilk işareti olarak, işçi ve gençlik kesimleri arasından kayda değer bir destek çekti. Sanders’ın Danimarka’yı ve İsveç’i ifade etmesi, onun “sosyalist” söyleminin ne denli sahte olduğunun sadece bir diğer örneğidir.

İskandinav ülkeleri Danimarka ve İsveç, Avrupa’daki ve Kuzey Amerika’daki “ilerici” çevreler arasında birkaç on yıl boyunca kutsal bir yer işgal ettiler. Argüman, sözde, bu toplumlar, kapitalizmin insanileştirilmesi ve onun en kötü aşırılıklarının devlet düzenlemesi, servet üzerinde yüksek vergiler, görece cömert sosyal hizmetler ve refah önlemleri ile kontrol edilmesi halinde ne kadar başarılı olabileceğini gösteriyor, diye devam eder.

Gerçekte ise, durum tam tersidir. 20. yüzyılda, bir süreliğine, özellikle de II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasındaki dönemde, işçi sınıfı, Keynesçi ekonomi politikalarının ulus devlet düzenlemelerini benimsemiş ve sendika bürokrasisi ile patron örgütleri arasında ortak yönetim kurumları tesis etmiş olan egemen sınıftan belirli tavizler elde etmişti. Reformlar, İsveç, Danimarka, Norveç ve Finlandiya’da daha da ileri gitmişti. Bununla beraber, bu tavizler, ileri görüşlü politikacıların yukarıdan bahşettiği sadakalar değildi; onlar, doruk noktası 1917 Rus Devrimi’nin zaferi olan sınıf mücadelesi yoluyla burjuvaziden sökülüp alınmıştı.

İsveç, 1930’lardan sonra, onlarca yıl boyunca Sosyal Demokratlar tarafından yönetildi. Sosyal Demokratlar, işçi sınıfının (devlet güçlerinin grevci işçilere ateş açarak beş kişiyi öldürdüğü 1931’deki açık çatışmalar dahil) militan grevlerine karşılık olarak sosyal refah reformları başlattı ve ulusal bir sağlık hizmetleri sistemi kurdu.

İsveç burjuvazisinin Alman savaş makinasına hammadde sağlayarak büyük ölçüde “tarafsız ülke” statüsünü koruduğu II. Dünya Savaşı’nın ardından, Sosyal Demokratlar ve sendikalar ortak bir yönetim sistemi uygulamaya koydular. Ulusal toplu sözleşmeler, karlarının büyük kısmını ekonomik faaliyete yeniden yatıran kapitalistlere istikrarlı ve kesintisiz bir emek arzını garantiye almaya hizmet etti. Buna karşılık, işçiler, azımsanmayacak ücret artışları, görece cömert hastalık izinleri, doğum yardımları ve emeklilik maaşları aldılar. 1998 yılında Uluslararası Emek Araştırmaları Enstitüsü tarafından yapılan ve savaşın hemen sonrasındaki on yıllar boyunca patronlar ve sendikalar arasındaki ilişkinin karakterini özetleyen İsveç’in çalışma ilişkileri modeli hakkında bir çalışma, şunu belirtiyordu: “Taraflar, boşanma imkanı olmaksızın bir mantık evliliği gibi birlikte yaşıyorlar.”

Bir dereceye kadar benzer koşulların geçerli olduğu tüm İskandinav ülkeleri, bütün bu dönem boyunca ABD emperyalizminin sadık müttefikleriydiler. Norveç, Danimarka ve İzlanda, NATO’nun kurucu üyeleriydi. İsveç, savaş sonrası dönem boyunca resmi olarak işlenmiş tarafsızlık görüntüsüne rağmen, NSA ifşaatçısı Edward Snowden’ın 2013’te yayınladığı belgeler tarafından da doğrulandığı üzere, Sovyetler Birliği’ne karşı ABD istihbarat operasyonlarının son derece önemli bir kaynağı olarak işlev gördü. İskandinav ülkeleri, Birleşmiş Milletler gibi emperyalizm yanlısı kuruluşlara hizmet etmek için orantısız şekilde çok sayıda diplomat ve görevli sağladılar.

İskandinav ülkeleri, küresel ekonomik gelişmelere, herhangi bir başka ülkeden daha az duyarlı olmadıklarını kanıtladılar. 1980’lerden itibaren, üretimin küreselleşmesi tüm ulusal reformist programların altını oyar ve burjuvazi, ABD Başkanı Ronald Reagan’ın ve Britanya Başbakanı Margaret Thatcher’ın önderlik ettiği karşı saldırısını başlatırken, art arda gelen İsveç hükümetleri kamu hizmetlerini ve refah önlemlerini eski haline getirmeye başladılar. Ürünlerinin satılması ve mali spekülasyon için giderek artan oranda küresel ekonomiye bağımlı olan egemen seçkinler, savaştan sonra hakim olan ulusal olarak düzenlenmiş çalışma ilişkileri sisteminin sürdürülmesinde artık bir çıkara sahip değillerdi.

Sosyal Demokrat hükümetler, 1990’lardan itibaren, sendikaların tam işbirliğiyle, kamu hizmetlerinin yok edilmesinde başı çektiler. İsveç’te, 1990’ların başındaki İskandinav bankacılık krizi sonrasında iktidara gelen Sosyal Demokrat hükümet, 1994’ten 2006’ya kadar görev yaptı ve sosyal refah harcamaları kesintilerinin yanı sıra eğitimde ve sağlıkta büyük çaplı özelleştirmeleri yönetti. Sosyal Demokrat hükümetin sağcı sicili, iktidara geldiğinde İsveç tarihindeki en büyük özelleştirme hamlesini başlatmış olan Ilımlı Partili Başbakan Frederick Reinfeldt yönetimi altındaki muhafazakar İttifak hükümetinin önünü açmaya yardımcı oldu.

Sosyal Demokrasi, Danimarka’da da, aynı şekilde hızla sağa kaydı. 1990’larda, [Sosyal Demokrat] Poul Nyrup Rasmussen hükümeti, sosyal refah harcamalarında kesintiler uyguladı ve Danimarka’nın, kıta çapında ücretlerin ve yaşam standartlarının düşürülmesi için bir düzenek olarak işlev gören avroya geçmesi için bastırdı. Bu hükümet, avro üzerine referandumu kaybetmesinin ardından 2001’deki seçimlerde iktidarı kaybettiğinde, Sosyal Demokratlar, aşırı sağcı, milliyetçi Danimarkalı Halkın Partisi’nin (DF) desteğine dayanan Anders Fogh Rasmussen’in Liberal Parti hükümetinin sağcı politikalarını sahiplendiler. Bu hükümet, Avrupa’daki en sıkı göçmenlik sistemini uyguladı ve Irak’ta ABD önderliğindeki emperyalist savaşı destekledi.

İsveç, geçtiğimiz yirmi yılda, eski tarafsızlık kalıntılarının tamamını terk etti. 2011’de Kaddafi rejimini deviren ABD önderliğindeki koalisyonun parçası olarak Libya’ya savaş uçakları gönderdi ve savunma harcamasını büyük çapta arttırmak ve İskandinav komşularıyla birlikte Rusya’ya karşı ABD önderliğindeki savaş yönelimine entegre olmak için, Kiev’de Washington’ın ve Berlin’in destek sağladığı faşistlerin öncülük ettiği darbe eliyle tetiklenen Ukrayna krizine sarıldı (Bknz: “İskandinav ülkeleri Rusya’yı hedef alan savunma işbirliği anlaşmasını imzaladı”). Bu yılın başında, İsveçli üst düzey bir general, ülkenin birkaç yıl içinde savaşta olabileceği uyarısında bulundu.

İsveç, ayrıca, ABD emperyalizminin Afganistan ve Irak işgallerindeki en kötü suçlarından bazılarını ifşa eden WikiLeaks kurucusu Julian Assange’a yönelik ABD öncülüğündeki cadı avında kritik bir rol oynadı.

İskandinavya’daki çarpıcı sağa kayış, küresel mali seçkinlerin önde gelen temsilcileri arasında coşkulu bir karşılık buldu. Serbest piyasa yanlısı Economist dergisinin eski editörleri John Micklethwait ve Adrian Wooldridge, 2014’te yayımlanan Dördüncü Devrim: Devleti Yeniden Oluşturmak İçin Küresel Yarış [The Fourth Revolution: The Global Race to Reinvent the State] kitabında, İsveç’i, gelecek için model olarak alkışladılar. Thatcher ile Reagan’ın işçi sınıfına karşı yürüttüğü saldırının yeterince başarıya ulaşmadığı yönündeki görüşleriyle açık bir şekilde sağcı yönelimlerini ortaya koyan yazarlar, şöyle yazıyorlardı: “Stockholm’ün sokakları, kutsal ineklerin kanı ile yıkanıyor. Yerli düşünce kuruluşları, refah girişimcileri ve yalın yönetim hakkındaki taze fikirlerle dolup taşıyor. Gerçekten de, İsveç, politikacıların yapmaları gerektiğini bildikleri ama girişme cesaretine nadiren sahip oldukları işlerin çoğunu yapmıştır.”

İçeride işçi sınıfına yönelik saldırılar ve dışarıda savaş yönündeki ikili politika, hem İsveç’teki hem de Danimarka’daki toplumların giderek artan oranda kutuplaşmasıyla sonuçlandı. 2014 yılındaki bir çalışma Danimarka’da en zengin yüzde 1’in toplam servetin neredeyse üçte birine sahip olduğunu gösterirken, İsveç, son yıllarda OECD ülkeleri arasında toplumsal eşitsizlikte en hızlı artışlardan birine tanık oldu.

İşsizlik ve yoksulluk, göçmen nüfusları arasında çok daha belirgindir. Malmö’nün ve Stockholm’ün kimi banliyölerinde işsizlik oranının ülke ortalamasının iki katına çıktığı İsveç’teki toplumsal öfke, bir polis memurunun Portekizli bir göçmeni vurmasının ardından 2013 yazındaki ayaklanmalarda patlak verdi. Sendikalar, buna, hükümete yaptıkları, göçmen emeğinin ülkeye girişini kısıtlama çağrılarıyla milliyetçi düşünceleri canlandırarak karşılık verdiler.

Danimarka’nın sınırları içinde, Avrupa’daki en acımasız göçmenlik sistemi kurulmuş durumda. Danimarka parlamentosu, Ocak ayında, Avrupa tarihinin en karanlık dönemini hatırlatan bir kriter olarak, sınır polislerine, sığınmacıların değeri 10.000 krondan (1.340 avro) fazla olan kişisel eşyalarına el koyma izni veren bir yasayı kabul etti. O zamanda beri, polislerin, sığınmacıların cep telefonlarına el koyduğu ve güvenlik gerekçesiyle haftalarca geri vermeyi reddettiği yönünde suçlamalar yapılıyor.

Sosyal Demokratların ve sendikaların eylemleri, her iki ülkede de popülerlik kazanmakta olan aşırı sağın ekmeğine yağ sürmüştür. Danimarkalı Halkın Partisi, geçtiğimiz yılki seçimlerden, göçmen karşıtı şovenizme ve Danimarka milliyetçiliğine dayanarak ikinci büyük parti olarak çıktı. Açık bir şekilde faşist kökenli bir parti olan İsveçli Demokratlar, Stefan Löfven’in mevcut Sosyal Demokrat-Yeşiller hükümetinin öncülüğünde bütün düzen partilerinin sığınmacılara yönelik kışkırttığı korku ikliminin ardından, anketlerde yüzde 20 civarında seyrediyor.

Dolayısıyla, Sanders’ın İsveç’ten ve Danimarka’dan “demokratik sosyalizm”in örnekleri olarak söz etmesi, muhtemelen Vermont senatörünün planlamış olduğundan daha fazlasını açığa vurmaktadır. O, kampanyası boyunca, ulusalcı bir yurtiçi ekonomi politikasının tanıtımını yaparken, ABD’nin Ortadoğu’daki savaşları dahil emperyalist dış politikasını bütünüyle onayladığını açıkça ortaya koymuştur. Derinleşen bir küresel kapitalist kriz koşulları altında, bu tür bir programın sağcı ve işçi sınıfı karşıtı doğası, İskandinav ülkelerinde yaşananlar eliyle kanıtlanmaktadır. Eklemek gerekir ki, militarizmin, göçmen karşıtı şovenizmin ve polis devleti baskısının gerici güçleri, bir Sanders başkanlığı yönetimi altındaki ABD’de, dünyanın en güçlü emperyalist gücüyle karşılaştırıldığında küçük oyuncular olan gerek İsveç’te gerekse de Danimarka’da olduklarından kat kat daha güçlü ortaya çıkacaklardır.

Sanders’ın kampanyasının İsveç ve Danimarka’dan ilerici yol göstericiler olarak bahsetme yeteneğine, bu tür iddialara “sosyalist” bir örtü sağlamakla meşgul olan onun sahte sol amigoları tarafından yardımcı olunmuştur.

Uluslararası Sosyalist Örgüt’ün (ISO) socialistworker.org web sitesindeki “Sosyalizm: İsveç’teki gibi demek istiyorsunuz” başlıklı bir makale, bu konuda bir örnektir. Makale, Sanders’ın, “İskandinav sosyal demokrasisinin erdemleri”ne başvurmasından “taze bir nefes” diye övgüyle söz ediyordu. Yazarlar, “İskandinav Sosyal Demokrasisinin işçi sınıfından insanlar için pek çok faydası vardır ve o, özünde küçük bir reform kazanmak için bile, ABD’deki işçiler için geniş çaplı bir ilerlemeyi temsil edecektir.” diye sürdürdüler.

Gerçek şu ki, İskandinavya’daki işçilerin 20. yüzyılda geçici ödünler kazanması, istisnai ekonomik ve siyasi koşullar eliyle mümkün kılınmıştı: Ekim Devrimi’nin ve işçi sınıfının militan mücadelelerinin ardından burjuvazi içindeki sosyalist devrim korkusu ve belirli ulusal reformist önlemleri mümkün kılan, Stalinistlerin işçi sınıfı hareketlerine ihanetleri sayesinde II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin finanse etmesi ile küresel kapitalizmin yeniden istikrara kavuşması.

Benzer reformların bugün de elde edilebileceğine dair herhangi bir yanılsamanın ölümcül olduğu kanıtlanacaktır. 1930’ların Büyük Bunalım’ından bu yana en derin kapitalist kriz koşulları altında, kar sistemine ilerici bir görünüm sağlama yönündeki bütün girişimler, yalnızca, kemer sıkma ve savaş yönelimini kolaylaştırmaya hizmet etmektedir.

 

Sayfanın başı

Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.



Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır