www.wsws.org/tr/2008/oct2008/yu-o06.shtml
Bu görüşme 20 Nisan-4 Mayıs 2000 tarihleri arasında yapılan San Francisco film festivali üzerine DSWSde yayınlanmış olan bir dizi makalenin ikincisidir.
Geçtiğimiz Eylül ayında Toronto film festivalinde ilk kez gösterildiğinde Güneşe Yolculuk hakkında şöyle yazmıştım:
"Güneşe Yolculuk Yeşim Ustaoğlunun yönettiği, Türkiye hakkında yapılmış, dürüst ve sevecen bir film. Sular idaresinde çalışan ve Türkiyenin batısından bir genç adam olan Mehmet, sokakta müzik kasetleri satan bir Kürt olan Berzanı, İstanbulda milliyetçi bir güruhun elinden kurtarır. Mehmet ve Berzan arkadaş olurlar. Mehmet koyu bir ten rengine sahiptir ve bu nedenle Kürt olduğu sanılabilmektedir. Kız arkadaşı Arzu bir çamaşırhanede çalışmaktadır. Berzanın Irak sınırı yakınlarında bir köy olan Zorduçta bir sözlüsü vardır.
"Mehmet otobüsteyken oturduğu yerin yakınlarında bir silah bulununca polis tarafından yanlışlıkla gözaltına alınır. Onun bir tür terörist olduğunu düşünen polisler Mehmeti döverler. Ellerinde herhangi bir kanıt bulunmadığından Mehmeti bir hafta sonra serbest bırakırlar. Ama o şimdi mimlenmiş biridir. İşini kaybeder, yaşadığı evin kapısının üzerine boyayla bir kırmızı çarpı işareti çizilmesinin ardından ev arkadaşları evi terk etmesini isterler. Bir sonraki işini de bir kırmızı çarpı işareti nedeniyle kaybeder.
"Bu sırada siyasi durum kızışmaktadır. Kürt mahkûmlar açlık grevi yapmaktadır. Aranmakta olan Berzan tutuklanır. Polis tarafından gözaltında tutulduğu sırada ölür. Yakın akrabası olmamasına rağmen Mehmete, Berzanın cesedini bir tabutun içinde almasına izin verilir. Mehmet bir kamyon çalar ve Berzanı, orada gömülmesi için köyüne götürmek üzere yola koyulur. Çeşitli zorluklarla karşılaştıktan ve farklı ulaşım araçları kullandıktan sonra Mehmet tabutla birlikte Zorduça ulaşır. Kasaba sular altındadır, muhtemelen Türk yetkililer tarafından sele maruz bırakılmıştır ve bütün binalar yıkılmış ya da terk edilmiştir. Mehmet yalnızca karşısındaki korkunç manzaraya bakabilir. Resmini yanında taşıdığı Berzanın kız arkadaşını bulamayacaktır. Kasketi suya bırakır ve iter; kasket suda sürüklenip gider.
"Türkiyede Kürtlerin uğradıkları baskılara karşı yüksek sesle karşı çıkmak cesaret isteyen bir tutum. Dahası film iyi yapılmış ve canlı bir film. Öfkeli ama aynı zamanda ölçülü olmayı başarıyor. Bu Ustaoğlunun ikinci uzun metrajlı filmi. Kutlanması gerekiyor."
Sanatsal çalışma çok sayıda psikolojik ve zihinsel niteliği harekete geçirir. İnsanın bir kulağa veya bir göze (veya her ikisine birden), duyarlılığa, meraka, bir biçim duygusuna, konusunda gerekli bilgiye, toplum ve tarih bilgisine sahip olması gerekir. Ve belirli ahlaki niteliklere, örneğin cesarete sahip olması gerekir. Doğruyu söylemenin zor olduğu bir zamanda, çevrenizdekilerin küplerini doldurmakla veya yüksek yerlerdeki insanlarla dostluklar kurmakla daha fazla ilgilendikleri bir zamanda gerçeği söylemeye istekli olmak. İşte böyle bir zamandayız. İlkeli tavırla sanatsal sezgi arasında karmaşık bir biçimde işleyen bir ilişkinin olması gerekir. Her ikisi de şeylerle ilgili gerçeğin asli keskinliği, güçlüğü ve güzelliği için bir duygu içermeli.
Türk film yapımcısı Yeşim Ustaoğlu dingin ve yumuşak sesli ama besbelli ki kararlı bir kadın. Onunla San Francisconun merkezindeki bir otelin lobisinde konuştuk.
David Walsh: Seni bu konuyu ele almaya iten şey neydi?
Yeşim Ustaoğlu: Yaşamım boyunca insan hakları sorunlarına karşı hep çok duyarlı oldum. Böyle olmayan insanlara da hep çok şaşırdım. Bu, son 15 yıl boyunca yaşamımızda önemli bir konu oldu.
DW: Benim izlenimim Türkiyede Kürt sorunu hakkında konuşmanın zor ya da tehlikeli bir iş olduğu yönünde. Bana cesur bir film gibi görünüyor. Yetkililerle zorluklar yaşadın mı?
YS: Kuşkusuz, Kürt gerçekliği hakkında konuşmak Türkiyede bir tür tabu. Resmi bir versiyon var ama daha fazlasını tartışmak herkes için zor. Bu filmi yapma düşüncesini geliştirirken karşılaşılabilecek zorluklarla ilgili hiçbir şey duymak istemedim. Bu, dokunduğunuz zaman ya sistem içinde kalabileceğiniz ya da sistemi tartışmaya çalışmak istiyorsanız çok dürüst olmanız gereken bir konu. Filmi yaparken neler olabileceği üzerinde asla düşünmedik. Bunun tehlikeli olduğunu duymak istemedim. Elbette, kolay değildi. Bir şey var ki, biz çok iyi örgütlenmiştik. Rol dağılımı, çekim mekânları ve diğer her konuda ben yalnız başına çalıştım. Ve hazır olduğumuzda, filmi yaptık.
DW: Filmin sansürden geçmesi gerekti mi?
YU: Hayır, böyle bir sistem yok. Yalnızca sinemalarda gösterilmesi için başvuruda bulunmamız gerekiyor.
DW: Film gösterildi mi?
YU: Şu anda Türkiyede gösteriliyor.
DW: İlgi görüyor mu?
YU: Filmin dünya galası Berlinde yapıldı ve daha sonra Torontoda ve başka yerlerde gösterildi. Bir yıldan fazla bir süre için Türkiyede hiç dağıtımımız yoktu. Dağıtımcıların hiçbiri bunu yapmak istemedi. Sinemalardan hiçbiri filme dokunmak istemedi. Filme karşı bir ambargo vardı. Medya film hakkında söz söylemek istemedi. Filmi bitirdikten sonra Kültür Bakanlığından filmi piyasaya çıkarma izni aldık. Film Berlinde ve diğer yerlerde gösterildikten sonra hükümet filme izin vermeyi kabul etti, ama ona dokunmak istemeyen, onunla ilgili konuşmak, tartışmak ve onu göstermek istemeyen, eski sistemden gelen bir başka tür baskı, ambargo vardı. Medyanın tutumu beni bir hayli şaşırttı. Bazılarının böyle bir tutum alacağını biliyordum ama filmi tartışacaklarını umuyordum, ama bu olmadı. Çok az sayıda insan ambargoyu eleştirdi.
Aslında izleyicilerin iyi olduklarını düşünüyorum. Birçok genç insan, öğrenciler, Türkler ve Kürtler konuyu beğendiler. Elbette çeşitli konularda tartışmalar oldu.
DW: Filmin başında milliyetçi bir futbol çetesi var. Dikkatleri sosyal sorunlardan, yoksulluktan ve işsizlikten başka yerlere kaydırabilmek için milliyetçiliği körükleme gibi bir çaba var mı?
YU: Evet, Türkiye cumhuriyeti tek ulus düşüncesini temel alır. Benim için bu bir tür beyin yıkama. Bütün ülke için tek bir ulus üzerinde yoğunlaşmak. Türkiyede birçok ekonomik ve toplumsal çatışma var ve sorunlarınız olduğu zaman bu o kadar kolay ki ... hükümet veya sistem açısından çok faydalı; şöyle diyelim, insanları ulus üzerinden manipüle edebilirsiniz ve dini de gayet güzel kullanabilirsiniz.
Ve Türkiyede bu iki konuda birçok mücadele yaşanıyor. Biri bir yöne vurgu yapıyor, diğeri başka bir yöne. Alt sınıfları, bu ulus sorunu üzerinden manipüle etmek her zaman o kadar kolay oldu ki. Eğer solcu ve sağcı milliyetçi çevrelerden insanlara bakarsanız, benzer sorunlara sahip olduklarını görürsünüz, ama siyasi durumu düzeltmek ya da iyileştirmek için her zaman milliyetçilik üzerine çalışırlar, böylece gerçek sosyal ve ekonomik sorunlarınızı unutursunuz ve milliyetçilik üzerinde yoğunlaşırsınız. Bu bana acı veriyor.
DW: Halk kitleleri için ekonomik koşullar nasıl?
YU: Türkiye ekonomisini özelleştirmeye çalışıyor, bu süreç hızlandırıldı. Bu, zenginlerle diğer herkes arasında bir uçurum yarattı. Daha önce bir orta sınıf; 1970lerde, 1980lerde işçiler ve orta sınıf vardı. Eğer çalışırsanız harcadığınız çabanın karşılığını alırdınız. Sendikal sistem daha önce çok daha iyiydi. Ama 1980deki darbeden sonra çok farklı koşullar yaratıldı. Milliyetçiler dışında halk çok apolitik. Nüfusun bazı bölümleri çok zenginleşti, böyle bir serveti hangi karanlık yoldan elde ettiklerini asla bilemezsiniz ve işçi sınıfı, orta sınıf kayba uğradı. Doğu bölgelerdeki kırsal kesimden birçok insan şehirlere doğru itildi ve bu büyük sorunlara neden oldu. İşsizlik ve diğer sorunlar. Eşitsizlik büyük bir sorun.
DW: Bu neredeyse evrensel bir durum. Şu ya da bu şekilde burası için de doğru, Fransa için de. Fransadan, Lübnandan yönetmenlerle söyleşiler yaptım...
YU: Bu globalizm.
DW: Küresel düzeyde toplumsal eşitsizlik var. Ve aynı zamanda evrensel bir siyasi sorun var: eski partiler itibarlarını yitirdiler, sendikalar ve geleneksel emek hareketi işe yaramaz olduğunu ortaya koydu. Ortada bir boşluk var. İnsanlar mutlu değil, ama bir alternatif göremiyorlar. Dinci veya milliyetçi hareketler boşluğu dolduruyorlar ve insanlara demagojik bir yoldan seslenmeye çalışıyorlar. İslami fundamentalizm sorunu ne durumda?
YU: Türkiyede her düşünce için yeterince demokrasi olmadığında, bir sorunun ortaya çıkmasını istiyorsanız onu kendiniz yaratabilirsiniz. Tarihimizde İslama karşı laiklik için yapılan büyük bir baskı var ve aynı zamanda sistem bizim bir Müslüman ülke olduğumuz fikrini de dayatıyor. Bir oyun oynuyorlar. "Bizler Müslümanız, ama sana bazı haklar veriyorum. Bizler yalnızca bu noktaya kadar Müslümanız." Eğer insanlar daha fazlasını isterlerse o zaman buna karşı baskı uygulanır. Bu [dindar] insanları siyasi olarak aktif hale getiriyorsunuz. Bu şekilde İslamcı partilerin verdikleri bu mücadele ortaya çıkıyor. Baskı altında tutulan insanlar onlara bakıyorlar, çünkü onlar için başka bir şey yok. Ama İslamcı partiler aynı sisteme aitler. İnsanlar kullanılıyor, istismar ediliyorlar. Her halükârda ben sistemin laik kalacağını düşünüyorum.
DW: Öcalan davasına yönelik tutumun ne?
YU: Dava sırasında İstanbulda değildim, Berlindeydim. Neler olduğunu izledim. Yine milliyetçiler tarafından yapılan büyük bir manipülasyon vardı. Türk medyasındaki ve yabancı basındaki haberleri okuyabilirsiniz, birbirlerinden tamamen farklıydılar.
Birbiriyle çelişen baskılar söz konusu. Bir yukarı bir aşağı. Bir kere, Türkiye Avrupa Birliğinin içinde olmak istiyor ve bu bazı şeyleri daha ılımlı hale getirme eğilimi gösteriyor. Ama bunu nasıl yapacaklarını bilmiyorlar.
Buraya gelmeden hemen önce Kürt realitesinin, en azından şu an için kabul edildiğini okudum, ama başbakanımız hâlâ Kürtçenin bir dil olmadığını söylüyor. Yani bir yukarı bir aşağı, bir geri bir ileri. İnsanların bunu anlaması uzun bir süre alacak.
DW: Türk film yapımcıları ne durumda?
YU: İzleyiciler gerçekten Türk yapımları izlemek istiyorlar. Bu filmlerin hepsi dağıtılabiliyor -benimki hariç. Bazı büyük ticari yapımlar var. Sektör şimdi daha büyük. Bazı düşük bütçeli bağımsız filmler var.
DW: Filminizi Türkiyenin farklı bölgelerinde gösterime sokmanız mümkün mü?
YU: Evet, filmin İstanbulda açılışını yaptığımız sırada diğer şehirlere de gitti. Ama gene de küçük sinemalarda...
DW: Hiç protestolarla ya da sorunlarla karşılaştınız mı?
YU: Bir avantajımız filmin yurt dışında çok iyi tanınıyor olmasıydı.
DW: Toplumsal gerçeği, psikolojik gerçeği ve sanatsal biçimi aynı ciddiyetle ele almak zor mu?
YU: Benim için bunlar bir bütün. Bu unsurları birbirinden ayıramam. Tartıştığım şey hakkında, insanlara anlatmak istediğim şey hakkında dürüst olmak ve bunu kendi estetik anlayışımla, kendi tarzımla yapmak istiyorum. Elbette bu önemli. Ben bir film yapımcısı, bir sanatçı olmak istiyorum. Bu üç unsurun bir arada herhangi bir şeyin yaratılmasında önemli olduğunu düşünüyorum.
DW: Hangi film yapımcılarını beğeniyorsun?
YU: Tarkovskiy benim için çok önemli. Bergman, Bresson. Türkiyede Yılmaz Güney.
DW: O Türkiyede hâlâ önemli bir isim mi?
YU: Genç kuşak onunla ilgili daha fazla bilgi sahibi olmaya başladı.
DW: Filmleri bulunabiliyor mu?
YU: Yol geçen yıl bulunabilir hale geldi. Bu yeni kuşak için önemli. Elbette benim kuşağım onun filmlerini biliyor.
DW: Neden film yapıyorsun?
YU: Bu sevdiğim bir iş. Görüntülerle konuşmayı, düşüncelerimi görüntülerle anlatmayı seviyorum. Bunu seviyorum.
DW: Başka bir alanda eğitim gördün mü?
YU: Mimarlık eğitimi gördüm, ama bu sırada öykü yazıyordum. Sinemanın bütün her şeyi kapsadığını gördüm. İlk filmimi yaptığım zaman onu durdurmanın hiçbir yolu olmadığını fark ettim.
DW: Demokratik haklar ve sansür konusunu, Deepa Mehtanın davasını gündeme getirmek istedim. Bu uluslararası bir sürecin parçası. Mehta için bir kampanya başlattık. Bu sorunla ilgili duygularını merak ediyorum. Demokratik haklara ve sanatsal ifadeye karşı bir tehlike oluşturuyor mu sence?
YU: Evet. Ama onun çalışmalarını sürdürmesi gerekiyor; benim çalışmamı sürdürmem gerekiyor. Benim ülkemde bir sorun var, benim kuşağımdan birçok insan, sadece korktukları için, zor olan hiçbir işe ellerini sürmek istemiyorlar. Ve hatta sistemin içinde kalan filmler yapıyorlar ve bu yeterli değil. Sanatçılar topluma da bakmalı.
DW: Senin filminin bir katkı olduğunu düşünüyorum ve umarım filmini çok sayıda insan izler.