DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz : Bölgesel haberler : Türkiye
Yazıcıya hazırla
Bush, Türkiyeye Irakta PKKya saldırması için yeşil ışık yaktı
Türk-Kürt çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar
Yazı Kurulu
28 Kasım 2007
İngilizceden çeviri (10 Kasım 2007)
ABD Başkanı George W. Bush ve Türk Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 5 Kasımda Washingtonda, çok büyük sarsıntılar yaşamış olan Irakta, yeni bir suç işlemek konusunda anlaşmaya vardılar. Türk ordusu, ABDnin sağlayacağı lojistik destekle, kuzey Iraktaki Kandil Dağlarında saklanmakta olan PKK (Kürdistan İşçi Partisi) üyelerine karşı harekete geçecek.
Bush, Erdoğana, Türkiyeye PKKnın kampları ve hareketleriyle ilgili ABD istihbaratı sağlanacağı sözünü verdi. Türk basını bunu "askeri saldırı için yeşil ışık yakıldığı" şekilde yansıttı ve Erdoğan, Bushla yaptığı görüşmenin ardından, Iraktaki PKK mevzilerine karşı harekâtların başlatılacağını açıkladı.
Erdoğan - Bush görüşmesinin öncesinde, haftalarca süren bir propaganda savaşı ve bir dizi diplomatik çekişme yaşandı. Türk generaller kuzey Iraka yönelik bir saldırı düzenlenmesi için aylardır baskı yapıyorlardı. Generaller PKK sorununu, sağcı milliyetçi güçleri AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) hükümetine karşı seferber etmek için kullandılar.
Türk hükümeti, PKK savaşçılarıyla giriştikleri çatışmalar sonucunda bir düzineden fazla Türk askerinin öldürülmesinin ardından, en sonunda, üst düzey komutanların baskısına boyun eğdi. AKPnin büyük bir çoğunluğa sahip olduğu meclis, 17 Kasımda, büyük bir çoğunlukla, sınır ötesi bir harekâta onay verdi. Türk ordusu sınıra 100.000 asker yığmış ve kuzey Iraktaki hedeflere savaş uçakları ile ağır silahlar kullanarak saldırmaya başlamış durumda.
Türk medyası yalnızca PKKyı değil, fakat aynı zamanda kuzey Iraktaki Kürtleri de hedef alan, isterik milliyetçi bir kampanya yürütüyor. Yüksek tirajlı Hürriyet gazetesi 22 Kasımda, kuzey Irak bölgesel yönetimi lideri Mesut Barzaniyi, "Amacımız, oradaki Kürt rüyasını, Türk kâbusuna çevirmektir" ve "[bunun] neticesi yirmi yıl geriye gitmiş bir Kuzey Iraktır," diyerek tehdit etti.
Başbakan Erdoğan, Irak hükümetinin ve ABD işgal güçlerinin PKKya karşı, örgütün kamplarını kapatarak ve liderlerini Türkiyeye teslim ederek derhal harekete geçmemeleri durumunda, bunu büyük bir Türk saldırısının izleyeceğini açıkladı.
Irak hükümeti ilk başta bunu reddetti. Kendisi de bir Kürt olan Irak Devlet Başkanı Celal Talabani, iki hafta önce, Irakın Türkiyenin sorunlarını çözemeyeceğini söylemişti. Talabani, "PKK liderlerinin Türkiyeye teslim edilmesi asla gerçekleşmeyecek olan bir rüyadır," dedi. Kuzey Irak bölgesel yönetimi milisleri [peşmergeler -ç.n.] Türkiyeyi, istilacı Türk askerlerine karşı direnmekle tehdit etti.
ABD yönetimi Iraktaki en önemli müttefiki olan Iraklı Kürtler ile bölgedeki en önemli NATO üyesi ülke olan Türkiyenin karşı karşıya gelmesini önlemeye çalıştı. Washington böyle bir askeri harekâtın, işgal altındaki ülkede bir ölçüde sakin bir görünüme sahip tek bölge olan kuzey Irakı istikrarsızlaştırabileceğinden korkarak, Ankaraya saldırıda bulunmaması için baskı yaptı.
Iraka ABD askeri ikmalinin büyük bölümü Türkiye üzerinden gerçekleştiriliyor. ABD ile Türkiye arasında yaşanacak açık bir çatışma, aynı zamanda, Washingtonun giderek daha sıcak baktığı görülen İrana karşı bir savaşın önünde de bir engel oluşturacak.
Buna karşılık Türk hükümeti kendi çıkarttığı cini şişeye geri sokabilecek durumda değildi. Irakın istilası için mecliste yapılan oylama, hükümeti, giderek daha fazla Amerikan karşıtı bir tonla PKK ile hesaplaşılması konusunda ısrar eden ultra-milliyetçilerin rehinesi haline getirdi. Şu anda Türkiye, bütün dünya ülkeleri içinde ABD hakkında en olumsuz düşünen ülke olarak kabul ediliyor. Bir Amerikalı kuruluşun yaptığı bir araştırmaya göre, Türklerin yalnızca yüzde 9u ABDye olumlu bir gözle bakıyor.
ABD, nihayet geçtiğimiz hafta sonunda, Türklerden gelen baskıya boyun eğdi. PKKya karşı girişilecek harekât, İstanbulda toplanan Iraka komşu ülkeler arasındaki üst düzey bir konferansın ana konusuydu. Konferansa katılanlar arasında, ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Riceın ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moonun yanı sıra, BM Güvenlik Konseyinde veto yetkisini elinde bulunduran ülkelerin dışişleri bakanları ve Alman dışişleri bakanı Frank-Walter Steinmeier dahil, G-8 devletlerinin dışişleri bakanları yer alıyordu.
Rice, Türk hükümetini ABDnin PKKyı terörist bir örgüt ve ortak düşman olarak gördüğü konusunda temin etti ve bu örgüte karşı mücadelede destek sözü verdi.
Konferans, Irakta yaşanan veya Irak topraklarından komşu ülkelere karşı girişilen bütün terörist eylemleri kınayan bir karar önergesini kabul etti. Bu karar önergesi PKKya karşı yapılacak bir Türk askeri saldırısına verilmiş, üzeri çok az örtülü bir izin olarak yorumlanıyor.
Spiegel on-line, şu anda ABD için başlıca sorunun, "Türk askeri harekâtının sınırlı ve sıkı sıkıya kontrol altında tutulan bir harekât olmasını sağlamak," olduğu yorumunu yaptı.Spiegel on-line, "Türk ordusu ile kuzey Iraktaki Kürt milisleri arasında çatışmaların yaşanmaması için, askeri harekâtın, mümkün olduğu yerlerde, Kürt bölgesel yönetimiyle eşgüdüm içinde yürütülmesi gerektiği"ni ekledi.
ABD aynı zamanda durumu yumuşatmak için, PKK ve kuzey Irak bölgesel hükümeti üzerinde de baskı uygulamakta. Kuzey Irak polisi iki şehirde, televizyon kameralarının karşısında PKK bürolarını kapattı.
PKK birkaç hafta önce esir aldığı sekiz Türk askerini serbest bıraktı. Askerlere Türkiyeye dönüşlerinde bizzat Iraktaki ABD güçlerinin komutanı General David Petraeus eşlik etti.
Erdoğanla Bush arasındaki görüşme Ankarada varılmış olan anlaşmaları pekiştirmeye hizmet etti.
BMnin, G-8lerin ve bölgesel güçlerin onayıyla İstanbulda PKKya karşı varılan mutabakat, Irak savaşı bağlamında işlenmiş olan sayısız suçun üzerine bir yenisini ekliyor. ABDnin desteğiyle gerçekleştirilecek Türk askeri saldırılarının kurbanları Iraka sığınmış olan PKK savaşçılarıyla sınırlı kalmayarak, daha geniş ölçekte hem Iraktaki ve Türkiyedeki Kürt nüfusu hem de Türkiye işçi sınıfını kapsayacaktır.
Kürtler, ABD ile Türkiye arasındaki gerilimlerin -geçici olarak- azaltılabilmesi için, piyonlar gibi kurban edilecekler.
Dünya Sosyalist Web Sitesi, Türkiye ve ABD tarafından PKKya karşı girişilecek saldırıya kesin bir biçimde karşı çıkıyor. PKK terörist bir örgüt değil, Kürt halkının on yıllardır gördüğü ve bugün de devam etmekte olan baskılar nedeniyle etkinlik ve destek sağlamış olan, kitlesel desteğe sahip milliyetçi bir örgüttür.
PKKya karşı alınan tutumun sinikliği, ABDnin PKKyı teröristler olarak yaftaladığı halde, aynı zamanda PKK ile yakın işbirliği içindeki İranlı Kürtlerin bir örgütü olan PJAKı destekliyor olması gerçeği tarafından ortaya konuyor. PJAK, İrana karşı faaliyetlerini Kandil Dağlarından yürütüyor. Washingtonun hangi silahlı grupları "terörist örgütler" olarak yaftalayacağı ve baskı altına alacağı ve hangilerini "özgürlük savaşçıları" olarak göreceği ve destekleyeceği bütünüyle ABD emperyalizminin güncel dış politika çıkarlarına bağlıdır.
Türkiyenin PKKya karşı planladığı askeri saldırılar bütün Kürt halkına boyun eğdirmeyi amaçlamaktadır. Bu saldırılar kaçınılmaz bir biçimde sivil halkı da etkileyecek ve Afganistanı ve Irakın geniş kesimlerini tahrip etmiş olan şiddeti ve yıkımı yeni bölgelere doğru yayacaktır.
Yerel halkın, önde gelen Kürt politikacıların rızası olsa bile, bir Türk askeri istilasını uysalca kabul edip etmeyeceği şüphelidir. Kürt halkı ile kuzey Iraka egemen olan iki parti -Irak devlet başkanı Celal Talabaninin Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve kuzey Irak bölgesel yönetimi başkanı Mesut Barzaninin Kürdistan Demokratik Partisi (KDP)- arasındaki ilişkiler gergin durumda. Her iki parti de aşiret yapılarını temel almakta ve dar bir seçkin grubunun çıkarlarını temsil etmektedir.
Kürt karşıtı şovenizmin zehri Türkiye içinde siyasi atmosferi kirletiyor. Generaller birbiri ardınca siyasi yenilgiler yaşadıktan sonra, PKKya karşı kampanya temelinde bir kez daha üstünlüğü ele geçirdiler. AKP yazın yapılan seçimleri, birçok seçmen onu ordu karşısında demokratik bir karşı ağırlık olarak gördüğü için kazandı. Şimdi Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül orduya açık bir çek vermiş ve kendilerini generallerin ellerine teslim etmiş durumdalar.
PKKya karşı yürütülen kampanya sırasında Kürtlere karşı başlatılan cadı avı, AKP hükümeti tarafından Türkiyedeki Kürt nüfusa tanınmış olan sınırlı kültürel hakları tehlikeye atıyor. Türkiyede son günlerde Kürtlere ait bina ve işyerlerine karşı pogrom tarzı saldırılar düzenlendi. Yurtdışında yaşayan Türklerle Kürtler arasında da çatışmalar yaşandı. Berlinde milliyetçi Türkler bir Kürt kültür merkezine saldırdılar. Geçtiğimiz hafta sonu Almanyada, Iraka yönelik bir Türk saldırısını destekleyen ve karşı çıkan ayrı ayrı gösterilere binlerce insan katıldı.
Bununla birlikte bizim PKKya yönelik saldırıya karşı çıkıyor olmamız, onun milliyetçi politikalarını ve yöntemlerini desteklediğimiz anlamına gelmiyor. PKKnın Kürt halkının tarihsel ezilmişliğine verebileceği bir cevabı bulunmamaktadır; kullandıkları yöntemler Ankaradaki yönetici seçkinin Türk ve Kürt kitleler arasına bir kama sokmasını kolaylaştırmaktadır; PKK pek çok kez Türk hükümetiyle ilkesiz anlaşmalar yapmaya çalıştı ve hatta Iraka yönelik Amerikan istilasını memnuniyetle karşıladı.
Milliyetçiliğin çıkmazı
Kürtler ilk kez büyük güçlerin ve Ortadoğudaki bölgesel güçlerin entrikalarının kurbanı olmuyorlar. Kürtlerin tarihi bu tür trajedilerle doludur. Bu tarih, burjuva milliyetçi bir perspektif bağlamında ulusal baskının yol açtığı sorunları çözmenin ve demokratik devrimin görevlerini yerine getirmenin olanaksızlığını ortaya koymaktadır.
Bugünkü Ortadoğuda devletlerin sınırları, Birinci Dünya Savaşından sonra, muzaffer emperyalist güçler tarafından, Osmanlı İmparatorluğunun kalıntıları üzerine çizilmiştir. Britanya ve Fransa, daha 1916da, gizli bir anlaşma ile (Sykes-Picot Anlaşması), kendi etki alanlarının sınırlarını belirleme konusunda anlaşmaya varmışlardı. Onlar Sevr Antlaşmasında (1920), farklı halkları birbirlerine karşı kullanarak ve kayırdıkları egemen aileleri iktidara getirerek, keyfi bir biçimde çöllerin ve dağların üzerinden geçen sınırlar çizdiler.
Britanya İmparatorluğu, daha savaştan önce, zengin petrol yatakları bulunan Musulu kontrol edebilmek için, Kürtleri Osmanlı İmparatorluğuna karşı kullanmaya çalıştı. Sevr Antlaşması, Kürtlerin kendi devletlerine sahip olmasını, aynı zamanda Ermeniler için de bir devlet kurulmasını öngörüyordu. Türkiyeye ise küçük bir toprak parçası bırakılıyordu.
Mustafa Kemalin (Atatürk) önderliğindeki Türk milliyetçileri buna karşı ayaklanarak, üç yıl süren bir kurtuluş savaşıyla Sevr Antlaşmasının yeniden gözden geçirilmesini sağladılar. Musul eyaletini kontrolü altındaki Iraka eklemeyi başaran Britanya, şimdi artık Kürtlere olan ilgisini yitirmişti.
Türkiyenin bugünkü sınırları işte bu şekilde ortaya çıktı. Şu anda sayıları 26 milyonu bulan Kürtler kendi devletlerini kuramadılar. Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında bölünmüş bir halde, sık sık vahşi baskılara maruz kaldılar.
Kemalistler, içinde çok çeşitli halkların ve dinlerin yüzyıllarca bir arada yaşamış olduğu, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğunun sorunlarına demokratik bir çözüm sunamadılar. Kurtuluş savaşı devasa halk gruplarının ülkeden sürgün edilmeleri ve başka yerlere yerleştirilmeleri ile sona erdi.
Bir buçuk milyon Yunanlı Türkiyeyi terk etmek zorunda kalırken, yarım milyon Türk Yunanistanı terk etti. 1915de zaten bir milyondan fazla Ermeni ya öldürülmüş ya da sürgün edilmişti.
Türkiye nüfusunun yaklaşık olarak beşte birini oluşturan Kürtler hiçbir azınlık hakkı elde etmediler. Çağdaş Türkiyede yalnızca "Türkler" olacaktı. Kürt kültürünün tanınmasını veya Ermenilere karşı girişilmiş olan soykırımın kabul edilmesini istemek, bugüne kadar, devlet tarafından çok sert bir biçimde cezalandırılmakla sonuçlanabilmektedir.
Yerleşik sınırların değiştirilmesine yönelik bütün girişimler kanlı çatışmalarla sonuçlandı ve emperyalist güçlerin işin içine karışmaları tehlikesini doğurdu. Kendi bağımsız Kürt devletini kurmak isteyen milliyetçi Kürt partileri, çeşitli emperyalist çıkarların gönüllü maşaları olduklarını tekrar ve tekrar kanıtladılar. Bu yalnızca geleneksel aşiret yapılarına derinden bağlı olan ve dolayısıyla özellikle kolayca yönlendirilebilen Barzaninin KDPsi ve Talabaninin KYBsi için değil, fakat aynı zamanda, kökleri Maoizm ve Stalinizmde olduğundan, ulusal soruna sınıf sorunu karşısında mutlak öncelik atfeden PKK için de geçerlidir.
KDP ve KYB
Bu iki en büyük Iraklı Kürt örgütünün tarihi, bir entrikalar ve ihanetler tarihidir. Her iki örgüt de amaçlarına, büyük ya da bölgesel güçlerden birine ya da ötekine hizmet ederek ulaşmaya çalıştılar. Bu, onları yalnızca bölgedeki diğer halklarla çatışmaya sürüklemekle kalmadı, fakat aynı zamanda bizzat Kürt ulusal hareketinin bölünmesine de yol açtı.
Kürt grupları bölgesel çatışmaların çoğunda, çatışma hatlarının her iki tarafında da yer aldılar. Kürtlerin bölgesel güçlere karşı verdikleri savaşlar, aynı zamanda, hemen hemen her zaman Kürtler arası iç savaşlardı. Kürtler kendi rollerini oynadıklarında, bir kez daha kendilerine hamilik yapan güçler tarafından terk edildiler. Kürt halkı bunun için çok ağır bir bedel ödedi.
Özellikle Körfez ülkeleri -İran ve Irak- arasındaki çatışmalarda ABD emperyalizmi tarafından teşvik edilen Kürtler kullanışlı bir manevra aracı oldular ve ölüme sürülen azap askerleri işlevini üstlendiler. Bugünkü bölgesel Kürt yönetiminin başkanının babası olan Mustafa Barzani, 1960larda ve 1970lerde, kendilerine büyük miktarda silah ve para sağlayan İran Şahının, CIAnın ve İsrailin desteğiyle, Bağdattaki milliyetçi Baas rejimine karşı savaştı. Bunun karşılığında Barzani, isyan eden İranlı Kürtlerin zor kullanılarak bastırılmasında Şaha destek verdi.
Şah ve Baas rejimi 1975 yılında Cezayirde yapılan bir OPEC konferansı sırasında, aralarındaki anlaşmazlıkları şaşırtıcı bir biçimde hallettiler. Şah, Iraklı Kürtlere verdiği desteği kesti, sınırı kapattı ve Barzaninin savaşçılarının gerek silah ikmal gerekse de geri çekilme hatlarını kesti. Bunun sonucunda Barzaninin isyanı bütünüyle çöktü ve Iraklı Kürtler korkunç bir baskıya maruz kaldılar.
Kürtler 1980-1988 İran-Irak savaşında her iki tarafta da savaştılar (İranlı Kürtler ve Talabaninin Iraklı KYPsi Irakın yanında, İranın safına geçmiş olan Barzaninin KDPsine karşı). KDP bir kez daha İranlı Kürtlerin bastırılmasında doğrudan rol oynadı.
Hem Tahran hem de Bağdat şimdi artık kendi ülkelerindeki Kürtlere karşı kullanabilecekleri askerleri bunun için harekete geçirdiklerinde savaş daha yeni sona ermişti. İntikam şiddetli ve kanlı oldu. Irakta, Halepçede 5.000 sivil bir zehirli gaz saldırısının kurbanı oldu. 160.000 kadar Kürt, Iraktan Türkiyeye ve İrana kaçmak zorunda kaldı.
1991 Körfez Savaşı sonrasında, KDP ve KYP, Iraklı Kürtlerin kaderini bütünüyle Amerikan emperyalizminin kaderine bağladı. Irakın kuzeyinde dayatılan uçuşa yasak bölge onlar için geniş ölçekli bir özerklik sağlamalarını mümkün kıldı.
KDP ve KYP, 2003 Irak savaşı sırasında Amerikalı saldırganın yanında yer aldılar ve o zamandan beri işgal rejiminin en önemli payandası oldular. Körfezin petrol rezervlerini kontrol altına almaya çalışan bir emperyalist güçle kurulan bu ittifak, Irak halkına ölüm ve yıkım getirdi ve İrana karşı hazırlıkları yapılan -ve dolayısıyla derin nefret uyandıran- savaş, Kürt halkı için daha da trajik sonuçlar yaratacaktır.
PKK
PKKnın kökleri 1960ların ve 1970lerin öğrenci protesto hareketlerine uzanmaktadır. Türkiye, hızlı bir sanayileşme döneminin ardından, bir işçi mücadeleleri dalgasına ve 1968 sonrasında gençliğin radikalleşmesine tanık oldu.
Üniversitelerde, Maonun, Che Guevaranın öğretilerini ya da Vietkong gerilla taktiklerini izlediğini öne süren, sayısız milliyetçi örgüt aktif durumdaydı. PKK işte bu hareketin içinden doğdu.
PKK, Kürt ve Türk işçi sınıflarının yönetici seçkine karşı ortak bir mücadele vermesine -ki bu o zaman tamamen mümkün olan bir şeydi- karşı çıktı. PKK bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını talep etti ve işçi sınıfının ve köylülüğün toplumsal mücadelelerinin, önceliği ulusal mücadeleye terk etmesi gerektiğinde diretti. PKKnın kuruluş programı ulusal sorunun mutlak önceliğini vurguluyordu: program "Ulusal çelişkiler çözümlenmediği sürece, diğer hiçbir sosyal çelişki çözülemez," diye beyan ediyordu.
PKK, asıl olarak Türk devletinin insanlıktan uzak baskılarının bir sonucu olarak bir yandaş grubu kazanabildi. Sosyal demokrat Bülent Ecevit hükümeti işçi sınıfı ve gençlik içinde yükselmekte olan militanlaşma dalgasının önünü kesebilmek için ulusal şovenizmi teşvik etti. Ecevit, 1978 yılında, Kürt illerinde sıkıyönetim ilan etti.
Ordu 1980de iktidarı ele geçirdi ve her türlü muhalefete karşı acımasız bir terör uyguladı. Baskı, tutuklama ve işkencenin çoğu kez herhangi bir nedene bağlı olmadan yapıldığı Kürt bölgelerinde, özellikle çok şiddetliydi. 12 yaşındaki çocuklar bile kötü muameleye maruz kaldılar.
PKK, FKÖ ile yan yana savaştığı Lübnana gitti ve Suriyenin kontrolündeki Bekaa Vadisinde eğitim kampları kurdu. Örgütün lideri Abdullah Öcalan, varlığına Suriye rejimi tarafından göz yumulduğu Şamda yaşadı.
PKK, 1984 yılında, Türk ordusuna karşı silahlı bir mücadele başlattı ve ordu buna son derece acımasız bir biçimde karşılık verdi. 1990 yılına gelindiğinde 2,500 Kürt köyü boşaltılmış ve halkı zorla göç ettirilmişti. Türk hükümeti, PKKya karşı kullanılan sözde "köy korucularını" rüşvet ve tehdide başvurarak silah altına aldı. Savaş toplam olarak 35.000 insanı kurban aldı.
Sovyetler Birliğinin çökmesi ve bunun sonucunda Suriye rejiminin Sovyet desteğinden yoksun kalmasıyla birlikte, PKKnın karşı karşıya olduğu durum giderek daha tehlikeli bir hal almaya başladı. PKK, bu duruma bir ateşkesle ve önceleri suçladığı emperyalist güçlerin desteğini sağlama çalışarak karşılık verdi. Celal Talabani, PKKnın arabuluculuğunu üstlenerek, PKK lideri Öcalanla, Türkiye Cumhurbaşkanı Özalla ve o tarihte ABD Başkanı olan baba George Bushla dönüşümlü olarak görüştü.
Ancak, bir uzlaşmadan yana olduğunun işaretlerini vermiş olan Cumhurbaşkanı Özal, bunu sağlayamadı. Türk egemen sınıfı daha da sert bir baskı uyguladı.
Öcalanın emperyalist güçlere, özellikle Avrupaya yönelik yakarışları artık her zamankinden daha fazla onursuz bir hal alacaktı. Öcalan, 1993te, Talabani ile birlikte düzenlediği bir basın toplantısında, tek yanlı olarak ateşkes ilan etti ve bir Kürt devleti talebinden vazgeçti. Ancak Türk ordusu Kürtlere karşı savaşı büyük bir gaddarlıkla sürdürdü.
1998 yılında, Türk baskısı Öcalanın Suriyeyi terk etmesi anlamına geldi. Öcalan, tek bir ülke bile ona sığınma hakkı vermeyi istemediğinden, CIAnin desteğiyle Kenyada yakalandı ve şu anda ömür boyu hapis cezasını çekmekte olduğu Türkiyeye götürüldü.
PKK o zamandan bu yana çeşitli bölümler yaşadı ve birkaç kez ismini değiştirdi. PKK, tek yanlı ateşkesler ve Türk hükümetine yaptığı işbirliği çağrıları ile silahlı mücadelenin sürdürülmesi arasında bocalıyor. PKKya yakın duran Kürt partisi DTPnin adayları, son seçimlerde, Kürt illerinde ilk kez AKPden daha az oy aldılar. Bunun ardından PKK askeri faaliyetlerine hız verdi. Birçok gözlemci bunun PKKnın sahip olduğu desteği kaybediyor olmasına ve kutuplaşmanın artmasının kendisine daha fazla destek sağlayacağını ummasına bağlıyorlar.
Türkiyenin değişen rolü
Amerikanın Iraka karşı acımasızca yürüttüğü savaş bütün Ortadoğuyu istikrarsızlaştırdı. Geçtiğimiz yüzyılın çözümlenmemiş bütün tarihsel sorunları bir kez daha su yüzüne çıkıyor.
ABDnin başını çektiği bir ittifak tarafından Afganistanın işgal edilmesinden altı ve Irakın istilasından dört buçuk yıl sonra, Ortadoğuda, bütün bölgeyi askeri bir cehenneme çevirmekle tehdit eden ve Bush yönetiminin İrana saldırı tehdidini uygulamaya koyması durumunda bir dünya savaşının kıvılcımı haline gelebilecek bir büyük yangın, ufukta beliriyor.
Bu gelişmelerin, Türkiye'nin siyasi yaşamı üzerinde çok kapsamlı etkileri olacaktır. Türkiyede yönetici seçkin, siyasi olarak, hep çok zayıf oldu. On yıllar boyunca ne aktif bir dış politika izledi ne de ülke içinde gerçek anlamda demokratik yönetim biçimleri geliştirebildi.
Türkiye, İkinci Dünya Savaşının ardından ABDnin arkasında saf tuttu. Soğuk Savaş sırasında, NATOnun doğu kanadı olarak, Sovyetler Birliğine karşı stratejik bir konuma sahip oldu.
Egemen sınıflar, ülke içinde, dönüşümlü olarak ya parlamenter görünümlü otoriter rejimlere ya da askeri diktatörlüklere dayandılar. Ordu, devlet içinde bir devlet kurdu ve kendisini Kemalist mirasın koruyucusu olarak gördü. Ordu, sınıf savaşı ne zaman kontrolden çıksa duruma müdahale etti ve bunu iktidara doğrudan doğruya el koyarak ya da varolan kurumsal yapıyı bütünüyle ilga etmeden gerçekleştirdi. 1980deki son doğrudan askeri darbe sonrasında binlerce sendikacı ve solcu aktivist tutuklandı, işkence gördü ya da kayboldu.
Soğuk Savaşın sona ermesiyle ve ABDnin Iraka karşı savaş başlatmasıyla birlikte Türkiye için uluslararası durum bütünüyle değişti. ABD bir istikrar faktörü olmaktan çıkarak istikrarsızlık yaratan bir güç haline geldi. Aynı zamanda Türkiyenin ekonomik ağırlığı da artmıştı.
Uluslararası sermaye akışı sayesinde ülke ekonomisi Ortadoğuda ikinci en büyük ekonomi haline geldi. Türkiye 71 milyonluk nüfusuyla dünyadaki en büyük 18. ekonomi. Türk ordusu, ABDnin ardından NATOdaki ikinci en büyük ordu konumunda.
Türkiye, ABD ile giderek artmakta olan anlaşmazlıklar ve Avrupa Birliğine üyelik umudunun kırılmış olması karşısında, bağımsız bölgesel bir güç olarak rolünü kuvvetlendiriyor. Çeşitli yorumcular bu gerçeğe dikkat çekiyorlar.
Foreign Affairs dergisi Temmuz/Ağustos tarihli sayısında yayınlanan "Türkiye Ortadoğuyu Yeniden Keşfediyor" başlıklı makalede şöyle yazıyor: "bu ülkenin dış siyasetindeki belirgin bir değişim büyük oranda gözlerden kaçtı: Türkiye onlarca yıldır süren pasif tutumunun ardından, şimdi Ortadoğu'da önemli bir aktör olarak boy göstermeye başlıyor."
23 Ekimde,Stratfor.comda yayınlanan bir değerlendirmede, şu sonuca varılıyor: "Türkiye, hızla yükselmekte olan bölgesel bir güç -ya da en geniş anlamda, Küçük Asyada yerleşik, ancak siyasi, ekonomik ve askeri güçleri bir arada tasarlayan, muazzam stratejik güce sahip, bir bölgesel egemen gücün yaratılması sürecinin başlangıcı- olarak görülmelidir."
Kuzey Iraka yönelik bir askeri saldırı tehdidi bu bağlamda görülmelidir. PKK sorunu gerçekte yalnızca bir bahanedir. Merkezi Irak hükümetinin otoritesinin çökmesiyle birlikte giderek daha olası hale gelen, Kuzey Irakta kurulacak bağımsız veya büyük ölçüde özerk bir Kürt devleti, Türk seçkini için bütünüyle kabul edilemez bir gelişmedir. Böyle bir devlet, Iraktakinden üç kat daha fazla Kürdün yaşadığı Türkiyede ayrılıkçı eğilimleri cesaretlendirebilir ve Türk devletinin toprak bütünlüğü üzerine büyük bir soru işareti koyabilir.
Ankara, özellikle Kerkük şehrinin, önerildiği biçimde yıl sonuna kadar yapılması planlanan bir referandumla, otonom Kürt bölgesince massedilmesini önlemek istiyor. Sahip olduğu muazzam petrol rezervleriyle, kuzey Iraktaki petrol üretiminin bu merkezi, bir Kürt devletine gerekli olan ekonomik temeli sağlayabilir. Bu konuda Türkiye ile ABD arasında, şu ana kadar bir uzlaşma sağlanabilmiş değil.
Washingtonda, Ortadoğuyu kontrol edebilmek için, Türkiyeye daha önce olduğundan çok daha fazla bel bağlamak gerektiği yolunda düşünceler var. Foreign Affairs veStratforda yayınlanan makaleler bu yöndeki düşüncelere işaret ediyor. Ne var ki, bu ancak Ankaraya, Kürtlerin pahasına ödünler verilerek yapılabilir. PKKya karşı ortak Amerikan-Türk harekâtı bu yöne işaret ediyor.
Türk işçi sınıfının sorumluluğu
Türkiyenin izlediği saldırgan dış politika, aynı zamanda yurt içinde de sınıf çelişkilerinin şiddetini artırıyor. Bu, işçi sınıfının sosyal ve demokratik haklarına yapılan sert saldırılarla bağlantılıdır.
Liberal çevrelerin, AKPnin generallerin etkisini azaltacağına ve daha fazla demokrasi getireceğine dair umutlarının bir yanılsama olduğu ortaya çıkmış durumda. PKKya karşı yaptıkları savaş tüccarlığı, Erdoğanı ve Gülü ordunun sözcüleri haline getirdi.
Ortadoğudaki mevcut koşullar, çeşitli devletlerin Osmanlı İmparatorluğunun mirası üzerinde kavga ettikleri, 100 yıl öncesinin Balkanlarındaki durumu hatırlatıyor. Büyük Güçler tarafından kullanılan çekişmeler, 1912 ve 1913teki iki Balkan savaşıyla sonuçlanmıştı. Avusturya Veliahttı Ferdinandın Saraybosnada bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi ile kıvılcımı çakılan "üçüncü Balkan savaşı", Birinci Dünya Savaşı için katalizör görevi gördü.
O tarihte 31 yaşında olan, döneminin önde gelen Marksistlerinden Lev Trotskiy, bu savaşın arifesinde şöyle yazdı: "Balkan Yarımadasında, tek bir devlet çatısı altında birlik ancak şu iki yoldan biriyle sağlanabilir: ya yukarıdan aşağı, en güçlü devlet olduğunu diğer zayıf devletlerin pahasına kanıtlayan tek bir Balkan devletini genişleterek -bu zayıf ulusların imha edilmeleri ve ezilmeleri için yapılan savaşların yoludur; monarşizmi ve militarizmi pekiştiren bir yoldur; ya da aşağıdan, bizzat halkların bir araya gelmeleri yoluyla -bu devrimin yoludur; bu yol Balkan hanedanlıklarının devrilmesi ve bir Balkan federal cumhuriyetinin bayrağının açılması anlamına gelir."
Bu sözler güncelliklerinden hiçbir şey kaybetmedi. Yugoslavyanın dağılması geçmişin milliyetçi dehşetinin Balkanlarda yinelenmesi anlamına geldi. O zamandan bu yana ortaya çıkmış olan küçük devletler, eşitlik ve demokrasinin cisimleşmesinden çok, bir dizi hapishane hücresini andırmaktadır. Bu devletler büyük güçlerin piyonları haline geldiler ve Balkan halkları arasında sürekli bir çekişme kaynağı konumundalar.
Ortadoğu benzer bir kaderle yüzleşiyor. Bunu yalnızca işçi sınıfının bütün ulusal ve etnik bölünmeleri aşarak birleşmesi önleyebilir. Bu birleşmenin amacı bir Ortadoğu Sosyalist Federasyonu olmak zorundadır. İşçi sınıfının sosyal ve demokratik haklarının savunulması, ulusal ayrımcılığın ve baskının ortadan kaldırılması ve emperyalizme ve onun bölgesel yardakçılarına karşı mücadele, birbirinden ayrılamaz.
Türkiye işçi sınıfının yeni bir önderliğe ihtiyacı var. Bülent Ecevitin önderliği altında hâlâ sosyal demokrat olduklarını iddia eden Kemalistler, en tiksindirici savaş tüccarları haline geldiler. Aynı şey, hükümete "terörizm" sorunu (PKK kastediliyor) çözülene kadar bütün sendikal faaliyetleri bırakmayı bile öneren, resmi sendika konfederasyonu Türk-İş için de geçerlidir.
Türkiyede, Dördüncü Enternasyonalin Uluslararası Komitesinin seksiyonunu inşa etmenin zamanıdır. DEUK ve onun uluslararası yayın organıDünya Sosyalist Web Sitesi, Stalinizme karşı Trotskist Sol Muhalefetin ve Dördüncü Enternasyonalin boyun eğmemiş geleneğini sürdürmektedir. Her ikisi de, milliyetçiliğin bütün biçimlerine karşı Marksist proletarya enternasyonalizminin perspektifini savunuyor.
Sayfanın başı
Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.
Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır
|