DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz : Bölgesel haberler
Yazıcıya hazırla
Militarizme ve savaşa karşı mücadele için siyasi temeller
Nick Beams
7 Nisan 2012
İngilizceden çeviri (26 Ağustos 2006)
Aşağıdaki rapor, Nick Beams tarafından, Avustralya Sosyalist Eşitlik Partisinin (SEP), İsrailin ABD desteğinde Lübnana karşı başlattığı savaşa karşı Sidney ve Melbournede 22 ve 24 Ağustos 2006 tarihlerinde düzenlediği toplantılara rapor olarak sunulmuştur. Nick Beams, SEPin ulusal sekreteri ve Dünya Sosyalist Web Sayfasının Yayın Kurulu üyesidir.
Bu toplantıdaki görevim, Lübnana yönelik ABD-İsrail savaşından kaynaklanan kimi geniş siyasi perspektif sorunları ele almak olacak. Öncelikle, şimdi emperyalist militarizmin ve şiddetin patlamasına karşı geliştirilmesi gereken siyasi programın asli bileşenlerinin adını koyalım.
Bu dönemin göze çarpan ve birbiriyle bağlantılı iki özelliği var. Bunlardan birincisi, uluslararası hukukun bütün kurallarının ayaklar altına alınması vealtüst edilmesidir. İkincisi ise şimdi çeşitli hükümetlerin propaganda aracı olmaktan başka bir işleve sahip olmayan kitlesel medyanın yerlere kapanmasıyla birlikte önde gelen bütün hükümetler tarafından söylenen yalanların çapıdır. Başka hiçbir dönem içinde bulunduğumuz döneme, sonunda 1939da II. Dünya Savaşına yol açmış olan 1930lu yıllardan fazla bezemiyor.
O dönemde, küresel istikrarsızlığın başlıca kaynağı, Alman ve Japon emperyalizminin, başlıca rakipleri Britanya İmparatorluğu ile ABD karşısında uygun olmadıklarını düşündükleri konumlarını değiştirme yönelimiydi.
Avrupada, I. Dünya Savaşında müttefikler tarafından yenilgiye uğratılmış olan Alman emperyalizmi Versay Anlaşmasını bozarak konumunu yeniden yükseltme peşindeydi. Onun amacı, Avrupa kıtasında egemen bir konum elde etmek ve bu yolla ABD ile Büyük Britanyanın yanında bir dünya gücü olarak yer almaktı.
Doğuda, bizzat kendisinin sömürgeleştirilmesini önlemeye çalıştığı için imparatorluk ve sömürgelere sahip olma yönelimine geç girmiş olan Japon emperyalizmi, Tayvanda, Korede ve Çinde sömürgelerle birlikte Doğu Asya üzerinde egemenliğini kurma arayışındaydı. O er ya da geç ABDnin çıkarlarıyla çatışmaya girecek, böylece, o zamana kadar Avrupada bir savaş olan şeyi dünya çapında bir çatışmaya dönüştürecekti.
Bugün, başlıca saldırgan rolünü, kendi küresel egemenliğini askeri yollarla kurma peşinde olan ABD oynuyor. Bunun nasıl meydana geldiğini anlamak için, geçtiğimiz altmış yılın başlıca gelişme eğilimlerini kısaca da olsa ele almak gerekiyor.
Müttefiklerin Almanya ve Japonya üzerinde II. Dünya Savaşında elde ettikleri zafer, yirminci yüzyılın ilk elli yılına damgasını vurmuş olan emperyalistler arası çatışma dönemine son vermişti. Bir yandan, ABDnin ekonomik ve askeri üstünlüğü üzerinde temellenmiş yeni bir ekonomik ve siyasi denge kuruldu; öte yandan, dünyanın Soğuk Savaş adı altında bölünmesi gerçekleşti.
ABDnin büyük emperyalist güçler arasındaki rakipsiz konumu, basitçe, hatta asıl olarak onun askeri üstünlüğüne dayanmıyordu. O, ABDnin ekonomik gücünü bir bütün olarak kapitalist ekonominin büyümesine bir zemin oluşturmak için kullanma becerisi üzerine kuruluydu.
Bu genel büyüme yalnızca harabeye dönmüş Avrupanın yeniden canlanmasına yol açmadı. O, aynı zamanda, bizzat ABDnin ekonomik sağlığı ve esenliği için de yaşamsal öneme sahipti. Eğer 1930ların deneyimi herhangi bir şeyi kanıtladıysa, bu ABD ekonomisinin Kuzey Amerikanın kaynaklarına ve pazarlarına dayanarak daha fazla gelişemeyeceği, bütün dünyaya ihtiyacı olduğuydu.
Başka şekilde ifade edersek, ABD, savaş sonrası dönemdeki egemenliğini yalnızca diğer önde gelen kapitalist devletleri ekonomik olarak yeniden kurduğu ölçüde güvence altına alabilirdi. Bununla birlikte, o, bunu yaparak, kendi göreli ekonomik üstünlüğünün de altını oydu. Savaş sonrası dengenin temelinde var olan ve onun çökmesine yol açacak olan çelişki burada yatıyordu.
ABDnin gerilemesini izlerken, iki yıl -1971 ve 1989- dikkat çeker. Ağustos 1971de, ABD Başkanı Nixon Amerikan dolarına olan altın desteğini çekti ve savaş sonrası büyümenin zeminini oluşturmuş olan sabit kur sistemini paramparça etti. Bretton Woods adı verilen parasal sistemin ölümü, ABDnin göreli gerilemesinin çarpıcı bir ifadesiydi.
Savaş sonrasında, doların, bir ons altın karşılığı 35 dolar olarak altında çevrilebilirliği üzerine kurulu o sistem oluşturulduğu zaman, ABDnin çok büyük üstünlüğü, dünya ekonomisindeki merkezi sorunun dolar edinme olduğu anlamına geliyordu. Çeyrek yüzyıl sonra, Nixon altın gişesini kapattı; çünkü ABD artık dünyanın geri kalanında dolaşan dolarları bedelini verip geri alamıyordu. Bu karar, ABDnin bir yandan hala egemen güç olmakla birlikte, onun göreli üstünlüğünün altının oyulma sürecinde olduğunu ifade ediyordu.
Berlin Duvarının yıkıldığı 1989 yılıyla birlikte, ABD en fazla kredi sağlayan ülke olmaktan çıkmış, dünyanın en büyük borçlusu haline gelmişti. Bununla birlikte, bu önemli güçsüzlük, Doğu Avrupadaki Stalinist rejimlerin çökmesini ve ardından Sovyetler Birliğinin 1991de ortadan kalkmasını izleyen zafer gösterileri eliyle bir süre örtüldü.
SSCBnin sonu, ilk bakışta ABDnin ve genel olarak kapitalist sistemin tarihsel zaferini ifade ediyormuş gibi göründü ve bu, her yerde yüksek sesle ilan edildi.
Gerçekte, o, savaş sonrası dönemde dünya politikasının düzenlenmesinde son derece belirleyici rol oynamış olan Soğuk Savaş üzerine kurulu siyasi yapıların sonuna işaret ediyordu. Soğuk Savaşın sonu, yeni bir barış dönemini açmak yerine militarizmin sürekli artan ölçekte patlamasına tanık oldu. Bu süreç hiçbir yerde Ortadoğuda olduğundan daha belirgin değildir.
ABD ve Ortadoğu
Ortadoğu ve onun zengin petrol kaynakları üzerinde denetim, ABD için her zaman son derece önemli olmuştur. 1943te, Ortadoğunun petrol rezervlerinin çapı belli oluğunda, Roosevelt yönetimi, Suudi Arabistanın güvenliğinin ABDnin stratejik çıkarlarını ilgilendirdiğini açıklamıştı. Roosevelt, Şubat 1945te, II. Dünya Savaşının son günlerinde ve ölümünden haftalar önce, ABDnin petrol sağlanmasının devamı karşılığında Suudi Sarayının güvenliği sağlayacağı ve koruyacağı savaş sonrası ilişkilere zemin oluşturmak üzere Suudi kralı ile buluştu.
1953te, petrolün önemi, CIAnın bir darbe örgütlediği İrandaki gelişmeler eliyle vurgulandı. Darbe Britanyalı şirketlerin petrol alanlarını ulusallaştırmaya yönelmiş olan başbakan Musaddıkın ulusalcı hükümetini devirdi ve Muhammed Rıza Pehleviyi yeniden Şah olarak başa geçirdi. Şah rejimi, ABDden sağlanan çok büyük miktarda silahla, İran Körfezinin gardiyanı haline geldi.
1970lerin başlarında işler değişmeye başlıyordu. Eski ekonomik düzenin çökmesine ve Ortadoğuda ulusalcı güçlerin yükselişine, ilk olarak, fiyatların birkaç ay içinde dörde katlandığı 1973-74 petrol krizi eşlik etti. 1975 yılında, Harpers dergisinde "Arap Petrolünü Kapmak" başlıklı bir makale yayınlandı. Bu makale, ana hatlarıyla ABDnin Arap petrol alanlarını ele geçirip işleterek kendi sorunlarını nasıl çözebileceğini anlatıyordu. Benzer makaleler başka dergilerde yayımlandı. Bu makalelerin hepsi, ABD Dışişleri Bakanı Hennry Kissinger tarafından verilen bilgilendirme toplantılarına dayanıyordu.
Amerikan yönetiminin sorunu, ABDnin İran Körfezinde bir askeri üsse sahip olmamasıydı. 1979da, ABD, Şahın devrilmesiyle ve petrol fiyatlarının yeniden yükselmesiyle birlikte büyük bir darbe yedi. Carter, "herhangi bir dış gücün İran Körfezini denetim altına almaya yönelik bir girişimi Amerika Birleşik Devletlerinin yaşamsal çıkarlarına yönelik bir saldırı olarak değerlendirilecektir" diyerek, Körfezi ABDnin etki alanı olarak tasarladı. O, bu tehdidi püskürtmek için bir acil müdahale gücü oluşturdu.
1980ler boyunca, ABD, İran-Irak savaşı sırasında Saddam Hüseyin rejimini destekleyerek İranı istikrarsızlaştırma peşinde koştu. Iraka, ABDden, kimyasal silahların üretimi için, şarbon da dahil, biyolojik maddeler sağlandı ve cepheye ilişkin istihbarat verildi. ABDde çiftçilere ürettikleri tahıl karşılığında ipotekli kredi veren Commodity Credit Corporation aracılığıyla 1983-1990 yılları arasında aktarılan en az 5 milyar dolar ile onun savaşı sürdürmesini mümkün kılan önemli bir ekonomik yardım sağlandı.
Sekiz yıllık savaşın sonunda, 40 milyar dolardan fazla borçla karşı karşıya kalan Irak rejimi, çok ciddi mali kaynak ihtiyacı içindeydi. Şimdi onun altı, OPEC kotalarının dışında petrol satan ve aynı zamanda Irakın alanlarından petrol çıkartan Kuveyt rejimi tarafından oyuluyordu. Saddam Hüseyin, Temmuz 1990da Amerikan büyükelçisi April Glaspieye ABDnin Irak-Kuveyt anlaşmazlığına ilişkin tutumunun ne olacağını sorduğunda, ona, Irakın Kuveyt ile olan sınır anlaşmazlığı gibi Arapların kendi aralarındaki anlaşmazlıklara ilişkin herhangi bir görüşü olmadığı söylendi. Bu bir izin olarak algılandı.
Bununla birlikte, Irak Kuveyte saldırdığında ABD kendi Körfez Savaşı koalisyonunu örgütledi. Bu savaş ABD ordusuna stratejik önemde bir açılım sağladı. O, 1991e kadar, hiçbir Arap Körfezi ülkesini kendi toprakları üzerinde Amerikan üslerine izin vermeye ikna edememişti. Körfez Savaşının başlamasıyla birlikte, Suudi Arabistan ve diğer devletler, doğrudan Amerikan askeri varlığına daha fazla karşı çıkmadılar.
1990-91 Körfez Savaşı, yalnızca Kuveyti değil Suudi Arabistanı ve diğer ülkeleri de tehdit eden Irak rejiminin Ortadoğunun diktatörü haline gelme yönündeki çabalarına karşı küçücük Kuveyt ulusunun bağımsızlığı için girişilmiş bir savaş gibi sunuldu. Saddam Hüseyini yeni bir Hitler gibi şeytanlaştırmak için hiçbir çaba esirgenmedi.
Gerçekte, savaş yeni bir sömürgecilik döneminin başlangıcını ifade ediyordu. O, anlamlı bir biçimde, Birleşmiş Milletlere rağmen değil ama onun himayesinde gerçekleşti. IV. Enternasyonalin Uluslararası Komitesinin (DEUK) o zaman belirttiği gibi:
"Emperyalistler, Irakı yıkma ve yağmalama azminde şaşırtıcı bir amaç birliği sergilediler. Emperyalist kışkırtıcılığın fazlasıyla hastalıklı merkezi Birleşmiş Milletlerdeki oturumlar, Güvenlik Konseyinin kapısının önünde eyleme geçmek üzere sıraya girmiş çok sayıda burjuva diplomatlarla, bir askeri genelev kadar saygındılar. Birleşmiş Milletler tarafından yapılan Iraka yönelik saldırı çağrısına yalnızca Britanya, Fransa, Almanya ve Japonya değil, bir sürü küçük emperyalist devlet de (birkaçının adını anarsak, Avustralya, Kanada, İtalya, İspanya, Hollanda, Belçika, Danimarka ve İsviçre) karşılık verdi. Dinamitin mucidi adına her yıl saygın bir barış ödülü veren Norveç bile Irak karşıtı haçlı seferine katkıda bulundu. Bu koalisyondaki geniş katılımın altında yatan şey, bütün emperyalist devletlerin, Iraka karşı savaşın sömürgeci politikanın yeniden canlanmasını meşrulaştıracağı konusunda açıkça dile getirilmeyen mutabakatıydı. ABD önderliğindeki savaşa verilen destek, diğer emperyalist devletler tarafından, kendilerinin Asyadaki, Ortadoğudaki, Afrikadaki ve Latin Amerikadaki yatırımlarına tam destek olmasa bile, ABDnin gelecekteki zımni muvafakati için gerekli bir ön ödeme olarak görüldü."
Ama DEUKun açıklamasının belirttiği gibi, hırsızlar arasında herhangi bir dostluk yoktur. DEUK, sömürgeciliğin yeniden canlanmasının, aynı yirminci yüzyılın ilk on yıllarında küçük ülkelerin yağmalanmasının sonunda bizzat emperyalist güçler arasında çatışmalara yol açmasında olduğu gibi, uzun vadeli sonuçları olacağı uyarısında bulundu.
Irak olayında, anlaşmazlıkların açığa çıkması uzun sürmedi. Irakın teslim olma koşullarında, onun silahlarının imhasını askıya alan ekonomik ambargo sürdürülmüştü. Büyük devletler arasında, yaptırımlar sonrası Irakta elde edilmesi olası devasa mali kazanımlar konusunda bölünmeler başladı. ABD yaptırımların kaldırılmasının ve ilişkilerin normalleştirilmesinin, Irakın yüksek kaliteli ve düşük maliyetli, dünyanın ikinci büyük petrol rezervlerinin işletilmesinden edinilecek kârın semeresini diğer güçlerin toplaması anlamına geleceğinden kaygılandı.
Irakta "rejim değişikliği"
ABD derinleşen bir açmazla karşı karşıyaydı. Bir yandan, Irak ile ilişkilerin normalleştirilmesinden asıl olarak, Irak yönetimiyle önceden petrol anlaşmaları imzalamış olan Fransa ve Rusya da dahil ekonomik rakipleri yararlanacağı için bunu yapamıyordu. Öte yandan, yaptırım uygulamasını sürdürmek giderek daha zorlaşıyordu. Gordion düğümünü kesmenin yolu "rejim değişikliği" idi.
Ekim 1998de, ABD Kongresi, "Irakta demokrasiye geçişi destekleyecek bir program oluşturmak" için "demokratik muhalefet örgütlerine" yaklaşık 100 milyon dolar sağlayan Irak Özgürlük Yasasını kabul etti. Bir başka ifadeyle, "rejim değişikliği" politikası Clinton yönetimi altında başlatılmıştı.
Demokratik Partinin 2000 seçimleri programı, Irak Özgürlük Yasasının "tam olarak uygulanmasını" içeriyordu. Bush yönetiminin ilk günlerinden itibaren, Iraka müdahale sorunu tartışılıyordu. Basit bir şekilde bir müdahaleye kalkışmak mümkün değildi; bir gerekçe olması gerekiyordu.
ABD emperyalizminin karşı karşıya olduğu sorunlar, Zbigniew Brzezinskinin 1997 yılında yayımlanan Büyük Satranç Tahtası adlı kitabında gösterildi. Brzezinski, ABD için dünya egemenliğini uygulamanın zor olduğunu, çünkü Amerikanın "dışarıda otokratik olmak için içeride fazlasıyla demokratik" olduğunu anlatıyordu. Dışarıda güç peşinde koşmak, "halkın esenlik duygusuna yönelik ani bir tehdit ya da meydan okuma hariç", bir kitlesel tutkuya hakim olma hedefi değildi.
11 Eylül 2011 olayları bu tehdidi sağladı. 11 Eylüle ilişkin çok sayıda yanıtlanmamış soru var. Ancak bir şeyden kuşku yok: O, ABD tarafından girişilen bir küresel egemenlik savaşının bahanesiydi. Şimdi resmi Pentagon çevrelerinde adlandırıldığı biçimde "terörle mücadele" ya da "uzun savaş", içinde ABDnin Ortadoğuda ve uluslararası ölçekte kendi hegemonyasını kurmaya çalıştığı çerçevedir.
Şimdiki dönemin patlayıcı karakteri asıl olarak ABDnin küresel ekonomik konumundaki gerilemeyi askeri yollarla telafi etmeye çalışıyor olduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Bu program kendi amansız mantığına sahiptir. ABD, askeri çatışmalara dahil olduğu ölçüde, asıl olarak askeri alanda yenilgiye uğradığı için değil ama çoğunlukla zaferlerinin yol açtığı sorunların üstesinden gelmek için daha fazla güç kullanmak zorunda kalmaktadır.
Körfez Savaşı sırasında, Wall Street Journal, şimdi adı kötüye çıkmış "güç işe yarıyor" sloganını türetmişti. Bu Bush yönetiminin yöntemi haline geldi. Bununla birlikte, Frederick Engelsin son derece yalın biçimde açıklamış olduğu gibi, "güç teorisi"ne katılanlar siyasi koşulların ekonomik koşulları belirlediği ve siyasi yöntemlerin ve nihayet gücün temel ekonomik koşulları yeniden biçimlendirmede kullanılabileceği yanılgısı içindeler.
Gelin, Irakta yaşananları bu bakış açısıyla değerlendirelim. ABD ordusu Irakı birkaç gün içinde ele geçirebildi; Mayıs 2003te, Bushun beyanıyla, "görev tamamlandı". O günlerde, Bush doktrininin savunucuları, II. Dünya Savaşı sonrasında Almanyanın ve Japonyanın ABD tarafından işgalinden çıkarılan derslerin Irakta yaşayabilir bir demokrasinin ve gelişen bir ekonominin kurulmasının mümkün olacağını gösterdiğini iddia ediyorlardı.
Onlar bir etmeni dışta bırakmışlardı: Aradan geçen dönemde ABDnin ekonomik konumundaki gerileme. Bu, Washingtonın Iraktaki ekonomik programının Japonyada ve Avrupada uygulanmış olan türde ekonomik yeniden inşa üzerinde değil ama Halliburton gibi Amerikan şirketleri yararına yağma, özelleştirme ve kitlesel işten çıkarmalar üzerine kurulduğu anlamına gelir.
ABD ekonomik programı, ülkeyi yağmaladığı için, Irak halkının yaşam koşullarını iyileştirmeyi değil ama kötüleştirmeyi amaçlıyordu. Bu yüzden, onun bir kukla rejim kurma düşüncesi, zorunlu olarak, böl ve yönet biçimindeki klasik emperyalist taktiğe, milli ve mezhepsel bölünmelerin yaratılmasına dayandı.
Sonuç mezhepler temelinde bir iç savaşın patlaması ve tehlikeli bir şekilde Şii siyasi ve dini örgütleri ile ABD ordusu arasında denge kuran bir hükümetin kurulması oldu. Irak başbakanının Lübnandaki savaş sırasında Hizbullahı kınamayı reddetmesiyle birlikte, ABD yönetimi içindeki tartışılan şey, idareyi ele alacak yeni bir güçlü adam aramak gerektiğidir.
Aynı zamanda, militarizmin mantığı işliyor. Irakta yaşatılabilir bir kukla rejimin kurulmasındaki başarısızlık, askeri müdahalenin… İrana ve Suriyeye doğru uzaması ve Condoleezza Riceın şimdi adı kötüye çıkmış olan ifadesiyle bir "yeni Ortadoğu"nun kurulması anlamına gelmektedir.
"Uzun savaş"
Ancak ABD askeri faaliyetinin alanı bu bölgeyle sınırlı değil. Pentagonun Şubat ayında yayımladığı Dört Yıllık Savunma Dergisinin sözcükleriyle, "ABD uzun bir savaşa dahil olmuş bir ulustur." Bu savaşın alanı bütün yerküredir.
Dergi, "Stratejik Kavşaklarda Ülkelerin Tercihlerini Biçimlendirme" başlığı altında şunları belirtiyor: "Büyük ve yükselmekte olan güçlerin tercihleri ABDnin ve onun müttefikleri ile ortaklarının gelecekteki stratejik konumunu ve hareket serbestisini etkileyecektir. ABD, bu tercihleri işbirliğini ve karşılıklı güvenlik çıkarlarını güçlendirecek şekilde biçimlendirmeye çalışacaktır. ABD, müttefikleri ve ortakları, aynı zamanda, büyük ya da yükselen bir gücün gelecekte düşmanca bir yol tutması ihtimaline karşı da önlem almak zorundadır."
Bu olası adaylardan kimileri şimdiden belirlenmiştir. Belge, ekonomik ve siyasi bir istikrarsızlık kaynağı olan "Venezuela gibi bazı ülkelerde halkçı otoriter siyasi rejimlerin yeniden güçlenmesine" gönderme yapmaktadır. Rusya, "geçiş" içinde bir ülke olarak betimleniyor. ABD, Moskovayı bir "yapıcı ortak" olarak selamlarken, başka devletlerin siyasi ve ekonomik bağımsızlığı ile toprak bütünlüğünü tehlikeye sokan eylemleri "kaygıyla" karşılamaktadır. Belge, belirli bir bölge belirtmiyor ama "dış güçlerin" bölgenin enerji kaynakları üzerinde "etki sahibi olmaya çalışabileceği" Orta Asya ülkelerine gönderme yapıyor.
Çin, "ABD ile askeri olarak rekabet etme gücüne en fazla" sahip olan ülke olarak belirleniyor. Belge genel olarak bütün "büyük ve yükselmekte olan güçlere yapıcı unsurlar ve ortaklar olarak uluslararası sisteme eklemlenme" çağrısı yapıyor. Bu uluslararası sistemin çerçevesi, söylemeye gerek yok ki, ABDnin çıkarları eliyle belirlenmektedir. Yani, Bushun yaptığı gibi kabaca belirtirsek, "ya bizim yanımızdasın ya da bize karşısın".
ABDnin "uzun savaşı" neye yol açacak? O, yirminci yüzyılın kanlı tarihinin göstermiş olduğu gibi, belirli bir noktada bir felakete yol açmak zorunda. Bu tarih, aynı zamanda, bu felaketin, şu ya da bu emperyalist devlete ya da Birleşmiş Milletler gibi örgütlere barışı koruma çağrısı yaparak önlenemeyeceğini de göstermektedir. 2003 Irak savaşı sırasında, BM ABD saldırısına karşı harekete geçmeyi reddetmiş ve müdahale sona erdiğinde onu kutsamıştı. BM, Lübnana yönelik saldırı sırasında, 1930lardaki başarısızlığa mahkum selefi Milletler Cemiyeti gibi, bu imha savaşında tamamen ABDnin ve İsrailin yanında yer almıştı.
Dünyada, militarizme ve savaşa son verebilecek ve gerçek barışı garanti altına alabilecek bir tek toplumsal güç vardır. Bu güç, uluslararası işçi sınıfıdır. Bununla birlikte, onun bu görevi yerine getirmesi için bağımsız bir program uğruna mücadele etmesi gerekiyor. Bu perspektifin temelinde, şu ya da bu emperyalist güç üzerinde baskı oluşturmaya çalışma değil ama savaşın kaynağı olan özel mülkiyet ve ulus devlet üzerine kurulu kapitalist sisteme son verme görevinin kabulü yatmaktadır. SEPin ve dünya partimiz IV. Enternasyonalin Uluslararası Komitesinin programı budur.
Son olarak, bu programı çeşitli radikal ve protesto grubunun öne sürdüğü iflas etmiş perspektifle karşılaştırayım.
2 Ağustos tarihliGreen Left Weeklyde yayımlanan bir makale, Howard hükümetinin İsrail saldırısına olan desteğine karşı kitlesel topluluk tepkisinin sürdürmek için kent ölçeğinde daha fazla sayıda ve daha büyük protestoların gerektiğini iddia etti. "Irak savaşına karşı kampanyadan çıkartılacak başlıca ders, büyük bir protesto yürüyüşünün, ne denli büyük olursa olsun yetmediğidir."
Irakın işgaline karşı protestolar (tarihteki en büyük gösteriler) ABD ile müttefiklerinin savaş yönelimine karşı küresel muhalefeti gözler önüne sermişti. O muhalefet ve öfke sonraki üç yıl içinde derinleşti. Şimdiye kadarki Irak savaşı deneyimi, aynı zamanda, bağımsız bir perspektife sahip olmayan her hareketin, ne kadar büyük olursa olsun güçsüz olduğunu da gösterdi. 2003teki sorun, ortada yalnızca bir protestonun olması değil; bu gösterinin, savaşın önüne geçmesi için Birleşmiş Milletlere ya da büyük devletlerden birine, muhtemelen Fransaya baskı yapma perspektifiydi.
Lübnana yönelik saldırı sırasında, protesto örgütleyicilerinin çağrısı bizzat Howard hükümetine yönelikti.Savaşı Durdur Koalisyonunun bir üyesinin Green Left Weeklynin 16 Ağustos tarihli sayısında yer alan bir makalesi, "Bağımsız bir ülkeye yönelik saldırıyı ve o ülkenin halkının katledilmesini açıkça mahkum etmediği için başbakan John Howarda, ALPnin önderi Kim Beazleye ve Victoria [eyaleti] başbakanı Steve Bracksa yazıklar olsun" diyordu. Bu makale, koalisyon hükümetinden İsrail saldırısını mahkum etmesini ve İsrail devleti ile olan bütün ilişkilerini kesmesini talep etti.
Makale, protesto perspektifinin tam iflasını özetleyerek bitiyordu: "Bu savaşa son vermek için seferber olan kitlesel muhalefeti sürdürmemiz gerekiyor. Bu, sonuçta, Howardın, George Bushun, Tony Blairin ve Ehud Olmertin kulak vermesini sağlamanın tek yoldur."
Böylesi bir perspektifin altında yatan çözümlemeyi gözünüzün önüne getirin. Ona göre, asıl sorun, çeşitli emperyalist hükümetlerde önde gelen mevkileri işgal eden bireylerde yatmaktadır. Varılan sonuç da, onlar kulak verene ya da yelerini başkalarına bırakana kadar protestoları sürdürmek gerektiğidir.
Savaş yöneliminin tek tek emperyalist politikacıların ruh halinden ya da politikalarından kaynaklanmadığını kavrayan bilimsel bir çözümlemeden bütünüyle farklı bir sonuç çıkar. Savaş, bizzat kapitalist sistemin özündeki süreçlerden kaynaklanmaktadır. Bu çözümleme, acil görevin, işçi sınıfının siyasi bilincinin geliştirilmesi ve uluslararası sosyalizm programı üzerinde yükselen devrimci bir hareketin oluşturulması olduğunu belirtir. SEPin ve DEUKun çalışması, bu perspektifin gerçekleştirilmesine yöneliktir.
Sayfanın başı
Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.
Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır
|