www.wsws.org/tr/2008/sep2008/geor-s16.shtml
Türkiyenin Gürcistana olan yakınlığı ve bölgedeki yoğun ekonomik ve siyasi bağları göz önünde bulundurulduğunda, Türk hükümetinin Gürcistan ile Rusya arasındaki çatışmaya verdiği tepki dikkat çekici derecede yumuşak oldu.
Türkiyenin üyesi olduğu NATO açıkça Gürcistandan yana tavır alırken ve Türkiyenin üye olmak istediği Avrupa Birliği, Rusyayı Abhazya ve Güney Osetyanın bağımsızlığını tanıma kararı nedeniyle sert bir biçimde kınarken, Türk hükümeti bu tür açıklamalar yapmadı. Türk Dışişleri Bakanlığı bunun yerine, Türkiyenin son olaylar karşısında duyduğu rahatsızlığı ifade etmekle yetinen kısa bir bildiri yayımladı.
Washington ve Moskova arasında tırmanmakta olan gerilim Ankarada yönetici çevreler tarafından tedirginlik içinde izleniyor ve onları bir ikilemle karşı karşıya bırakıyor.
Türkiye bir yandan ABD ve Avrupanın Hazar bölgesine erişimi sağlamaya ve bu bölgenin petrol ve gaz rezervlerini Rus topraklarını baypas ederek kullanmaya yönelik girişimlerin içinde boylu boyunca yer alıyor. Bu bağlamda en önemli iki petrol boru hattı da -Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı ve Nabucco doğal gaz boru hattı projesi- Gürcistan ve Türkiye topraklarından geçiyor. Aynı şey kısa bir süre önce tasarlanmış olan ve Türkiyeyi Gürcistan ve Orta Asyaya bağlayan demiryolu projesi için de geçerli.
Türkiye ile Gürcistan arasındaki ekonomik ilişkiler zaman içinde artış gösterdi. Gürcistanda 100 kadar Türk şirketi -çoğunlukla inşaat sektöründe- faaliyet gösteriyor ve bu ülkede yaklaşık olarak 600 milyon dolar yatırım yapmış durumdalar. İki ülke arasındaki ticaret hacmi yılda 1 milyar dolar düzeyinde. Türkiye aynı zamanda Gürcistan ordusuna silah ve askeri teçhizat satıyor ve subaylarına eğitim veriyor.
Diğer yanda ise Rusya, son yıllarda hızlı bir ekonomik büyüme göstermiş olmasına karşın hâlâ son derece kırılgan bir durumda olan Türk ekonomisinin vazgeçilmez bir ticaret ortağı haline gelmiş durumda.
Türkiyenin Rusya ile olan ticaret hacmi geçen yıl 27 milyar dolardı ve bu tutarın bu yılın sonunda 38 milyar dolara yükselmesi bekleniyor. Böylece Rusyanın Türkiyenin en önemli ticari ortağı olarak Almanyanın yerini alacağı tahmin ediliyor. Türk inşaat şirketleri ve süper market zincirleri Rusyada çok faaller. Rusya, Türkiyeye, bu ülkenin elektrik üretimi için son derece büyük bir ihtiyaç duyduğu doğal gazın yüzde 70ini sağlıyor. Rusya -yılda 2,5 milyon turistle- aynı zamanda Türkiyeye gelen en büyük sayıdaki yabancı turist grubunu oluşturuyor. Bu yaz ilk kez Akdenizdeki popüler dinlence yeri Antalyada Rus turistlerin sayısı Alman turistlerden daha fazlaydı.
Rusya, Ankaranın ne kadar kırılgan bir konumda olduğunu, Rusyaya giren Türk TIRlarını sıkı denetime alıp, sınırda bekleme sürelerini bir aya kadar uzatarak daha şimdiden göstermiş durumda. Bu uygulama birçoklarınca, Ankaranın ABD savaş gemilerine, Gürcistana insani yardım götürme bahanesi altında Türk boğazlarından geçme ve Karadenize girme izni verme kararına karşı girişilmiş bir misilleme olarak yorumlanıyor.
Gürcistandaki çatışmanın neden olduğu tedirginlik Türk basınında yer alan birçok köşe yazısında da yansımasını buldu.
Köşe yazarı Nasuhi Güngör, 28 Ağustosta, günlük Star gazetesinde yayınlanan yazısında gelinen durumdan şikâyetçi oldu: "Kafkaslarda ortaya çıkan tabloyla birlikte Türkiye, belki de uzun yıllardır karşılaşmadığı zorlu bir koridordan geçiyor. Yerimiz şurası demek eskisinden çok daha zor."
Turkish Daily News aynı gün şu yorumu yaptı: "Türkiyenin Doğu ile Batı arasında, riskler taşıyan bir köprü konumunda olduğu, NATO üyesi olmanın yükümlülükleri ve önemli ticaret ortağı Rusya arasında sıkışıp kalmış olmasıyla birlikte bir kez daha ortaya çıktı. Karadenizdeki, Tomahawklarla ve gemi savar füzelerle silahlanmış olan NATO gemileri Rusları rahatsız ederken, gümrüklerde çıkarılan engeller Türkiyeye Moskovayı sinirlendirmenin potansiyel tehlikelerini hatırlatıyor."
Gazete Türkiyenin eğreti duran diplomasisinin sürdürülemez nitelikte olduğunun altını çiziyor: "Rusya ile Gürcistan arasındaki bu son Kafkaslar krizinin hemen sonrasında, kırılgan bir diplomasi hattı üzerinde ilerleyen Türkiye ne kendisini Batılı müttefiklerinden ayırmak ne de ticaret ve enerji ortağı Rusyayı kendisinden soğutmak istiyor."
"Boğazlar Sorunu"
ABDnin ve onun Avrupalı müttefiklerinin Rusyayı yalıtma girişimleri, 19. ve 20. yüzyıllarda emperyalist çatışmalarda merkezi bir rol oynamış olan "Boğazlar Sorununu" yeniden gündeme getirdi. Türk basını ABDnin, Karadenize askeri gemilerin geçişini düzenleyen 1936 tarihli Montrö Sözleşmesinin gözden geçirilmesi için yaptığı baskıdan yakındı.
Montrö Sözleşmesi, II. Dünya Savaşının eşiğinde imzalandı ve daha önce uluslararası denetim altında olan İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolünü Türkiyeye geri verdi. Sözleşme ticari gemilerin boğazlardan geçişini serbest bırakırken, savaş gemilerinin Karadenize çıkmalarına yönelik olarak ciddi sınırlamalar getiriyor. Sözleşme ile herhangi bir zamanda boğazlardan geçebilecek gemilerin tonajını, sayısını ve Karadenizde kalmalarına izin verilen süreleri belirleyen katı sınırlamalar getirildi. Karadenize kıyısı olan devletlere -yani Türkiye dışında önemli bir filo sahibi olan tek Karadeniz devleti Sovyetler Birliğine- ise daha az kısıtlayıcı kurallar uygulandı.
Montrö Sözleşmesi, Britanyanın kışkırtmasıyla, Sovyetlerin Akdenize çıkışına bazı sınırlamalar getirdiyse de, esas olarak dış güçlerin boğazları Sovyetler Birliğini tehdit etmek için kullanamamalarını güvence altına aldı ve Sovyetlere Karadenizde egemenlik kurma olanağını sağladı. Sözleşme II. Dünya Savaşı sırasında Mihver güçlerinin Sovyetler Birliğine saldırmak üzere boğazlardan deniz gücü göndermelerine etkin bir biçimde engel oldu.
Savaştan sonra Montrö Sözleşmesi kimi bazı değişikliklere uğramış olsa da yürürlükte kaldı. Ne var ki, ABD, Sovyetler Birliğinin çöküşünden bu yana, sözleşmede değişiklik yapılması konusunda giderek daha fazla baskı yapıyor. Sözleşme imzalandığı sırada ABD Montröde bulunan ülkeler arasında yer almıyordu.
Eğer Ukrayna ve Gürcistan, Washingtonun arzu ettiği gibi NATOya kabul edilmiş olsalardı, Karadeniz NATO suları haline gelecekti. Bu durumda Karadeniz beş NATO üyesi ülke -Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna ve Gürcistan- tarafından çevrelenmiş ve ana Karadeniz donanma limanı Sivastopol bugün Ukrayna topraklarında bulunan Rusya, yalnızca görece küçük bir kıyı şeridi ile kalmış olacaktı.
Montrö Sözleşmesi konusu, ABDnin Gürcistana "yardım" taşıyan, toplam 140.000 ton ağırlığındaki iki hastane savaş gemisini boğazlardan geçirmeye çalışmasıyla gündeme geldi. Türk hükümeti bunun Montrö Sözleşmesine aykırı olduğunu belirterek bu gemilere geçiş izni vermedi. En sonunda Washington bu iki geminin yerine üç adet daha küçük gemi gönderdi.
Hürriyet gazetesi bu olay üzerine, 22 Ağustosta, kamuoyunda iyi tanınan köşe yazarı Oktay Ekşinin "Montrö'yü kaşımak" başlıklı bir değerlendirmesini yayınladı. Ekşi yazısında ABD yönetiminin Iraka saldırmadan önce zaten Montrö Sözleşmesinde değişiklikler yapılmasını talep ettiğini belirtti ve bu değişikliklerin İran ve Rusyayı hedef aldığına işaret etti.
Ekşi şunları yazdı: "Şimdi de ABD'nin Montrö'den rahatsızlık duyduğunu gösteren işaretler var. Örneğin, 2003 yılında Irak'a saldırmayı aklına koyduğu zaman ABD yine Montrö'yü zorlamaya kalktı. Neyse ki Irak harekâtına Türkiye'nin destek vermesini öngören meşhur tezkere TBMM tarafından reddedilince o proje suya düştü."
Ekşi yazısında, "Gerçekten Trabzon ve Samsun üzerinden Irak'a mı gidilir yoksa İran'a ve Kafkas ülkelerine mi? Montrö'yü kaşımanın altında hangi hesapların yatabileceğini bu örnek yeterince göstermiyor mu?" diye sordu.
Akademisyen Beril Dedeoğlu, 20 Ağustosta Star gazetesinde yayınlanan "Boğazlar yeniden..." başlıklı bir makalede, Türkiyenin içine düşürülmüş olduğu ikilemden şikâyet etti: "Bununla birlikte ABD ile Rusya karşılıklı davranışlarını meşru gösterecek gerçek düşman bulduk diye sevinirken arada kalan ülkeleri zor günler beklediği söylenebilir. Bu zorlukları yaşayan ülkelerden birisi Türkiye ve ortaya çıkan birçok sıkıntılı durumdan birisi Karadeniz ile ilgili."
Ekşi gibi Dedeoğlu da yazısında Irak savaşı öncesinde ABDnin Karadenize erişim sağlamak için yaptığı girişimlerden söz ediyor. Dedeoğlu şöyle yazıyor: "Hatırlanacağı gibi ABD, Irak işgali öncesinde Türkiye topraklarının kullanılmasını talep etmiş, Türkiye de 1 Mart tezkeresiyle bunu reddetmişti. Türkiye bu meseleleri tartışırken, herhalde izin verileceği yolunda bir kanaat oluşmuştu ki daha karar çıkmadan ABD Anadolunun Akdeniz kıyısına valizini boşaltmaya başlamıştı. Tam bu sırada, ABD ikinci bir bölgeyi daha incelemeye almış ve Karadeniz kıyılarının, özellikle de Doğu Karadeniz kıyılarının operasyonlar için pek elverişli olacağına kanaat getirmişti.
"Akdeniz, Irak operasyonu bakımından açıklanabilir bir havza iken, Karadenizin Irak ile açıklanması biraz zor olmuştu. O sıralar ABDnin esasen İranı vuracağı falan düşünülmüştü de esas olarak ABDnin Karadenizde Rusyayı askeri olarak sıkıştırmaya çalıştığı anlaşılmıştı. Karadenize askeri geçişin Romanya üzerinden olması mümkün olsa bile, Akdeniz gücü ile bağlantılı çalışabilecek kapasite bakımından en önemli geçişin Türk Boğazları olduğu ortada. O dönemde ABDden Boğazların kullanımı, dolayısıyla Montrö Sözleşmesiyle tanımlanmış rejimin değiştirilmesi talebi gelmişti. Montrö, bir yandan ABDnin Karadenize askeri geçişini engellerken bir yandan da Rusyanın Akdenize inmesini engelliyor, dolayısıyla Türkiye bunu bir kez deldi mi, ileride kimin ne amaçla kullanacağı garanti edilemez. Irak savaşı öncesinde Türkiye, ABDnin talebini reddetmiş ve Rusya da kendisinin bu anlamdaki beklentilerini bir yana atıp Türkiyenin ABDnin Karadenizdeki varlığını engelleyen olmasını sevinçle karşılamıştı. Gürcistan ile olan savaşla birlikte, konu yeniden gündeme gelmiş durumda."
Ekşi ve Dedeoğlu iki yıl önce ABD yönetimi tarafından, Akdenizde NATO bünyesinde faaliyet gösteren anti-terör gücünün -Aktif Çaba Operasyonu- sorumluluk alanının Karadenizi de kapsayacak şekilde genişletilmesini öngören bir öneride bulunduğundan söz etmiyorlar. Ankara bu öneriye, 70 yıllık Montrö Sözleşmesinin erozyona uğratılmasına neden olacağından korkarak karşı çıkmıştı.
Türkiyeyi çevreleyen ortam Soğuk Savaşın sona ermesi ve Irakta ABDnin başlattığı savaşla birlikte dramatik bir biçimde değişti. ABD istikrar sağlayıcı bir güç olmaktan çıkarak bir numaralı istikrarsızlık yaratan güç haline geldi. Rusya üzerindeki ABD baskısı artarken, Türkiye için her iki tarafla da iyi ilişkiler sürdürmek giderek daha zor hale geliyor. Bu, Türk yönetici seçkini içindeki daha şimdiden kaynama noktasına ulaşmış olan bölünmeleri hiç kuşkusuz daha da artıracaktır.
Bu arada Türk yönetici seçkinin akıl hocaları son dakikada gelebilecek karşılıklı ödünlere dayalı bir anlaşmanın ortaya çıkmasını umuyorlar. Dedeoğlunun makalesinin son paragrafında şöyle deniliyor: "Türkiye Güneyde ABD ile Kuzeyde Rusya ile çalışma koşullarını, iki oyuncunun kesiştiği Gürcistanda yitirme aşamasına girdi. Bu durum belki ileriki dönemlerde iki iyilikten birini seçmek zorunda bırakır Türkiyeyi. Umalım ki Rusya ABDyi bu anlamda caydırmayı başarsın, umalım ki Türkiye K.Irak ya da başka kaygılar nedeniyle ABD taleplerinin ileride oluşturabileceği sorunları Amerikalılara ifade etmede başarılı olabilsin."
Elbette bir burjuva gazetesinden derinleşmekte olan Gürcistan krizinin ve ABD militarizminde yaşanan patlamanın altında yatan nedenleri tahlil etmesi beklenemez. Bu nedenlerin kaynağında, yönetici seçkinlerin, bizzat kâr sisteminin temel ve çözümsüz çelişkilerinin -yani dünya ekonomisi ile köhnemiş kapitalist ulus devlet sistemi arasındaki ve toplumsallaşmış üretimle özel mülkiyete dayalı piyasa anarşisinin- üstesinden gelmeye yönelik çılgınca çabaları yer alıyor. Düşen kâr oranları ve küresel ekonominin derinleşen krizi büyük güçleri, pazarlar, ucuz emek gücü ve kaynaklar için, kapitalizm altında en sonunda ancak askeri yöntemlerle çözülebilecek amansız bir rekabetin içine itiyor.
Türk yönetici seçkininin buna karşı herhangi bir çözümü yok ve bütün "manevra kapasitesini" yitirmek üzere. Ülke, siyasi alanda ağır bir rejim krizinin pençesine düşmüşken, ekonomik alanda da Türkiye kapitalizmi son derece kırılgan bir durumda.
Afganistana yapılan saldırının üzerinden altı buçuk yıl ve Irakın ABDnin başını çektiği koalisyon güçleri tarafından işgal edilmesinin üzerinden beş yıl geçtikten sonra, Ortadoğuda, Kafkaslarda ve Orta Asyada, bütün bölgeyi bir askeri cehenneme çevirmekle tehdit eden bir büyük yangın ufukta belirmiş durumda.