DSWS : DSWS/TR
Yazıcıya hazırla
Türkiyenin ekonomik göstergeleri kötüleşiyor
Sinan İkinci
15 Eylül 2008
İngilizceden çeviri (8 Ağustos 2008)
Türkiyenin Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren, 26 Temmuzda, AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) hükümetinin, ülkenin uzun yıllardan bu yana devam etmekte olan cari işlemler açığına uzun vadeli bir çözüm geliştirebilmek için, hükümet yetkililerinden, özel sektör temsilcilerinden ve akademisyenlerden oluşan bir komitenin kurulmasına karar verdiğini açıkladı.
AKP hükümeti bugüne kadar giderek büyümekte olan ticaret ve cari işlemler açığının üstesinden gelmek için, zaman zaman kamuoyuna yönelik kimi demagojik açıklamalar yapmanın dışında, herhangi bir önlem almaktan geri durdu.
Türkiye kapitalizmi 1970li yılların sonlarından bu yana, dünya kapitalist ekonomisiyle giderek derinleşen bir bütünleşme süreci içinde. Ekonomi, İMF ve Dünya Bankasının yapısal uyum programları ve Avrupa Birliğinin tam üyelik görüşmeleri çerçevesindeki talepleri doğrultusunda adım adım liberalize edildi. 1989 yılı küreselleşme süreciyle bütünleşmede önemli bir kilometre taşı oldu. Bu yıl, ANAP (Anavatan Partisi) iktidarı sermaye hareketlerini tamamen liberalize etti, Türk lirasını konvertibl hale getirdi ve Türkiyede yerleşik kişilerin döviz bulundurmasına izin verdi.
Ülkenin üretimin küreselleşmesi çağında kapitalist dünya ekonomisiyle olan bütünleşme düzeyi göz önünde bulundurulduğunda, bu yeni komitenin Türkiyenin dış ticaret ve cari işlemler açıklarına etkili ya da sürdürülebilir bir çözüm üretmesi mümkün görünmüyor. Bu komitenin bütün yapabileceği, bir yandan Türkiye kapitalizminin uluslararası yükümlülüklerine uygun davranmaya devam ederken, ara malları üreten yerel üreticilere bazı destekler sağlamak olacaktır.
Ekrenin kendi sözleri bunun bir kanıtı: "Teşvik sistemini tartıştığımızda, cari açıkla birlikte bakıldığında, yeni dönemde üretim fonksiyonunun değişmesi de Türkiye için önemli hale geliyor." Ekren, Türkiye'nin geleneksel üretimi devam ettirerek, cari açığı kapatma şansının olmadığını sözlerine ekledi. 14 Temmuzda, Ekrenin basına yaptığı bu açıklamadan yalnızca 12 gün önce, Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek gazetecilere, "Cari işlemler açığına kısa vadede bir çözüm bulunamayacağını," söyledi.
Her şeye rağmen böyle bir komiteyi oluşturma kararının kendisi, AKP hükümetinin ve bir bütün olarak Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu çaresizliğe işaret etmesi bakımından önem taşıyor.
Görünüşe göre AKP hükümeti, beklenen kriz patlak verdiğinde, bu krize engel olmak için hiçbir şey yapmadığı eleştirisinin önüne geçmek istiyor. Hükümet aynı zamanda yeni bir mali çöküşün siyasi sorumluluğunu iş ve akademi çevreleriyle paylaşmak istiyor. Bu bakımdan, Türkiye yılın ikinci yarısına büyüyen ekonomik sorunlarla girerken bu adımın atılması belirli bir mantığa sahip. 2002-2007 yıllarının elverişli küresel ekonomik konjonktürü geçmişte kaldı ve Türkiye kapitalizminin çok zor bir döneme girdiğine hiç şüphe yok.
Türkiyenin sürekli olarak büyüyen cari işlemler açığı
Türkiye "yükselen piyasa ekonomileri" olarak adlandırılan ülkeler arasında en kötü performans gösteren ülkelerden biri ve dış ticaret ve cari işlemler açıkları uzun bir süredir endişe veren bir seyir izliyor. 21 Kasım 2007 tarihinde Financial Times şöyle yazdı: "Türkiyenin sürekli olarak büyüyen cari işlemler açığı ülke ekonomisinin Aşil topuğu haline gelmiş durumda."
Yıkıcı boyutlardaki 2001 mali krizinden bu yana Türkiyenin cari işlemler açığı dramatik bir biçimde artıyor. Cari açık 2002 yılında 1,5 milyar dolar düzeyindeyken, 2003 yılında 8 milyar dolara, 2004 yılında 15,6 milyar dolara, 2005 yılında 22,6 milyar dolara, 2006 yılında 32,3 milyar dolara ve 2007 yılında 38 milyar dolara yükseldi. 2008 için cari işlemler açığının 50 milyar dolara ulaşacağı tahmin ediliyor ve kimi ekonomistlere göre bu rakam daha da yüksek olabilir.
Merkez Bankası tarafından yayınlanan son verilere göre 2008 yılının ilk beş ayında cari işlemler açığı 2007 yılının aynı dönemine kıyasla yüzde 33 oranında artış gösterdi. Yıllık olarak cari işlemler açığı 2008in Mayıs ayında 43,1 milyar dolar düzeyine erişti. 2007 yılının Mayıs ayında cari işlemler açığı yıllık olarak 38,5 milyar dolardı. Bu, yıllık bazda yüzde 12,5 oranında bir artışa karşılık geliyor.
Hükümet 2007 yılının sonunda, bu yıl için 39 milyar dolarlık bir cari işlemler açığı öngörüyordu. Hükümet 2002 yılından bu yana cari işlemler açığı hedeflerini, her yıl bu hedefleri yıl içinde birkaç kez yukarıya doğru revize etmesine rağmen, sistematik bir biçimde ve büyük farklarla tutturamadığı için, bu büyük öngörü hatası hiç de şaşırtıcı değil.
Cari işlemler açığı 2002 yılından bu yana ekonomik büyümeden çok daha hızlı bir biçimde arttığı için, açığın ulusal gelire oranı çok büyük bir hızla tırmanış gösterdi. Bu oran açısından Türkiye benzer konumdaki ülkeler arasında, en dramatik açığa sahip olanlardan biri.
Hem mutlak değer olarak hem de GSYİHya (Gayrı Safi Yurt İçi Hâsıla) oranı olarak eşi görülmemiş boyutlara ulaşmış olan cari işlemler açığı, küresel krizin Türkiye ekonomisi üzerinde yaratacağı hasarın tartışmasız olarak en kritik göstergesi niteliğinde.
Türkiye kapitalizmi son derece kırılgan
The Economist, geçtiğimiz Kasım ayında yayınlanan bir makalede, dış açıkları ve bütçe açıkları, enflasyon oranları ve banka kredilerindeki büyüme hızı temelinde taşıdıkları ekonomik riske göre yaptığı sıralamada, Hindistan, Türkiye ve Macaristanı, 15 en büyük "yükselen piyasa ekonomisi" içinde en kırılgan olan ülkeler olarak sıraladı.
O tarihten bu yana mali kuruluşlar, derecelendirme kuruluşları ve tekil ekonomistler benzer türden değerlendirmeler yaptılar. Sözgelimi Standard & Poors Nisan ayında ülkenin kredi notunu BBye düşürdü. Aynı zamanda Fitch ve Moody de Türkiyenin uzun dönem döviz borcunu BB düzeyinde derecelendiriyor. Bu, Türkiyenin şu anda "yatırım yapılabilir" düzeyin üç basamak altında yer aldığı anlamına geliyor.
The Economistin bu değerlendirmeyi yayınlamasından ve kredi derecelendirme kuruluşlarının not indirimi kararlarını almalarından uzun bir süre önce, ekonomist Morris Goldstein, Temmuz 2005 tarihli, "What Might the Next Emerging-Market Financial Crisis Look Like?" (Bir Sonraki Yükselen Piyasa Mali Krizi Neye Benzeyebilir?) başlıklı çalışmasında Türkiyenin "yükselen ekonomiler" içinde en kırılgan olanlardan biri olduğuna işaret etti. Goldstein çalışmasında, "yükselmekte olan ekonomilerin, hem Çin hem de Amerika Birleşik Devletlerinin ithalat talebinin yavaşlamasını, temel emtia fiyatlarında bir düşüşü, dış finansmanın maliyetlerinin artmasını ve elde edilebilirliğinin azalmasını, döviz kurlarının seyrinde yaşanabilecek değişiklikleri ve yükselmekte olan ekonomilerde parasal ve mali politikalar üzerinde etkili olan baskıları içeren," dokuz kırılganlık göstergesi oluşturuyor. Türkiye bu kategorilerin beşinde en kırılgan ekonomi olarak sıralanıyor.
Daha da kötüsü Türkiyenin cari işlemler açığı ekonomik büyüme hız kaybettiği halde büyümeyi sürdürüyor. Aşağıdaki tablonun gösterdiği gibi bu eğilim 2004 yılının sonundan bu yana görülür hale geldi. Üstelik 2008 yılında bu çelişki daha da çarpıcı bir görünüm kazanacak.
Ekonomik büyüme ile cari işlemler açığının GSYİHya oranı karşılaştırıldığında, büyüme ile cari açık arasındaki ilişkinin koptuğu görülüyor. Sözgelimi, 1990 ve 1997 yıllarında hızlı ekonomik büyüme yalnızca, GSYİHnın sırasıyla yüzde 1,7 ve yüzde 1,4üne karşılık gelen bir cari işlemler açığını gerektirmişti. Büyüme hızının azaldığı bir dönemde, dış ticaret ve cari işlemler açığının kesintisiz bir biçimde büyüyor olması bu "kopuşun" şimdiden patolojik bir nitelik kazanmış olduğunu gösteriyor.
Ekonomist Erinç Yeldan kısa bir süre önce yayınlanan "Turkey and the long decade with the IMF: 1998-2008" (Türkiye ve İMFle birlikte On Uzun Yıl: 1998-2008) başlıklı makalesinde bu patolojik kopuş sürecinin altını çiziyor: "Bu rakamın [Cari İşlemler Dengesi / GSYİH] önemini anlamak için şunu belirtmek gerekir ki, Türkiye geleneksel olarak hiçbir zaman büyük cari işlemler açığı veren bir ekonomi olmadı. Son yirmi yılda ortalama cari işlemler açığı artı ve eksi 1,5-2,0 arasında değişim gösterirken, yüzde 3ü aşan açıklar, 1994 ve 2001 yıllarında yaşandığı gibi, önemli parasal ayarlamaların sinyalini veriyordu."
Büyüme ile cari işlemler açığı arasındaki ilişkide yaşanan bu kopuş, Türkiye ekonomisinin, dış kaynakların içeriye ve dışarıya doğru akışına -diğer bir deyişle uluslararası finans kapitalin kaprislerine- giderek daha fazla bağımlı hale gelişinin son aşamasını temsil ediyor. Ardında bir ekonomik ve sosyal yıkımın enkazını bırakan ve işçi sınıfının ve halkın diğer kesimlerinin faturayı ödediği 1994, 1999 ve 2001 krizleri bunun somut örnekleridir.
Bu arada yabancı sermayenin elinde bulundurduğu varlıkların büyüklüğü ülkenin tarihinde ilk kez Türkiyenin ulusal gelirine eşit bir düzeye ulaşmış durumda.
Sermaye girişlerinin doğası
Ödemeler dengesinin ana kalemleri incelendiğinde, 2003-2006 döneminde yabancı sermaye girişinin önemli bir artış gösterdiği görülüyor. Yabancı sermaye girişleri 2006 ve 2007 yıllarında sırasıyla 57 milyar dolar ve 55 milyar dolar düzeyine ulaştı.
Bu, Türkiyenin "yükselen piyasalara" yönelik yabancı sermaye akışından görece daha büyük bir payı çekmeyi başardığı anlamına geliyor. Son beş yılda Türk ekonomisine enjekte edilen toplam uluslararası sermaye miktarı 186 milyar dolara ulaştı. Bu, uluslararası bankaların ve ABnin talimatlarını köle gibi izlemiş olan AKP hükümetine verilmiş stratejik bir destek anlamına geliyor.
AKP kendisini "millî görüş" doktrini olarak bilinen Türk İslamcı hareketinin geleneksel çizgisinden uzaklaştırdı ve Batıya ve küresel finans kapitale karşı çok dostane bir tutum aldı. Diğer yandan AKP, Türk burjuvazisinin İslamcı kanadının çıkarlarına uygun adımlar atma çabasından da geri durmadı ve böylece egemen sınıfın "laik" kanadının hegemonik konumunu sürekli olarak zayıflattı.
Bu bağlamda, Ekrenin bu son basın toplantısında, Türkiye ile İMF arasındaki bugünkü ilişkilerin ne durumda olduğu sorulunca, İMF ile ilgili teknik çalışmaların yakında açıklanacağını söylediğine dikkat etmek gerekiyor. AKP hükümeti büyük bir olasılıkla bir başka üç yıllık standby anlaşması -bu kez bir ihtiyarî standby anlaşması- için gerekli hazırlıkları tamamlıyor.
The Economist, 3 Temmuzda yayınlanan "Domino etkisi" başlıklı bir makalede spekülatif sermaye hareketlerinin mantığını şöyle özetliyor: "Faizlerin düşük, uluslararası yatırımcıların kazanca aç oldukları bir dünyada, yatırımcılar yüksek faiz veren para birimlerine, yani gerek Britanya, Avustralya, Yeni Zelanda ve İzlanda gerekse de birçok yükselmekte olan piyasanın para birimlerine üşüştüler." Türkiye bu son grubun yükselen yıldızlarından biri olageldi.
Financial Times 2007 yılının ortalarında, bu uluslararası yatırımcıların neden oldukları ulusal para birimleri arasındaki dengesizliklere işaret etti: "Basit bir satın alma gücü paritesi hesaplaması, Yeni Zelanda dolarının ABD doları karşısında yüzde 20-25 oranında aşırı değer kazanmışken, Türk lirasının yaklaşık olarak yüzde 65 oranında aşırı değerli olduğunu gösteriyor. Bu arada yen ise kabaca yüzde 30 eksik değerlenmiş durumda."
AKP hükümeti dönemi -bir ölçüde rastlantısal olarak- Türkiye kapitalizmi için son derece elverişli bir uluslararası ekonomik ortama denk geldi. 2002 yılında mali piyasalar 1997 yılında yaşanmış olan Asya krizinin etkilerini geride bırakıp toparlandılar ve uluslararası sermaye yeniden Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere akmaya başladı.
Türkiye kapitalizmi 2001 krizi sonrasında "kriz sonrası uyum programının" finansman sorununu, küresel piyasalara kazançlı arbitraj olanaklarına dayalı çok yüksek mali getiriler sunarak çözdü.
Merkez Bankası tarafından hazırlanan raporların ortaya koyduğu gibi, iç talebin şu anda durgun bir seyir izliyor olmasına karşın, banka, "yatırımcı güvenini" ve "uluslararası kredibiliteyi" sürdürebilmek, yani spekülatif sermayeyi memnun etmek için gösterge faiz oranını yükseltiyor. Merkez Bankası tarafından ilan edilen kısa vadeli faiz oranı şu anda yüzde 16,75 düzeyinde ve bu oran herhangi bir "yükselen piyasa"da bulunabilecek en yüksek oran.
Bu, Türkiyede yaşayan insanların büyük çoğunluğu yüksek işsizlik oranı, yoksulluk ve toplumsal ve ekonomik eşitsizlikle mücadele ederken, hem yurtiçindeki hem de uluslararası spekülatif sermaye sahiplerine devasa bir kaynak transferi yapmak anlamına geliyor. Türkiye kapitalizmi, işsizlik, yeni işveren yanlısı düzenlemeler ve acımasız sömürü yoluyla ucuz emek gücü yaratarak diğer ülkelere karşı avantajlı hale gelmeyi başardı. Bu bağlamda sendika bürokrasisinin ihanetleri de kritik bir rol oynadı.
Her halükârda Batılı iş çevreleri AKPnin performansından memnunlar. Fransız ekonomi gazetesiLes Echos, Perşembe günkü sayısında Erdoğan hükümetine takdir duygularını dile getirdi.
"Burada, Batılı iş çevreleri İslamın elde ettiği kısmi zaferi takdirle karşılıyorlar. Yine de bu açıklanamaz bir paradoks değil. Teröristler -Kuran adına- işleyen her şeyi yok etmeye çalışırlarken, siyasi İslamın bu biçimi ülkeye belirli ölçüde siyasi istikrar getirerek, yatırımcıları memnun etmeyi başardı. … Başbakan Recep Tayyip Erdoğan bir ekonomik kalkınma ve bütçe disiplini politikasını uygulamaya koymayı ve tekrarlayıp duran krizler çevrimine bir son vermeyi başardı. Görünüşteki paradoks, Erdoğanın böyle yaparak, partisinin ne kadar İslamcı olduğuna bakmaksızın ona oy veren, güçlü bir orta sınıfın yükselişini desteklemiş olmasında yatıyor." (05/08/2008)
Gerek İMF ve Dünya Bankası gerekse de AKP hükümeti 2001 sonrasında yaşanan toparlanmayı ve görece hızlı ekonomik büyümeyi -işsizliği azaltamamış olsa bile- "başarılı kriz yönetiminin" ve doğru ekonomik politikaların, yani kemer sıkma önlemlerinin ve piyasa reformlarını uygulamanın sonucu olarak resmetmeye çalıştılar. Büyümenin ve deflasyonun ardında yatan sözü edilmeyen gerçek hem yeni Türk Lirasının (YTL) eşi görülmemiş ölçüde aşırı değerlenmesi hem de reel ücretlerin düşürülmesi ve kötüleşen çalışma koşulları, yani işçi sınıfından çekip alınan artı-değerde yaşanan dramatik bir artıştı.
Hükümet yetkilileri sık sık enerji fiyatlarında yaşanan artışa işaret ediyorlar. Kuşkusuz, Türkiye ithal enerjiye büyük bir bağımlılık içinde olduğundan, artan benzin ve doğal gaz fiyatları ülkenin dış ticaret ve cari işlemler açığının büyümesine neden oluyor. AK Yatırımın baş ekonomisti Hakan AktarınFinancial Timesa yaptığı açıklamada belirttiği gibi, "Benzin fiyatlarında yaşanan 10 dolarlık bir artış Türkiyenin cari işlemler açığının 4 milyar dolar daha artması anlamına geliyor." Ne var ki bu, büyümekte olan açığın yalnızca bir bölümünü açıklayabilir.
Yeldanın makalesinde belirttiği gibi Türkiyenin görece hızlı ekonomik büyümesi "spekülatif-yönlü bir niteliğe sahip." Yeldan şunu kaydediyor: "Ana mekanizma, Türk menkul kıymet piyasalarında geçerli olan yüksek faiz oranları kısa vadeli mali sermayeyi çekti ve bunun karşılığında oluşan göreli döviz bolluğu Liranın [yerel para birimi] aşırı değerlenmesine neden oldu. Ucuzlayan döviz maliyetleri hem tüketim hem de yatırım mallarında bir ithalat patlamasına yol açtı. Liranın aşırı değerlenmesi, küresel mali piyasalarda yaşanan dizginsiz bir mali bolluk çağında, arbitrajcıların açgözlü beklentileriyle birlikte dış açıkta ve bundan dolayı dış borç stokunda ciddi bir artışa neden oldu."
Türkiyenin dış borç stoku hızlı bir artış gösteriyor -dış borç toplamı 2002 yılı sonunda 130,1 milyar dolarken 2008 yılının Mart ayı itibariyle 247,5 milyar dolar oldu. Daha da önemlisi özel sektör, özellikle de finansal olmayan şirketler, dış borçtaki artışın büyük bölümünden sorumlular ve bu da bir borç krizinin koşullarını daha şimdiden yaratmış durumda. Bu nedenle Dünya Bankasının ülke direktörü Ulrich Zachau Mart ayında şöyle dedi: "Türk özel sektörünün önemli boyutta döviz borçlanması büyük bir risk oluşturuyor... Türk özel sektörünün tümü kur risklerine açık."
Burjuva iktisadının ders kitapları burada herhangi bir çözüm sunmuyorlar, çünkü ders kitaplarına göre büyük bir cari işlemler açığına sahip olan bir ülkenin parası değer kaybederse, bu o ülkenin dış ticaret ve cari işlemler açığını azaltmaya yardımcı olur; ancak Türkiye için durum böyle değil. Türk lirasında yaşanacak büyük çağlı bir devalüasyon yukarıda belirtildiği gibi yalnızca özel şirketlerin durumunu tehlikeye sokmakla kalmayacak, fakat aynı zamanda enerji maliyetlerini de artıracaktır. Hızla tırmanan döviz fiyatları cari işlemler açığını artıracak, borçlara ilişkin ve diğer bir çok makro ekonomik rasyoyu bozacak ve zaten kontrolden çıkmış olan enflasyon üzerinde daha büyük bir baskı yaratacaktır. Merkez Bankasının 2008 için enflasyon hedefi sadece birkaç ay önce yüzde 4tü. 28 Temmuzda Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz Bankanın yıl sonu enflasyon tahminini yüzde 10,6 olarak revize etti.
Alarm sinyalleri
Ne var ki enflasyon oranı yatırımcıları daha temkinli davranmaya iterek Türkiye kapitalizminin kırılganlığını artıran tek gösterge değil. Ufukta kara bulutlar hızla toplanıyor.
Ocak-Mayıs döneminde DYS (Doğrudan Yabancı Sermaye) girişi yüzde 47,9 oranında azalarak, geçen yılın aynı döneminde 11,1 milyar dolarken bu yıl 6 milyar dolar olarak gerçekleşti. Diğer yandan DYS çıkışları aynı dönemde yüzde 12 artış gösterdi -1,4 milyar dolardan 1,6 milyar dolara çıktı. Bir arada ele alındıklarında net düşüş yüzde 54,6 oluyor!
Azalan DYS girişi nedeniyle cari işlemler açığının finansmanın büyük bölümü şimdi bankaların ve finansal olmayan özel sektör şirketlerinin artan dış borcuyla sağlanıyor. Finansal olmayan Türk şirketlerinin net borçlanması ilk beş ayda yüzde 22 oranında artış gösterdi. Bu, DYSdeki düşüşü büyük ölçüde karşılıyor ama aynı zamanda bir borç krizi riskini de daha fazla artırıyor. Dış sermaye akımlarının bileşiminde böyle bir değişimin yaşanması çok tehlikeli bir durum yaratıyor.
Daha da kötüsü, yayımlanan son veriler kısa bir süre önce açığı finanse etmek için Merkez Bankasının döviz rezervlerinin kullanıldığını gösteriyor. Yılın ilk beş ayında rezervlerde 1,1 milyar dolarlık bir azalış meydana geldi. General Electricin ortağı olduğu Garanti Bankasının ekonomik araştırmalar bölümü müdürü Ali İhsan Gelberi 14 TemmuzdaTurkish Daily Newsa şunları söyledi: "Geçen yıllarda doğrudan yabancı sermaye ile ciddi oranda bir finansman vardı. Bu kalmayınca geriye özel sektör borçlanması ve portföy yatırımları kaldı. Özel sektör borçlanmaya bir şekilde devam ediyor. Ancak bunun ne kadar devam edebileceğini söylemek çok kolay değil. Geçen ayki açığın finansmanın bir kısmı Merkez Bankası rezervlerinden karşılandı. Cari açığın finansmanı için rezervlerin kullanılmaya devam edilmesi ileride problem oluşturabilir. Kur üzerinde ciddi bir baskı oluşur."
Türkiye kapitalizmi, bir yandan derinleşen bir rejim krizi yaşarken, aynı zamanda yeni bir ciddi ekonomik krizin eşiğine gelmiş durumda. Türkiye geçtiğimiz 14 yıl içinde üç büyük kriz yaşadığından bu istisnai bir durum değil. Halkın büyük çoğunluğu zaten devasa sıkıntılar içinde yaşamını sürdürürken, ekonomi bir kez daha çökmenin ve iflasın eşiğine gelmiş durumda. Kuşkusuz Türkiye kendisini bir kez daha uluslararası bankalardan kredi dilenir bir halde bulduğunda, bu sıkıntılar dramatik bir biçimde artacaktır.
Sayfanın başı
Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.
Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır
|