DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz : Seçim haberleri
Yazıcıya hazırla
Türk ordusu kuzey Irakı provokatif bir biçimde bombalarken
Türkiyede genel seçimler öncesinde toplumsal gerilimler en ön planda
Sinan İkinci ve Justus Leicht
9 Ağustos 2007
İngilizceden çeviri (21 Temmuz 2007)
Türkiye 22 Temmuz Pazar günü yeni bir meclis için oy kullanacak. Bu seçimlerin daha önceden kararlaştırıldığı şekilde Kasım ayında değil de Temmuz ayında yapılıyor olması bile, Türk toplumunun içindeki derin bölünmelerin bir yansımasıdır. Türk ordusu seçimin hemen öncesinde, Çarşamba günü, kuzey Irakta Kürtlerin elinde tuttuğu mevzileri kasten top ateşine tutarak, seçim sürecine doğrundan müdahalede bulunmaya ve gerilimi artırmaya çalıştı. Irak hükümeti bombardımanı kınarken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğanın başında bulunduğu Türk hükümeti şu ana kadar bu askeri provokasyonu eleştirmeyi reddetti.
Erken seçim kararı, mecliste yer alan muhalefetin, Erdoğanın başında yer aldığı ılımlı İslamcı AKPnin (Adalet ve Kalkınma Partisi) saflarından yeni bir cumhurbaşkanının seçilmesini boykot etmesinin ardından alındı. Muhalefetin boykotu, Türk ordusunun yayınladığı, AKPnin cumhurbaşkanlığını ele geçirmesi durumunda bir darbe yapılacağı tehdidini üstü pek az örtülmüş biçimde ifade eden bir muhtıra ile desteklendi. Ordu ve sağcı muhafazakâr güçler tarafından başlatılan bu girişim, açıkça siyasi bir karar vererek meclisteki muhalif azınlığın boykotu nedeniyle cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunu geçersiz ilan eden Anayasa Mahkemesinden de destek buldu.
Yapılan kamuoyu yoklamalarının çoğu, AKPnin seçimleri mutlak bir çoğunluk elde ederek kazanacağına işaret ediyor. AKP dışında büyük olasılıkla iki parti daha -Deniz Baykalın bazen yanıltıcı bir biçimde "sosyal demokrat" olarak adlandırılan CHPsi (Cumhuriyet Halk Partisi) ile Devlet Bahçelinin başında yer aldığı faşizan MHP (Milliyetçi Hareket Partisi)- seçim kanununa göre meclise girebilmek için gerekli olan yüzde 10dan fazla oyu elde edebilecek. Bir önceki meclisin son anda yaptığı bir anayasa değişikliği seçilmelerini zorlaştırmış olmasına karşın, Kürt milliyetçisi DTPnin (Demokratik Toplum Partisi) desteklediği bir dizi "bağımsız" adayın da güneydoğu illerinden ve kimi başka illerden meclise girmeleri bekleniyor. Türkiye'de meclise girmek için gerekli olan aşırı derecede yüksek yüzde 10luk ülke barajı nedeniyle DTP seçimlere bağımsız adaylarla katılmaya karar verdi.
AKP hükümetinin emekçilerden ve yoksullardan hatırı sayılır bir destek alması bekleniyor. Gerek Doğu Perinçekin önderi olduğu şovenist Maocu bir sekt olan İşçi Partisi (İP), gerekse de Kemalist güçler, AKPnin 2002 seçimlerini asıl olarak ABDnin verdiği destekle kazandığını öne sürüyorlar. Türk halkının ezici çoğunluğu ABDnin politikalarına karşı olduğundan bu iddia bütünüyle mantık dışı. Pew Research Centre [Pew Araştırma Merkezi] tarafından yapılan bu yılki kamuoyu yoklamasında Türkiyenin dünya üzerindeki "en fazla ABD karşıtı olan ülke" haline geldiği belirtiliyor ve merkezin araştırmasına göre Türkiyede ABD hakkında olumlu görüşe sahip olanların sayısı tek haneli rakamlara gerilemiş durumda.
Diğerleri bu desteğin düşük eğitim düzeyinden ve muhafazakâr İslamcı inançların direngenliğinden kaynaklandığını öne sürüyorlar. AKPnin son yıllarda çeşitli nedenlerle güçlenmekte olan, etkin bir tarikatlar ağına dayanan çekirdek bir desteğe sahip olduğuna şüphe yok. Bu örgütler, on yıllar boyunca, muhafazakâr ve sağcı partiler, dernekler ve politikacılar tarafından ve 1980 askeri darbesinin ardından bizzat ordu tarafından -artan toplumsal gerilimleri ve hoşnutsuzluğu, özellikle Doğu Anadoluda gerici dinci ve şovenist kanallara akıtabilmek için- desteklendiler.
Türkiyede çiftçiler tarımın modernleşmesi sırasında sıkıntı içine düşerlerken büyük toprak sahipleri bu süreçten kazançlı çıktılar. 1980lerde, Kemalist ulusal kalkınma projelerinin başarısızlığa uğramasıyla birlikte, bunların yerine "piyasa reformları" uygulamaya konulduğu sırada, tarikatlar hem toplumsal muhalefete hem de Kürt milliyetçisi eğilimlere karşı kullanıldı. Türkiyede bir zamanlar önemli bir etkinliğe sahip olan Stalinist örgütlerin siyasi olarak iflas etmiş olmaları, dinci eğilimlerin toplumsal adaletsizlikleri, "ahlâk" ve "adalet" çağrıları yaparak kullanmalarına olanak sağladı. En sonunda bu İslamcı güçlerden bazıları bu süreç içinde oldukça varlıklı ve güçlü odaklar hale geldiler. Ne var ki, bu AKPye verilen desteğin yalnızca bir bölümünü açıklamaktadır.
Kimi yorumcular AKPnin göreli popülaritesini Recep Tayyip Erdoğanın kişisel "karizmasına" bağlıyorlar. Erdoğan her ne kadar yetenekli bir demagog ve kurnaz bir burjuva politikacısı olsa da, bu kendi başına hiçbir şeyi açıklamamaktadır.
AKPnin seçim kampanyasında kendi lehine kullandığı temel bir etken, son yıllarda sağlanan hızlı ekonomik büyüme oldu (ekonomi son 21 çeyrektir kesintisiz olarak büyüyor). Geniş halk kitleleri kitlesel işten çıkarmalara ve geniş çaplı yoksulluğa yol açan 2001 mali krizini unutmuş değil. Bu krize son genel seçimlerde koalisyon partilerini sandıkta cezalandırarak tepki verdiler ve AKP bu ortamda Türkiyenin yeni iktidar partisi olarak ortaya çıkabilmişti.
O tarihlerde yapılan araştırmalar halkın çoğunluğunun esas olarak ekonomiyle ilgili -yani işsizlikle, yoksullukla vb. ilgili- endişeler taşıdığını ortaya koyuyordu ve bunlar bugün de acil sorunlar olmayı sürdürüyorlar.
2002 seçimlerinin öncesinde ve seçim kampanyası sırasında Uluslararası Para Fonunun kemer sıkma taleplerine karşı da çok yaygın bir muhalefet vardı. "Türk Berlusconisi" Cem Uzanın başında yer aldığı Genç Parti (GP), milliyetçilik, sosyal demagoji ve İMF/Avrupa Birliği karşıtı retoriğin bir karışımını kullanarak bu öfkeyi sömürmeye çalıştı. GP bu yolla seçimlerde oyların yüzde 7sinden fazlasını elde etmeyi başarmıştı.
AKPye oy veren çok sayıdaki seçmen de İMFye yönelik bu düşmanlığı paylaşıyordu. Erdoğan İMF hakkında kamuoyunun önünde çok az şey söylerken, AKPnin tabandaki militanları bu yaygın öfkeden faydalanabilmek için keskin bir İMF karşıtı söylem kullandılar. Aslında ülkenin son yıllarda ulaştığı hızlı ekonomik büyüme esas olarak İMFnin sağladığı kredilere, spekülatif fon akışına, artan borçlanmaya ve cari işlemler açığındaki artışa ve hepsinin ötesinde de işçi sınıfının daha fazla sömürülmesine dayanmaktadır.
Gerçek şu ki, AKP iktidarda olduğu dönemde İMFnin ve onun kemer sıkma programının sadık bir takipçisi oldu. Hükümet kamu varlıklarının büyük bir bölümünü hızla özelleştirdi, işverenlerin çıkarları doğrultusunda "esnek" çalışmayı esas alan bir iş kanunu çıkardı ve sosyal güvenlik alanında emekçilere karşı önemli saldırılar düzenledi. Aynı zamanda, AKPnin tarım politikaları da çiftçileri öfkeli protestolar düzenlemeye itti.
Erdoğan sık sık yabancı sermayenin Türkiyeye "güven duyduğunu" öne sürüyor. Türkiyenin Avrupa Birliğine tam üye olma olasılığı ortadan kalkmışken -özellikle Sarkozynin Fransanın cumhurbaşkanı seçilmesinden bu yana- ve ABD hâlâ Iraktaki Kürt milliyetçisi müttefiklerine bel bağlamaya devam ederken, hem AB hem de ABD hâlâ Türkiyenin AB tarafından talep edilen "reformları" uygulamaya koyduğunu görmek istiyorlar.
AKP hükümeti şu ana kadar gerek silahlı kuvvetlerin gerekse de onun milliyetçi taraftarlarının -"silahsız kuvvetlerin"- yaptığı, komşu Iraka bir sınır ötesi operasyon düzenlenmesi için mecliste bir oylama yapılması yönündeki baskılara direndi. AKP böyle bir adımın hem seçimlerdeki şansını, hem de "yatırımcı güvenini" tehlikeye atacağının bilincinde.
Uluslararası düzeyde bir kriz yaşanması durumunda, Türkiyenin hızlı bir tempoyla süren, ancak yine de son derece kırılgan olan büyümesi 1994, 1999 ve 2001 yıllarında olduğu gibi sona erecektir. Bununla beraber hükümet seçim kampanyası sırasında uluslararası konjonktürün etkisiyle uzun bir zaman dilimine yayılan bu geçici ekonomik toparlanmayı öne çıkardı ve bu propaganda gerek medyanın büyük bölümü, gerekse de sendikalar tarafından benimsendi.
Gerçek şu ki, bu ekonomik büyüme yeterince yeni iş yaratmıyor ve işsizlik oranı yüzde 10 seviyesine oturmuş durumda (bu resmi işsizlik oranı; gerçek işsizlik çok daha yüksek düzeyde). Kimi iktisatçılar buna istihdam yaratmayan büyüme diyorlar ve yoksulluk da hâlâ yaygınlığını koruyor. Hızlı ekonomik büyümeden fayda sağlayanlar asıl olarak burjuvazi ve orta sınıf katmanlar oldu. Yine de AKPye oy veren birçok seçmen mevcut durumu geçmişte yaşanmış olan birçok ekonomik krizlere ve yüksek enflasyona daha tercih edilir buluyor.
İslamcı AKP sırtını aynı zamanda ülke çapında örgütlü olan sosyal yardım ağları sistemine dayama şansına sahip. Merkezi hükümet bir yandan bankaların, ülkenin sosyal harcamalarının budanmasını öngören emirlerini yerine getirirken, AKP militanları tabanda yaptıkları çalışmalarda, bu politikalardan en kötü biçimde etkilenenlere sağladıkları sosyal yardımlarla bir ölçüde bu kesimlerin yaşadıkları sıkıntıları hafifletiyorlar. Bu dünyanın farklı köşelerinde İslamcıların yürüttükleri faaliyetlerin tipik özelliklerinden biri. Özelleştirme, piyasa reformları, kamu eğitim sisteminin zayıflaması vb. politikalar, bu tür İslamcı sosyal destek çalışmalarına giderek daha fazla alan açıyor.
Türkiye kapitalizmi tarafından finanse edilen bu türden faaliyetleri temel alan bir tür ikinci ya da alternatif ekonomiden söz etmek mümkün. Küçük, orta boy ve zaman zaman da büyük boyutlu İslamcı şirketlerin oluşturduğu bu "alternatif ekonomi"de sömürü en az başka yerlerde olduğu kadar yoğun. Bunu haklı göstermek için dini düşünceler tarikatlar tarafından teşvik ediliyor. Bu düşünceler devlet tarafından göz ardı edilen yoksul sınıfları seferber etmeye ve sağcı, gerici ideolojiyi desteklemeye hizmet ediyor.
AKP gerçekte kentlerdeki ve kırsal kesimdeki yoksulların ve işçilerin çıkarlarını değil, 1980lerde askeri rejim sırasında ekonomik iktidara ortak olmuş, "Anadolu burjuvazisi" ya da "yeşil sermaye" adı verilen gerici katmanların çıkarlarını temsil ediyor. AKPnin ana çizgisi solu ve işçi sınıfını hedef alan "Türk-İslam sentezinin" devamcısı niteliğindedir. Bu katmanlar yolsuzluğa batmış bürokrasiyle ve Kemalist devletin ordusuyla müttefik olan geleneksel büyük bankalar ve şirketlere düşman olmaktan çok, asıl olarak onlara haset etmektedirler. Onların gerçek düşmanlığı işçi sınıfına ve yoksul köylülüğe yönelik. Bu nedenle ABnin ve İMFin dayattığı "piyasa reformlarını" destekliyorlar. Siyasi alanda sivrilmeleri bütünüyle Kemalist düzenin açıkça iflas etmiş olmasının ve izledikleri milliyetçi, oportünist politikalarla itibarlarını bütünüyle yitirmiş olan çeşitli Stalinist örgütlerin ve sendikaların bir ürünüdür.
Düzen partileri emekçi halk kitlelerine "Kemalizm" ve laiklik bayrağı altında, yoksulluk ve yolsuzluktan başka bir şey vermediler. Bu partiler on yıllar boyunca yol açtıkları zincirleme hayal kırıklıklarıyla bütün itibarlarını yitirmiş durumdalar. Ve şu anda AKPye milliyetçi terimlerle, ülkeyi "sattığını" söyleyerek saldıranlar, AKP hükümeti öncesindeki koalisyon hükümetinde -"sol Kemalist" DSP, "liberal" ANAP ve faşizan MHP- yer aldıkları sırada İMFin emirlerini itaatkâr bir biçimde yerine getiriyorlardı.
Bugün bu örgütlerin sahip oldukları siyasi perspektif İslamcı bir rejim değişikliğine karşı yürüttükleri kampanyada en geri ve gerici duyguları körüklemeye yönelmiş durumda. Neo-faşist MHPnin önderi partisince düzenlenen mitinglerde kürsüye elinde bir iple çıkıyor ve idam cezasını geri getirme ve PKK lideri Abdullah Öcalanı asma sözü veriyor. Sadece MHP değil, aynı zamanda CHP de o kadar sağcı ve şovenist bir çizgi izliyor ki, Yahudiler ve Ermeniler gibi dini azınlıkların ve Kürtlerin büyük bir bölümü, kağıt üzerinde "solcu" olan CHP yerine "İslamcı" AKPyi desteklemeyi tercih ediyorlar.
AKP hiçbir biçimde ilerici bir seçenek oluşturmuyor. Erdoğanın MHP tarafından yürütülen kampanyaya tepkisi, Bahçeliye partisi iktidardayken Öcalanı neden asmadığını sormak oldu ve düzenin sağlanması konusunda da AKP sağcı milliyetçi güçlerle ve orduyla karşı karşıya gelmemeye özel olarak dikkat etti. Daha öncesinde Gülün cumhurbaşkanı seçilmesinin Anayasa Mahkemesince engellenmesini "demokrasiye sıkılmış bir kurşun" diyerek ağır bir dille eleştiren Erdoğan, bugünlerde kampanyasını yürütürken daha uzlaşmaya yönelik bir üslup kullanıyor. AKP iktidarda olduğu dönemde polisin yetkilerini muazzam derecede genişletti ve parti seçim kampanyası sırasında diğerlerinden daha iyi Türk yurtseverleri olduklarını gösterebilmek için ulusal bayrağı bol bol kullandı.
Türk ordusunun AKPnin elde edeceği bir seçim zaferine nasıl tepki vereceğini zaman gösterecek, ancak daha şimdiden kesin olan bir şey var ki, İslamcıların bir dönem daha iktidarda kalmaları yalnızca Türkiyedeki toplumsal bölünmelerin daha da derinleşmesine hizmet edecektir. Seçimlere katılan örgütlerin hiçbiri işçi sınıfının ve yoksul köylülerin çıkarlarını savunmuyor. Mevcut siyasi kriz gerçek bir sosyalist alternatifin -Dördüncü Enternasyonalin Uluslararası Komitesinin Türkiye seksiyonunun- inşasını gerektiriyor.
Sayfanın başı
Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.
Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır
|