DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz : Bölgesel haberler : Türkiye
Yazıcıya hazırla
Gazeteci Hrant Dinkin öldürülmesinin arka planı
Sinan İkinci
1 Mart 2007
İngilizceden çeviri (27 Ocak 2007)
Ermeni asıllı tanınmış Türk gazetecisi Hrant Dink, 19 Ocak günü, İstanbulda gündüz vakti bir caddenin ortasında sağcı bir katil tarafından öldürüldü. Dinkin öldürülmesi, son birkaç yıldır ülkeyi kasıp kavuran, başını Türk ordusunun çektiği ve "sivil ortakları"nın destek verdiği milliyetçi ve şovenist dalganın trajik bir sonucuydu.
Dink, genel yayın yönetmeni olduğu, Türkçe ve Ermenice yayınlanan haftalık Agos gazetesinin İstanbul bürosunun önünde katledildi. Dinkin kafasına ve boynuna, Trabzonlu işsiz bir genç olan ve faşist örgütlerle bağlantıları bulunan 17 yaşındaki Ogün Samast tarafından üç kez ateş edildiği iddia ediliyor.
Ardında eşini, iki kızını ve bir oğlunu bırakarak 51 yaşında ölen Dink, Türkiyenin, 1915 yılında Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında yaşanmış olan Ermeni soykırımının inkarına dayanan resmi ulusal politikasının en açık sözlü ve cesur muhalifiydi. Dink, aynı zamanda Türkiye nüfusunun çoğunluğu ile Ermeni azınlık arasında karşılıklı saygının da en açık sözlü savunucusuydu.
Bu tutumu onun, Türk milliyetçilerinin hem "sol" hem de sağ türleri arasında nefret edilen biri haline gelmesine yol açtı. Türkiyedeki Ermeni iş adamları ve Ermeni ruhban kesimi de onu kendilerine sürekli olarak sıkıntı veren biri olarak görme eğilimindeydiler. Dink aynı zamanda, Ermenilerin haklarıyla gerçek anlamda ilgilenmemekle, bunun yerine soykırımı milliyetçi kimlik politikası gütmek için kullanmakla suçladığı Ermeni milliyetçileriyle de çatıştı. Türklerle Ermeniler arasındaki sorunlu ilişkiyi daha da kötüleştirmeyi hedefleyen emperyalist manevralara karşı ilkeli bir tutum aldı.
Fransız Ulusal Meclisi, Stalinist Fransız Komünist Partisinin aktif desteğiyle hazırlanan ve Ermeni soykırımını inkar etmeyi cezaya tabi bir suç haline getiren gerici bir provokasyon düzenleyince, Dink şu yorumu yaptı: "Eğer Fransa şimdi aynı şeyi yaparsa, biz gelecekte bizim soykırım hakkında konuşmamızı yasaklayan kanunlara nasıl karşı çıkabiliriz ki? Bu bütünüyle akıldışı." Hatta Dink, yasa tasarısının kabul edilmesi halinde Fransaya giderek kendi düşüncelerine aykırı olmasına karşın soykırımı inkâr edeceğini açıkladı.
Dink, hakkında, Türk Ceza Kanununun, devlete, Mustafa Kemal Atatürke, yargıya, orduya ve "Türklüğe" hakaret etmeyi suç sayan 301. maddesi uyarınca birkaç kez dava açıldı. 2005 yılında "Türklüğe hakaret" etmekten altı ay hapse mahkûm oldu. Daha sonra cezası ertelendi. Dink, 2006 yılının Eylül ayında 301. maddeden açılan yeni bir dava ile karşı karşıya kaldı.
Dink, "Türklüğü aşağılama" suçlamasına şu şekilde cevap verdi: "Beraber yaşadığınız farlılıkları, farklı kimlikleri eğer aşağılıyorsanız bunun adı ırkçılıktır ve dünyanın en büyük suçu budur… Eğer aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur." Dink hakkında, bu kez de yaptığı bu açıklama ile "yargıyı etkilemeye çalışmaktan" dolayı dava açıldı.
Dink, gerek faşistler ve her türden sağcı eğilim tarafından, gerekse de her türden Kemalist (sağ ve "sol") ve diğer çeşitli muhafazakâr çevreler tarafından Türk devletinin altını oymaya çalışan bir hain olarak görülüyordu. Dink, ilk duruşmasının ardından çok sayıda ölüm tehdidi aldı ve duruşmaları sırasında mahkeme salonunun içinde ve dışında, gerek faşistlerin gerekse de Maoist-Kemalist İşçi Partisi üyelerinin hakaretlerine ve saldırılarına maruz kaldı.
Türkiyedeki önde gelen bütün siyasi partiler ve medya Hrant Dinki Türklerin düşmanı olarak damgalayarak ve bir hedef haline getirerek, ona karşı yürütülmekte olan şovenist kampanyaya katkıda bulundu. Tanınmış gazeteci Mehmet Ali Birand şöyle yazdı: "Hrant'ın gerçek katili bizleriz. Katillerimizi 301'inci maddeyle yarattığımız zihniyet ve ortamda yeşerttik."
Dinkin ölümü aynı zamanda, yaşamına yönelik tehditlerle ilgili olarak Türk makamlarını uyardığını ancak yaptığı başvuruların hiçbir zaman ciddi bir biçimde ele alınmadığını ortaya çıkardı.
DinkAgosta 19 Ocak günü yayınlanan son yazısında kendi kendine "psikolojik olarak işkence" yaptığını anlatıyor ve şunları yazıyordu: "Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle… Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Aylardır yağan yüzlerce telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu."
Şöyle devam ediyordu, "Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muratlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık Türklüğü aşağılayan biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. …Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil."
Bu tehditler çok gerçekti ve Dink daha yazısının mürekkebi kurumadan genç bir faşist tarafından katledildi.
301. Madde
Hrant Dink tırmanan şovenist şiddetin ve baskının tek hedefi değildi. Geçtiğimiz yıllarda 100den fazla yazar, sanatçı, gazeteci, çevirmen, yayıncı vd. söyledikleri, yazdıkları ya da ürettikleri eserler nedeniyle yargılandılar. Bütün bu davalar Ermeni soykırımı, Kürt sorunu ve Türk toplumu üzerindeki ordunun egemenliği konusunda yapılan yorumlarla ilgiliydi.
Bu türden çok sayıda dava açılmasında Türkiyedeki faşist "Bozkurtlar" hareketiyle yakın bağları olan (Kemal Kerinçsizin başını çektiği Büyük Hukukçular Birliği adını taşıyan) bir grup aşırı sağcı avukatın yaptığı ihbar başvuruları önemli rol oynadı. Türk yargısına sağcı güçlerin, İslamcıların ve aşırı milliyetçilerin egemen olduğu bir ortamda, savcıları bu tür davaları kabul etmeleri konusunda ikna etmek çok güç olmadı.
Dink gibi, hakkında dava açılanların bir çoğu da aynı çevreler tarafından sistematik bir biçimde taciz edildiler ve sözlü ve fiziksel tehditlere maruz kaldılar.
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Orhan Pamukun veya Elif Şafakın davaları gibi ünlü aydınların yer aldığı davalara büyük burjuva medyası bir ölçüde yer ayırdı ancak bu derece ünlü isimleri içermeyen, daha az bilinen davalar dikkate alınmadı.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 301. madde, eski ceza yasasının 159. maddesinin yerine konuldu. Yeni yasanın yürürlüğe girmesinden önce işlenmiş olan suçlar affedildi. Yeni ceza yasasının düşünce özgürlüğünün sınırlarını genişleteceği öne sürülüyor ve yasa Türkiyenin gelecekte Avrupa Birliğine üye olması için yapması gerekli görülen reformlar arasında yer alıyordu. Kısa süre içinde, daha önceki baskıcı uygulamaların gerçekte yeni yasa altında da sürmekte olduğu ortaya çıktı.
Avrupa Birliği 301. maddeye yönelik belirli eleştiriler yaptı, ancak bunu esas olarak ünlü isimlerin yer aldıkları davalarla ilgili olarak dile getirdi. Ayrıca muhafazakâr Avrupa medyası ve politikacıları insan hakları ihlalleri konusunu Türkiyeye ve Türkiyenin ABye girme çabalarına karşı duyulan öfkeyi harekete geçirmek için kullanıyorlar. ABD hükümeti ise 301. madde davaları konusunda sessiz kaldı.
Ilımlı İslamcı AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi) hükümeti, 301. maddenin, uygulamanın gerekli hale getirmesi durumunda maddede değişiklik yapmayı düşünebileceğini söyleyerek çekingen bir tutum aldı. Buna karşılık hükümet, kendisini ulusal birliğin altını oyduğu gerekçesiyle suçlamak için bahane arayan ordu ve onun "sivil" taraftarlarınca bir saldırıya uğrama konusunda ciddi bir tehlike söz konusu olduğundan herhangi bir somut adım atmaktan kaçındı.
Adalet Bakanı Cemil Çiçek geçen yıl, "Eğer 301. madde kaldırılırsa o zaman bir rejim tartışması ile karşı karşıya kalırız. Yasadan Türklük ifadesinin çıkarılmasına yönelik öneriler var. Ancak o zaman bazı insanlar bize Türk olmaktan utanıyor musunuz diye sormazlar mı?" diyerek AKP'nin endişelerini dile getirdi.
Mecliste ana muhalefet partisi olan, laik "solcu" Cumhuriyet Halk Partisinin (CHP) lideri Deniz Baykal AKPye karşı ordunun borazanı gibi hareket ederek tiksindirici bir rol oynadı ve 301. Maddede değişiklik yapılmasına açıkça karşı çıktı: "Neredeyse Türk olduğumuz için özür dilememiz isteniyor, özür mözür dilemeyeceğiz kardeşim, iftihar ediyoruz." Şu anda CHP yöneticileri Dinkin öldürülmesiyle 301. madde arasında hiçbir bağlantının bulunmadığını kanıtlamaya çalışıyorlar.
Muhafazakâr Anavatan Partisi (ANAP), Doğru Yol Partisi (DYP) ve elbette faşist Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) 301. maddede yapılacak herhangi bir değişikliğe karşı çıkıyorlar. Daha birkaç ay önce ANAP Erzurum milletvekili İbrahim Özdoğan sinik bir biçimde bazı insanlar için "Türklüğe" hakaret etmenin başarıya giden yolu açtığını iddia etti. Özdoğan, roman yazarları Pamukun ve Şafakın ve gazeteci Dinkin bundan dolayı ün kazandıklarını öne sürdü. Dinke Danimarkada sırf bu nedenle ödül verildiğini öne sürdü: "Ne zaman birileri Türklüğe hakaret etse, bütün dünya bunlara ödüller vermek için sıraya giriyor."
Akademisyen ve köşe yazarı Doğu Ergil şöyle yazdı: "Bardağı taşıran son damla 6 Şubat 2004te Agosta yayınlanan başyazı oldu. Başyazıya göre Türkiyenin kurucusu ve kahramanı Mustafa Kemal Atatürkün ünlü evlatlığı (diğer bir deyişle vaftiz kızı) Sabiha Gökçen aslında bir Ermeniydi. Hrant, Ermenistana giderek Gökçen'in orada yaşayan akrabalarını buldu ve onlarla röportajlar yaptı. Elde edilen bilgiye göre bir Ermeni yetimhanesinden alınmıştı ve Atatürk tarafından usta bir savaş pilotu olmak üzere yetiştirilmişti. Gökçen, Atatürkün kızı olmanın yanı sıra bir ulusal simge ve çağdaş Türk kadınının sembolüydü."
Haber Türkiyedeki resmi çevreleri sarstı. En sert tepki ordudan geldi. Genel Kurmay Başkanlığının yayımladığı basın duyurusunda şöyle deniyordu: "Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun, tartışmaya açmak, millî bütünlüğe ve toplumsal barışa katkısı olmayan bir yaklaşımdır."
Şurası açık ki Agos yayın kurulu Ermenilerin Türk devletinin en iyi ve en sadık savunucuları olabileceklerini göstermek istemişti. Ancak Türk ordusunun üst komuta kademesine göre ulusal bir sembolün Ermeni soyundan geliyor olabileceğini öne sürmek bile ihanet sınırına yaklaşan, kabul edilemez bir hakaretti.
Ordunun belirli kesimlerinin Dinkin ölümüyle doğrudan ilişkili olabilecekleri olasılığı göz ardı edilemez. Dinkin avukatı Erdal Doğan müvekkilinin emekli tuğgeneral Veli Küçükten ölüm tehditleri aldığını öne sürdü. Küçük, 1996 yılında güvenlik güçleri, mafya çeteleri ve faşist ölüm mangaları arasındaki yakın ilişkileri gün ışığına çıkaran "Susurluk olayı"nın baş kişilerinden biriydi. Küçükün adı daha kısa bir süre önce, geçen yıl öldürülen Yargıtay Başsavcısının cinayetiyle bağlantılı olarak gündeme gelmişti. Küçükün, Trabzonda Dinkin katili olduğu iddia edilen Ogün Samastla aynı mafya ve faşist çetelerle bağları olan faili, Yargıtay cinayetinin avukat Alparslan Arslanı tanıdığı öğrenildi.
Baskı dalgası
Geçtiğimiz iki yılı aşkın süre boyunca tırmandırılmakta olan şovenizm dalgasıyla birlikte Türkiyenin farklı yerlerinde solculara ve Kürt milliyetçilerine karşı 20den fazla linç girişiminde bulunuldu. Valilerin, polis şeflerinin ve diğer yetkililerin müsamahakâr tutumları nedeniyle suçlular her seferinde hiçbir ceza almadan kurtuldular. Örneğin 2 Kasım 2005te Tutuklu Hükümlü Aileleri Yardımlaşma Derneği (TAYAD) üyeleri Rizede taşlandılar.
Vali Enver Salihoğlunun tepkisi faillerin yaptıklarını mazur göstermek şeklinde oldu. Salihoğlu, "Vatandaş tahrik oldu," şeklinde bir açıklama yaptı. Milletvekili Abdülkadir Kart vatandaşların gerekli dersi verdiğini söyledi. Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı, "Kalabalık bir grup vardı, polis bana TAYADlıların provokasyon yaptığını söyledi. Ben de belki TAYADlılar olduklarını bilseydim, vatandaşların tepkisiyle aşağıya inebilirdim," dedi.
Gazeteci Birand 2005 yılının Nisan ayında artmakta olan saldırılar ve öldürme girişimleri karşısında endişelerini şu şekilde dile getiriyordu: "Gözlerimizin önünde bir Milliyetçilik tırmanması yaşanıyor. Başlangıçta, bunun bir toplum tepkisi olduğu izlenimi vardı. Ancak, olaylar ardı ardına gelmeye başladı. Bir yerde linç girişimi, öteki kentte dayak, bir başka yerde Üniversitede kavga. Devlet ne yapıyor? Şaşkın şekilde seyrediyor. Kimselerin kırılmaması, duyarlı noktalara dokunulmaması gerektiği açıklamalarıyla yetiniyor."
Birand yazısında siyaset kurumuyla ilgili yaşadığı hayal kırıklığını da ifade ediyordu; "Hükümet suskunluğunu sürdürürken, muhalefetten de hiç ses çıkmıyor. Normal olarak, CHP'nin ortaya çıkması ve söz hakkını savunması gerekirdi."
Resmi Tepki
Dinkin öldürülmesinin ardından Başbakan Recep Tayip Erdoğan bir basın toplantısı düzenleyerek şöyle dedi: "Dinke sıkılan kurşunlar aslında Türkiyeye sıkılmıştır." Erdoğanın yorumu önde gelen burjuva partilerinin Hrant Dinkin öldürülmesi karşısında gösterdikleri genel iki yüzlü tepkiyi özetliyordu. Gerçekte Dinke sıkılan kurşunlar, Ankaranın Ermeni soykırımı konusundaki resmi görüşüne açıkça meydan okuyan Ermeni asıllı bir Türk gazeteciyi hedeflemişti.
Satır araları okunduğunda Erdoğanın açıklamasının içerdiği gerçek anlam şu şekilde özetlenebilir: Bu cinayet bizi çok zor bir durumda bırakıyor. Bizim politikamız, bütün halka gözdağı vermek için hayatı Dink ve onun gibiler için çekilmez hale getirmekti. Ne var ki, onun ölümü bizim çıkarlarımıza hizmet etmeyen aptalca bir harekettir.
Türkiyedeki milliyetçilik ve şovenizm dalgası, siyasi düzenin belirli çevrelerinin, özellikle Irak savaşının yarattığı etkilere verdiği bir tepkidir. ABDnin başını çektiği felaket getiren savaş ve ülkenin işgali sonucunda Irak parçalanmanın eşiğine gelmiş durumda ve Türkiye egemen seçkini böyle bir gelişmenin olası sonuçları karşısında son derece büyük bir endişe duyuyor. Kuzey Iraktaki Kürt bölgesinin giderek daha bağımsız hale gelmesi ve bununla birlikte petrol gelirlerinin Kürtlerin cebine akmaya başlaması milliyetçi kesimlerde Türkiyede Kürt milliyetçiliğinin yeniden canlanması korkularını güçlendirdi.
Siyasi düzen tarafından, 1915 "olaylarını" kuşatan ve Ermeniler tarafından yürütülen şiddete dayalı ve devleti arkadan vuran ayrılıkçı ayaklanmanın bastırılması gerektiğini öne süren resmi mit dahil, Türk milliyetçiliğini sorgulamaya yönelik her türlü girişime karşı verilen isterik tepki, kapitalizm altında Türk devletinin birliğinin, temel demokratik haklarla bağdaşmadığı gerçeğinden kaynaklanmaktadır.
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Müsteşarı Emre Taner tarafından örgütün 80. kuruluş yıl dönümünde yapılan değerlendirmede bu endişeler üzerinde duruluyordu. Taner yayımladığı mesajda, "Bulunduğumuz dönem[in], gelecekte birçok ulus-devlet ve milletin hızlı bir şekilde tarih maratonunu kaybetmeye başladığı süreci anlataca[ğını]," öne sürdü. Taner sözlerini şu şekilde sürdürdü: "Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasi ister ahlaki-dini olsun yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç içinde bulunmaktayız. Yaşadığımız bu süreç, aynı zamanda, parçası olduğumuz uluslar arası sistemin de kuralları, başrol oyuncuları ve figüranlarıyla mevcut olandan çok farklı bir boyutta yeniden belirlenmeye ve hatta doğmaya çalıştığı bir döneme kaynaklık etmektedir." Taner daha sonra hükümeti zaman kaybetmeksizin çok daha girişken bir tutum almaya çağırdı.
Yalnızca iki yıl önce (Türkiyenin güneydoğusunda kimi ordu mensuplarının terörist saldırılar düzenledikleri ve ardından suçu PKK'ya attıkları) "Şemdinli olayı"na adı karışmış olan Yaşar Büyükanıtın şimdi genelkurmay başkanı olması devlet içindeki etkili bir hizbin böyle bir girişken tutum almaya hazır olduğunu gösteriyor. İktidara, eski Kemalist seçkinin iktidarından kopmak için, AB reformları doğrultusunda siyasi bir serbestleşmeyi savunarak gelmiş olan Erdoğan, giderek daha fazla bu sağcı hizbe uyarlanmakta. ABnin içinde Türkiyenin üyeliğine karşı şimdilerde artmakta olan düşmanlık da aynı zamanda Türk milliyetçilerinin elini güçlendirmeye hizmet ediyor.
Sayfanın başı
Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.
Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır
|