www.wsws.org/tr/2016/apr2016/aust-a05.shtml
Britanya’daki Bütçe Sorumluluğu Bürosu’nun (OBR), bu ayın başında, Maliye Bakanı George Osborne’un son bütçesinin öngününde yayınladığı rapor, Cameron hükümetinin kemer sıkma gündeminin arkasındaki ekonomik itici güçleri ve bu programa Jeremy Corbyn önderliğindeki İşçi Partisi’nin desteğini açığa vuran bir ışık tutuyor.
Rapor, 2008’deki küresel mali kriz patlamasından yaklaşık sekiz yıl sonra, Britanya’daki ve uluslararası ölçekteki işçi sınıfına yönelik saldırıların neden sürmekte olduğuna ve herhangi bir ekonomik büyümeye bağlı olmaksızın neden derinleşeceğine açıklık getirmeye yardımcı oluyor.
Rapor, işçi başına ürün seviyesini ölçen üretkenliğin, geriye dönen tahminlerin ortasında sürekli olarak artmakta başarısız olduğunu belirtti. OBR Başkanı Robert Chote’a göre, 2015’te umut belirtileri vardı, fakat bu, “bir başka geçici iyimserlik gibi görünüyor.”
Rapor, “Zayıf üretkenlik artışı döneminin kriz sonrası uzamaya devam etmesi ile birlikte, bu konuya gelecek beklentileri için güvenilir bir rehber olarak daha fazla ağırlık verdik.” diye belirtti. Bu değerlendirmenin sonuçları, Chote tarafından anlaşılır bir şekilde açıklandı. O, “Ekonomik gelişmeler beklentilere dair hayal kırıklığı yarattı ve ekonominin ve kamu maliyesinin görünümü bariz bir şekilde zayıf görünüyor.” dedi.
Bu, ekonominin durgunlaşmaya devam etmesi ile birlikte (OBR, Britanya ekonomisinin, bu yıl, ekonomik kriz öncesindeki yüzde 2,75 oranına kıyasla yüzde 2,1 büyüyeceğini tahmin ediyor), sağlık, emeklilik maaşları ve sosyal hizmetlere yönelik kamu harcamalarının, basitçe kaynak mevcut olmadığı gerekçesiyle daha fazla kesileceği anlamına geliyor.
Bunun, ücretler için sonuçları, daha az önemli değildir. Bir tahmine göre, ortalama ücretler, en az 2020-21’e, yeni mali krizin yaklaşık 12 yıl sonrasına kadar önceki en üst seviyelerine ulaşamayacak.
Chote, genel durumun, “düşük petrol fiyatlarının desteklemesine rağmen, ekonomik büyümenin 2015 boyunca ivme kaybetmesi” eliyle karakterize edildiğini söyledi.
Financial Times köşe yazarı Martin Wolf, OBR değerlendirmesi üzerine bir yorumda, üretkenlik görünümü, “Britanya halkının ekonomik beklentilerini etkileyen en önemli ekonomik belirsizlik” idi, diyordu.
O, uzun vadeli eğilimleri çıkararak, şöyle sürdürdü: “OBR, en son tahmininde, Birleşik Krallık üretkenlik seviyelerinin, 2020’de, Temmuz 2010’da umulmuş olandan yüzde 6,2; Mart 2014’te umulandan ise yüzde 2,5 daha düşük olmasını bekliyor. Ancak içlerinde en büyük düşüş, kriz öncesi iyimserlik hakkında: OBR’nin son potansiyel üretim tahmini, Hazine’nin Mart 2008 tahmininin yüzde 15 altında. Benzer düşüşler, ABD’nin resmi tahminlerinde de ortaya çıkmış durumda.”
Ve bu sadece ABD ile sınırlı değil. OBR’nin Britanya ekonomisine ilişkin değerlendirmesinde özetlediği eğilimler, Avrupa’daki, Japonya’daki ve Avustralya gibi ülkelerdeki herkesi etkiliyor. Bunlar, yatırım ve altyapı harcamalarının ekonomiye bir zamanlar olduğu gibi toptan destek sağlamadığı Çin’de de mevcuttur. Çin son dönemde istikrarlı bir ekonomik gelişme özelliğine sahipti.
Bu eğilimlere ve onların ekonomik ve siyasi sonuçlarına ilişkin bir değerlendirme yaparken, kapitalist ekonomi çalışmaları içine gizlenen aldatmacaları boşa çıkarmak gerekiyor.
Bu aldatmacaların temeli, ekonomik eğilimlerin belirli bir toplumsal ve ekonomik düzenin (üretim araçlarının özel mülkiyeti ve özel kar için maliye ve üretim) ürünü olmadığı ama “doğal” ekonomik gelişmelerin sonucu olduğu yönündedir. Hükümet liderleri tarafından ileri sürülen, sayısız ekonomi uzmanı, analist ve yorumcu tarafından desteklenen bu görüş sebebiyle, düşük üretkenlik, zorunlu olarak, bunları sürdürmek için basitçe kaynak olmadığı gerekçesiyle sosyal hizmetlere yönelik kamu harcamalarının kesilmesi gerektiği anlamına gelmektedir. Kullanıma hazır para olmadığı için kemerler daha fazla sıkılmalı, emeklilik maaşları ve ödenekler azaltılmalı ve eğitim payı kesilmelidir.
Elbette, bu savlar, askeri harcamalar için milyarlarca dolar sağlandığı ve merkez bankalarının tam da kar amaçlı spekülasyonları daha en başta krize yol açmış olan bankaların ve finans kurumlarının faaliyetlerini desteklemek için görünüşe göre sınırsız arz sağlaması gerçeği eliyle derhal yalanlanmaktadır.
Ancak bu hikayenin sonu değil, daha sadece başlangıcıdır. Sonu gelmeyen kemer sıkmanın ekonomi politiği, hükümetler, merkez bankaları ve mali makamlar tarafından uygulanıyor olsa da, bizzat kapitalist ekonominin temellerinden kaynaklanıyor.
Kapitalist üretim biçimi, bir tür “doğal” ekonomik düzen değildir: insanlık, Afrika’da ağaçlardan ovalara inip ücretli işçiler, fabrika sahipleri ve bankerler biçiminde sınıflanmadı. Bu, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve başlıca ölçüsü kar oranı olan kar birikimi güdüsüne dayanan tarihsel olarak gelişmiş bir sosyo-ekonomik düzendir. Bu oran, toplam kar kütlesi ile onu güvenceye almak için harcanmış toplam sermeye arasındaki ilişki eliyle belirlenir.
Tek tek firmaları değerlendirmekten ziyade, bir bütün olarak kapitalist ekonominin daha kapsamlı bir görünümü ele alındığında, kar oranı, iki faktöre bağlıdır. İlk olarak, o, bir bütün olarak ulusal gelirin paylaşımıyla belirlenir: bir tarafta karlar, diğer tarafta, servetten bir kesintiyi temsil eden, aksi durumda sermaye sahipleri için kullanıma hazır olacak olan ücretler ve sosyal hizmet ödemeleri.
İkinci temel faktör, yeni tesislere ve donanıma harcanan sermaye ile bunun üretici güçlerdeki artışın bir sonucu olarak meydana getirdiği ulusal gelir arasındaki ilişki. Üretkenlikteki bir artış, verili bir yatırım miktarının, işçi başına daha fazla ürün üretmesi ve dolayısıyla ulusal gelir artışı anlamına gelir.
Ancak bu tür bir yatırım, toplumsal ihtiyaçlar eliyle değil, kar güdüsü tarafından belirlenir. Eğer kar oranları aşağı yönlü ise, o halde yeni yatırımlar budanacak ve işçi başına ürünle ölçülen üretkenlik azalma eğilimine girecek ve ekonomi ya durgunlaşacak ya da küçülecektir.
Bu, 2008’den beri tüm büyük ekonomilerdeki istikrarlı eğilim olmuştur; bunun sonucunda, örneğin Avrupa’da, yatırım oranları kriz önce eğilimin yüzde 25 kadar altındadır. Sonuç olarak, üretkenlik oranları, yatırımın daha da azaltılması sonucu ile birlikte, çok daha aşağıya doğru yöneliyor. Bir kısır döngü başlamış durumda. Düşük kar oranları, üretkenlik artışlarını azaltacak ve kar oranını daha da düşürecek şekilde, yatırımda kesintileri beraberinde getiriyor.
Sonuç olarak, şirketler, merkez bankalarının sağladığı aşırı ucuz paradan şirket birleşmeleri ve şirket satın alımları, hisse senedi geri alımları ve emlak piyasasında yatırımlar için yararlanarak, biriktirdikleri karları yeniden yatırmak yerine, ellerindeki nakitleri mali piyasalardaki spekülatif faaliyetleri için kullanıyorlar. Bu tür bir asalaklık tekil firmaların kar-zarar hanesini yukarıya çekerken, bir bütün olarak reel ekonomide daha fazla durgunluğa yol açıyor.
Amansız kemer sıkma yönelişinin nedeni, burada yatmaktadır. Tam da kar sisteminin işleyişinin yatırımda kesintilere yol açtığı ve reel ekonominin durgunlaştığı, hatta daraldığı koşullar altında, kapitalist hükümetler sosyal hizmetler için “para olmadığı” konusunda ısrar ediyor. “Ülke, ayağını yorganına göre uzatmayı öğrenmeli.” onların ebedi kutsal sözüdür.
Ancak aldatmacalar bir kez parçalandı mı, gerçek süreçler açığa çıkar. Kar oranı, daha önce belirtmiş olduğumuz gibi, iki faktör tarafından belirlenir: yatırım eliyle oluşturulan ulusal gelirdeki artış ve gelirin, sermaye sahipleri ile servetin yaratıcısı olan işçi sınıfı arasındaki bölüşümü.
Yatırımlarda kesinti yapılan ve bu nedenle üretkenlik artışının ve dolayısıyla ulusal gelirin düşme eğilimine girdiği koşullar altında, kar oranları, yalnızca, şirketlere ve finans kurumlarına akan ulusal gelir kısmının arttırılmasıyla ayakta tutulabilir ve yükseltilebilir. Bu sonuca, emekçi halk kitlesine giderek artan yoksullaşmanın dayatılması yoluyla ulaşılır.
Sonu gelmeyen kemer sıkma, “doğal” bir gelişme değildir. O, kar sisteminin, tam da bir kutupta olağanüstü bir servet; diğer kutupta ise yoksulluk ve sefalet üreten işleyişinin acımasız mantığının sonucudur.
Bu, bizzat kapitalist ekonominin temellerinden kaynaklandığı için “reform” çağrıları yoluyla değil, ancak Marx’ın vurguladığı gibi, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” yoluyla kırılabilir. Bu, üretim araçlarının ve maliyenin özel mülkiyetinin sona erdirilmesi, demokratik denetim altında kamu mülkiyetinin kurulması ve insan ihtiyacına dayanan planlı bir sosyalist ekonominin inşa edilmesi anlamına gelmektedir.