www.wsws.org/tr/2007/sep2007/gul-s18.shtml
Türk meclisi, 28 Ağustosta eski dış işleri bakanı Abdullah Gülü ülkenin 11. cumhurbaşkanı olarak seçti. İslamcı AKPnin (Adalet ve Kalkınma Partisi) adayı Gül, 550 milletvekilinden 339unun oyunu -seçilmesi için gerekli olandan 63 oy daha fazla oy- aldı. Gül, ilk iki turda seçilmek için gerekli olan üçte iki çoğunluğu elde edemediğinden, ancak mutlak çoğunluğun yeterli olduğu üçüncü turda seçilebildi.
Faşist Milliyetçi Hareket Partisinin (MHP) adayı Sabahattin Çakmakoğlu 70 milletvekilinin desteğini sağladı; Demokratik Sol Partiden (DSP) Tayfun İçli 13 oy aldı. Orduya yakın duran Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) oylamayı boykot ederken, Kürt milliyetçisi Demokratik Toplum Partisi (DTP) çekimser kaldı.
Kemalist siyasi düzen, bahar aylarında Gülün seçilmesini engellemişti. Ordu, İslamcı kökleri olan bir siyasetçinin cumhurbaşkanlığı köşküne girmesi durumunda darbe yapma tehdidini gündeme getirdi ve o sırada meclisteki en büyük muhalefet grubu olan CHPnin milletvekilleri oylamayı boykot ettiler. Daha sonra Anayasa Mahkemesi tartışmalı bir hukuki karar alarak Gülün tek aday olduğu birinci tur oylamayı geçersiz ilan etti.
AKP bu girişimlere, Kasım ayında yapılması gereken genel seçimleri erkene alarak karşılık verdi ve Temmuz ayında yapılan seçimleri oy oranında büyük bir artış sağlayarak kazandı. Güle karşı aylarca yaygaracı bir milliyetçi kampanya yürütmüş olan ordu ve sivil müttefikleri ciddi bir yenilgi aldılar. Generallerin sözcülüğüne soyunmuş olan Deniz Baykal yönetimindeki CHP, seçmenler tarafından açıkça cezalandırıldı.
Buna rağmen ordu hâlâ, anayasal olarak aynı zamanda başkomutan konumunda olan yeni cumhurbaşkanını kabullenmek konusunda ayak diriyor. Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, seçimin hemen öncesinde genel kurmayın resmi internet sitesinde, silahlı kuvvetlerin, devlet işleriyle dinin birbirinden ayrı tutulması ilkesini korumaya kararlı olduğunu belirten bir açıklama yayımladı. Büyükanıt bu açıklamada, hem devletin üniter yapısını tehdit eden Kürt ayrılıkçıları ağır bir biçimde suçladı, hem de Türk devletinin laik niteliğini tahrip etmeye çalışanlardan "şer odakları" olarak söz etti -bu AKPye yapılmış açık bir uyarıydı.
Üst düzey komutanlar seçim sonrasında kendilerini hâlâ Türkiyenin efendileri olarak gördüklerini ve yeni başkomutanın yetkesini kabul etmediklerini ortaya koydular. Geleneğin dışına çıkarak, cumhurbaşkanının yemin törenine katılmadılar. Ertesi gün, Büyükanıt, Harp Akademilerinde yapılan bir törende, protokole açıkça aykırı bir biçimde ve göstere göstere, Gül yerini almadan önce koltuğuna oturdu. Ayrıca, diğer yüksek rütbeli komutanlar, bu ilk toplantıda bir çatışmaya yol açmamak için törene türbanlı eşiyle birlikte gelmemiş olmasına karşın, Güle cephe selamı vermediler.
Yeni mezun genç subaylar Gülün yerine Büyükanıtı selamladılar. Harp Akademileri kumandanı tümgeneral Necati Özbahadır ise yaptığı konuşmada yeni cumhurbaşkanına tehditkâr bir göndermede bulunarak, Türk silahlı kuvvetleri "yalnızca Atatürk ilke ve inkılaplarıyla bütünleşmiş ve Cumhuriyetin temel kurallarına sadık olanlara hizmet eder," dedi.
Türkiyede cumhurbaşkanı aslında temsili nitelikte olmasına karşın, hatırı sayılır bir güce ve yetkiye sahip. Cumhurbaşkanının kendi denetleme birimi [Cumhurbaşkanlığı Denetleme Kurulu] var. Bunun dışında, hem üst düzey memurların, hakimlerin ve savcıların, hem de üniversite rektörlerinin atanması konusunda geniş yetkilere sahip. Kanunları bir kez daha yeniden görüşülmesi için meclise geri gönderebiliyor; geri gönderdiği bir kanun meclis tarafından üzerinde hiç değişiklik yapılmadan kabul edildiğinde, bu kanunu iptali için Anayasa Mahkemesine gönderebiliyor.
Gülün selefi, kağıt üzerinde partiler üstü olan Ahmet Necdet Sezer, cumhurbaşkanlığının yetkilerini yoğun bir biçimde kullandı ve neredeyse bir muhalefet partisi rolü oynadı. AKP hükümeti tarafından meclisten geçirilen çok sayıda yasayı bloke etti ve hükümet tarafından yapılmak istenen yüzlerce atamayı onaylamayı reddetti. Nisan ve Mayıs aylarında Güle ve AKP hükümetine karşı yapılan kitlesel gösterileri destekleyen Sezer, Temmuz ayında yapılan genel seçimler sonrasında yeni kabineyi onaylamayı reddederek, bunu halefinin yapması gerektiğini söyledi.
"Anadolu burjuvazisi"
Orduyla yapılan ve aylarca süren bir sinir harbinin ardından Gülün engelsiz bir biçimde cumhurbaşkanı olarak seçilmesi uluslararası basın tarafından yeni bir siyasi istikrar ve ekonomik gönenç döneminin başlangıcı olarak, memnuniyetle karşılandı. Buna karşılık, generallerin tepkisi bu siyasi istikrar izleniminin aldatıcı olduğunu gösteriyor.
Generallerle AKP arasındaki bu çekişme çok daha önemli bir başka temel çelişkinin, Iraktaki Amerikan işgalinin içinde bulunduğu krizin bir sonucu olarak giderek şiddetlenen Ortadoğudaki güç çatışmalarının içine daha fazla girmekte olan Türkiyede yaşanan keskin toplumsal kutuplaşmanın üzerini örtüyor.
AKP, beş yıl önce iktidara geldiğinden bu yana Uluslararası Para Fonunun ve Avrupa Birliğinin ekonomik taleplerini sadakatle yerine getirerek uluslararası sermayenin güvenini kazandı. AKP, "Anadolu burjuvazisi" denilen, yani taşranın -bir bölümü son 10 - 15 yılda büyük boyutlu, mali olarak güçlü holdingler oluşturabilmiş olan- muhafazakâr ama hırslı girişimcilerinin çıkarlarını temsil ediyor. Buna karşın Kemalist düzen uzun yıllar boyunca bu katmanları devlet yönetiminden ve merkezi iktidarın doruklarından büyük ölçüde uzak tuttu.
"İslamcı sermaye" rüşvet ve adam kayırma yoluyla devletle güçlü bağlar oluşturmuş olan büyük bankalar ve şirketlerle rekabet içinde ve onların egemenliğini kırmaya çalışıyor. Bu hedef, eski tekelleri ve bürokrasiyi uluslararası finans kapitalin ülkeye nüfuzu önünde bir engel olarak gören İMF, Dünya Bankası ve AB tarafından da paylaşılmaktadır.
AKP 2002 yılındaki ilk seçim zaferini, Türkiye ekonomisinin 2001 yılında yaşadığı büyük çöküntünün ardından kazanmıştı. AKP, sendikaların ve sosyal reformist partilerin müflisliğini kullanarak ve kendisini yoksul kitlelerin temsilcisiymiş gibi göstererek yerel yönetimlerde etkili hale geldi. Hükümetin başında yer alan Recep Tayyip Erdoğan ilk popülaritesini bu yoldan İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkanlığı sırasında elde etmişti.
AKP hükümeti -bir ölçüde rastlantısal olarak- Türkiye için çok elverişli bir uluslararası ekonomik ortamda iktidar oldu. 2002 yılında mali piyasalar 1997 Asya krizinin etkilerini üzerinden atmış ve uluslararası sermaye Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere akmaya başlamıştı.
Bu beş yıl içinde Türkiyeye toplam 114 milyar dolar tutarında yabancı sermaye giriş yaptı. Ekonomi önemli bir büyüme göstererek, AKP hükümetinin konumunu güçlendirdi. Bu -çok sınırlı ölçülerde de olsa- ordunun etkisini azalttı; dini azınlıklar ve Kürtlerle ilgili uygulamaları serbestleştirdi. Ancak bu serbestleşme, pratik etkileri oldukça sınırlı kalmış da olsa, Kemalist düzenin ne kadar küçük olursa olsun verilen her ödünü vatana ihanet olarak yaftalamasına ve bunlara karşı şiddetli bir mücadele vermesine engel olmadı.
Benzer bir durum dış politika alanında da yaşandı. AKP, Irak Kürtleri ile olan ilişkilerinde ağırlıklı olarak diplomatik baskıya bel bağladı ve kuzey Iraka yönelik kapsamlı bir işgale girişilmesi için baskı yapan orduyu frenledi. Askeri çatışma, ülkede aşırı sağı ve orduyu güçlendirecek bir şekilde ABD ile anlaşmazlığa yol açacaktı. AKP hükümeti bu güçlerin etkisini azaltabilmek için Avrupa Birliği ile uzlaşma arayışına girdi.
Ama ekonomik düzelme hiçbir biçimde ahenkli bir seyir izlemedi. Cari işlemler açığı patlama yaparak 2006 yılı sonunda GSYİHnın yüzde 8ine ulaştı ve ülkeyi uluslararası ticari dalgalanmalara son derece hassas bir hale getirdi. Her şeyden önce bu büyüme, şimdi payına düşeni isteyen işçi sınıfının uğradığı kayıplar pahasına oldu.
AKP yanlısı bir gazete, kısa süre önce "Grev dalgası ekonomiyi tehdit ediyor" başlığı altında verdiği bir haberde, "Türkiye[nin] 1990lardan bu yana en büyük grev dalgasıyla karşı karşıya" olduğunu yazdı. Türk Hava Yollarında, tekstilde ve denizcilik sektöründe çalışan işçiler şu anda daha yüksek ücret elde edebilmek için mücadele ediyorlar.
Uluslararası sermayenin hükümeti
AKP işçi taleplerinin herhangi birinin karşılanmasına kesin bir biçimde karşı çıkıyor. "Anadolu burjuvazisi", aralarındaki farklılıklara rağmen, bu konuda Kemalist düzenle ve orduyla fikir birliği içinde. Erdoğanın, Gülün yerine getirdiği ilk resmi görevlerden biri olarak onayladığı yeni kabinesindeki kilit mevkiler, uluslararası sermayenin mutemet temsilcileri ile doldurulmuş durumda.
Diğer yandan Erdoğan genel olarak beklenenden çok fazla sayıda bakanı yeni kabinede tuttu: 25 bakandan 16sı Erdoğanın eski kabinesinde yer alan isimler ve bunların 11i aynı bakanlığın başında bulunmaya devam edecekler.
Kemal Unakıtan maliye bakanı olarak görevine devam edecek ve daha şimdiden sermayeden alınan vergilerde çeşitli indirimler yaptı. Unakıtan, kendisine karşı vergi kaçırma suçlaması ile hazırlık soruşturması başlatılmış, ancak milletvekili dokunulmazlığı nedeniyle dava açılamamış olması nedeniyle muhalefetin en önemli hedeflerinden biriydi.
Yeni dış işleri bakanı, 40 yaşındaki eski ekonomiden sorumlu devlet bakanı Ali Babacan. Babacan Türkiyenin AB ile olan görüşmelerinde baş müzakerecilik görevini üstlenmeyi sürdürecek. Batılı gözlemciler Babacanın dış işleri bakanı olarak atanmasının Avrupa Birliğine verilmiş bir sinyal olduğunu düşünüyorlar.
ABDde işletme yönetimi öğrenimi görmüş olan Babacan, Fulbright bursu ile yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra bir süre Amerikada kaldı ve mali danışman olarak çalıştı. 1990lı yılların ortalarında ailesinin tekstil işinin başına geçmek üzere Ankaraya dönen Babacan, aynı zamanda Ankara Büyükşehir Belediye Başkanına danışmanlık yaparak siyasi kariyerine başladı. Babacan AKPnin kurucuları arasında yer aldı ve 35 yaşında kabinenin en genç üyesi oldu. Ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak İMFnin talimatlarını, halka karşı katı bir kararlılıkla uygulamaya koydu.
Yeni ekonomi bakanı Mehmet Şimşek hakkında Financial Times Deutschland şevkle şunları yazdı: "Şimşek geçtiğimiz iki yıl süresince ABDli yatırım bankası Merrill Lynchin Ortadoğu ekonomileri baş analisti olarak çalıştı. Şimşek iş yaşamına Ankaradaki Amerikan elçiliğinde danışmanlık yaparak başladı. Önde gelen İsviçre bankası UBS ve Deutsche Bank tarafından satın alınan İstanbul merkezli yatırım şirketi Benderde görev aldıktan sonra, Londrada Merrill Lynch için analist olarak çalışmaya başladı.... Onun ekonomi bakanlığına getirileceği beklentisi uluslararası mali dünyada olumlu bir gelişme olarak görülüyor. Londradaki Lehman Brothersta borsa üye temsilcisi olan Kerim Acanal, Şimşek uzun yıllar boyunca bir yabancı banka için çalıştı, dolayısıyla yabancı yatırımcıların ne istediğini tam anlamıyla biliyor. Yurtdışında Türk ekonomisi için iyi bir elçi olacak, dedi."
Yeni sanayi bakanı, Ankara Ticaret Odasının eski başkanı Zafer Çağlayan. Göreve yeni başlayan kültür ve turizm bakanı da eski seçkinlerden biri: AKPye daha Mayıs ayında katılmış olan Ertuğrul Günay. Aslında Günayın siyasi kökleri, partiden ihraç edilmeden önce genel sekreterlik görevine kadar yükselmiş olduğu Kemalist CHPye uzanıyor.
Türkiye karışık bir dönemden geçiyor. "Anadolu burjuvazisi" iktidar ve etki gücü için kavga verirken, AKP hükümeti uluslararası sermayenin güvenini kaybetmemek için işçi sınıfına karşı şiddetli saldırılar hazırlamayı planlıyor. Türkiye burjuvazisinin parlamentoda yer alan bütün grupları bu konuda birleşmiş durumdalar.
Bu nedenle AKPnin generallerin iktidar taleplerine karşı çıkma konusundaki kararlılığı son derece sınırlı olacaktır. Erdoğan, Türk halkının geniş kesimlerinin bir seferberliği ve radikalleşmesi riski yerine, orduyla uzlaşmak konusunda daha istekli olduğunu daha şimdiden ortaya koymuş durumda. Siyasi "liberalleşmenin" her zaman güdük ve iktidarsız kalmasının başlıca nedeni bu.
Seçimden hemen önce gaddarca uygulamalarından ve rüşvetçiliğinden korku duyulan polise yeni yetkiler tanındı ve bu yetkiler artmaya devam edecek. Bu, Abdullah Gülün özgürlüklerden ve bireysel haklardan yalnızca çok genel olarak değindiği yemin konuşmasında açıkça desteklediği bir şeydi. Gül konuşmasında din özgürlüğünden özellikle söz etmesine ve Türk devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürke göndermede bulunmasına karşın, aynı zamanda "terörizme" karşı olan muhalefetini de ifade etti ve orduyu övdü.
Iraktaki Amerikan işgalinin krizi aynı zamanda Ortadoğudaki bölgesel güçler arasında yeni bir egemenlik mücadelesi başlatmış durumda. Bu mücadelede, Türk burjuvazisinin -hem "Kemalist" hem de "Anadolu" kanadının- İran ve Suudi Arabistanın ardından ikinci konumda kalmayı kabul etmeye hiç niyeti yok. Bu yeni güç ve etki alanı kapışması ancak ordunun elini güçlendirecek ve demokratik hakların daha fazla kısıtlanmasına yol açacaktır.