World Socialist Web Site


Bugün Yeni
Olanlar

Haber ve Analiz
Tarih
Sanat Eleştirisi
Polemikler
Bilim
Bildiriler
Röportajlar
Okur Mektupları

Arşiv

DSWS Hakkında
DEUK Hakkında
Yardım

DİĞER DİLLER
İngilizce

Almanca
Fransızca
İtalyanca
İspanyolca
Portekizce
Lehçe
Çekce
Rusça
Sırp-Hırvat dili
Endonezyaca
Singalaca
Tamilce


ANA BAŞLIKLAR

Dünya ekonomik krizi, kapitalizmin başarısızlığı ve sosyalizmin gerekliliği
SEP/DSWS/TEUÖ bölgesel konferanslarında kabul edilen karar önergesi

Bush, Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya saldırması için yeşil ışık yaktı
Türk-Kürt çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar

Asya’da tsunami: neden hiçbir uyarı yapılmadı

Mehring Books’tan yeni bir kitap: Amerikan Demokrasisinin Krizi: 2000 ve 2004 Başkanlık seçimleri

Livio Maitan (1923-2004):
eleştirel bir değerlendirme

  DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz : Bölgesel haberler : Türkiye

Yazıcıya hazırla

Yeni bir askeri müdahalenin hazırlıkları yapılıyor

Sinan İkinci
7 Kasım 2006
İngilizce’den çeviri (20 Ekim 2006)

İki hafta önce, Türk ordusunun üst düzey komutası, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in tam desteğini alarak, ılımlı İslamcı Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetine karşı yeni bir kampanya başlattı. Bu kampanya ABD’nin İran’a karşı savaş hazırlıklarını sürdürdüğü ve bütün Batılı ülkelerde İslam karşıtı propagandada genel bir kabarmanın yaşandığı bir ortamda gerçekleştiriliyor. Gerici AKP hükümetine en ufak bir destek vermeksizin, bu askeri müdahalenin Türk halkı için gerçek bir tehlike oluşturduğunu görmek gerekiyor.

Sezer 1 Ekimde, yeni yasama yılının ilk gününde Meclis’te yaptığı konuşmada, "İrtica tehlikesi iç güvenliğimize yönelik tehditlerden birini oluşturmaktadır. İrticai tehdidi algılayamayanlar son 20 yılda yaşanan olayları üst üste koyup birlikte değerlendirerek toplumsal ve kişisel yaşamın hangi noktaya geldiğini iyi çözümlemeli," dedi. Sezer şunları ekledi: "İrticai tehdidin devletin temel niteliklerini değiştirme hedefinden sapmadığı gözlenmektedir."

Sezer’in AKP yönetimine satır aralarında verdiği mesaj çok açıktı: "Sizler Refah Partisi’nin önderi Necmettin Erbakan’dan koptuğunuzda ve 2001 yılında AKP’yi kurduğunuzda, değiştiğinizi ve bu partinin İslamcı bir parti olmayacağını, merkez sağda yer alan ılımlı-muhafazakâr bir parti olacağını söylediniz. Sizi 2002 yılının Kasım ayından bu yana dikkatle izliyoruz ve şimdi artık sizin yalnızca taktiklerinizi değiştirmiş olduğunuzdan, ancak ana hedefinizin, yani laik cumhuriyeti bir İslam cumhuriyetine dönüştürme hedefinizin değişmediğinden şüphemiz kalmadı."

Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı gezi sırasında Başbakan Recep Tayip Erdoğan, Sezer’in bu sözlerine derhal aynı gün "Türkiye’nin fundamentalizm gibi bir problemi yok," diyerek cevap verdi. Georgetown Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşma sırasında da Erdoğan, "Anayasa’da bütün kurumlar tanımlarını bulmuştur. TSK da bu tanıma uygun hareket etmek durumundadır," dedi.

Buna karşılık, genel kurmay başkanı Yaşar Büyükanıt’ın Sezer’in konuşmasından sadece bir gün sonra, Harp akademilerinin yeni eğitim ve öğretim dönemine başlaması nedeniyle yaptığı açılış konuşması gerek AKP hükümetini, gerekse de polisi, kimi aydınları ve kimi başka kuruluşları hedef alan sert eleştirilerle ve suçlamalarla doluydu. Büyükanıt’ın sözleri Sezer’in konuşmasının yalnızca bir ilk adım olduğunu ve Türk ordusunun bir kez daha siyasi yaşama aktif olarak müdahale ettiğini şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde gösterdi.

Daha Sezer konuşmasını yapmadan önce, silahlı kuvvetlerin üç kuvvet komutanı neyin gelmekte olduğunun işaretini vermişlerdi. Komutanlar, yaptıkları konuşmalarda bağımsız bir ordunun olmadığı bir durumda Türkiye’nin radikal İslamcılığın pençesine düşeceğini öne sürdüler.

Kara kuvvetleri komutanı İlker Başbuğ (iki yıl sonra genel kurmay başkanlığı görevini üstlenecek) şunları söyledi: "Cumhuriyetimizin ilkelerini korumanın iç politika ile bir alakası yok. Bu görev yasalarla Silahlı Kuvvetlere verilmiştir. Türk Silahlı Kuvvetlerini diğer ülke ordularıyla kıyaslayanlar Türk toplumu ve tarihinin realitelerinden bihaberler."

Ne Sezer ne de Büyükanıt doğrudan hükümeti İslamcı olmakla suçlamadılar ancak hükümetten radikal İslamcılığa karşı ciddi ve zaman kaybetmeksizin önlemler almasını istediler. Başbuğ gibi Büyükanıt da, "cumhuriyeti korumanın" ordunun kendisine Anayasa ile verilmiş vazgeçilmez görevlerinden biri olduğunu vurguladı. Bu Erdoğan’ın sözlerine doğrudan verilmiş bir cevaptı. Büyükanıt şunları ekledi: "Ben bir askerim ve yasaların bana verdiği görevleri yerine getiriyorum. Asker olarak bizim siyasetle ilgimiz yoktur. Ancak güvenlik ve rejimle ilgili mülahazalarımızdan rahatsızlık duyanlar varsa bu, onların rahatsızlıklarıdır."

Büyükanıt aynı zamanda laikliğin yeniden tanımlanması gerektiğini söylemiş olan Meclis Başkanı Bülent Arınç’a da dolaylı bir biçimde saldırdı. General, Arınç’ın adını vermeden şöyle dedi: "Her fırsatta 'laikliği yeniden tanımlayalım' diyenler yok mu? Bu kişiler devletin en üst düzeylerinde yer almıyorlar mı? Bu sorulara ‘Hayır, Türkiye'de bunlar yoktur’ diyemiyorsanız Türkiye'de irtica tehdidi vardır ve bu tehdide karşı her türlü önlem alınmalıdır."

Tanınmış Türk gazetecisi Mehmet Ali Birand 3 KasımdaTurkish Daily News’te yayınlanan yazısında şunları belirtti: "Büyükanıt’ın laiklik konusundaki tutumu çok netti: ‘Rejimin geleceği benden sorulur.’"

Ana muhalefet partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Büyükanıt ve Sezer’in eleştirilerine destek verdi. Deniz Baykal meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada generallerin ve Sezer’in şu an için açıkça söyleyemedikleri şeyleri dile getirdi: "Son zamanlarda laiklik kavramından yoksun bir grup iktidarı ele geçirdi. Celal Bayar, Adnan Menderes döneminden günümüze kadar siyaset adamları geldi, geçti. Ama bugünkü yönetim kadar Cumhuriyete ve Cumhuriyetin laiklik özüne bilerek, sistemli şekilde karşı çıkma anlayışı içinde bir kadro Türkiye’ye gelmedi." Menderes, iki eski bakanlar kurulu üyesi ile birlikte 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin ardından yargılanmış ve idam edilmiş olduğundan Menderes’e yapılan bu gönderme özellikle önemliydi.

Birand’a göre, "Org. Büyükanıt bu konuşmasıyla, Cumhurbaşkanı Sezer ile birlikte AKP’ye karşı ağırlıklı bir cephe oluşturmak istediği izlenimini verdi... Artık cepheler oluşmuştur. Bir yanda, laik güçler, CHP, TSK ve Sezer… Öte yanda AK Parti iktidarı. Eğer iki taraf da tutumlarını değiştirmez ise ve esneklik göstermez ise, ülkemizi kötü günlerin beklediğini söyleyebilirim."

ABD ile yakın bağlar

Büyükanıt bu yıl Ağustos ayında emekliliğe ayrılan Hilmi Özkök’ün yerine genel kurmay başkanlığı görevine getirildi. Recep Tayip Erdoğan’ın hükümeti oluşturmasını ve Avrupa Birliği tarafından talep edilen siyasi reformları kabul eden Özkök bir "demokrat" olarak görülürken, Büyükanıt, AKP’ye güvensizlikle bakan ve ordunun siyasi rolünün azaldığını görmektense AB üyeliğinden feragat etmeyi tercih edecek olan, ordunun en sağcı kesimleriyle yakın ilişki içinde.

66 yaşındaki Büyükanıt askeri kariyeri süresince NATO’da üst düzey görevlerde bulundu ve Amerika Birleşik Devletleri’yle çok sıkı ilişkiler kurdu. Kara Harp Akademisi’nden 1972 yılında mezun olduktan ve ardından burada beş yıl süreyle eğitmen olarak görev yaptıktan sonra, Belçika’daki NATO karargahında askeri istihbarat alanında çalıştı. Birinci Körfez Savaşı sırasında Amerikalı dostları Büyükanıt’ı, istihbarat servisini yöneteceği Naples’teki NATO karargahına getirdiler. 1992 yılında Türkiye’ye geri dönerek, genel kurmayda üst düzey mevkilerde görev yaptı. 1996 yılında PKK’ya (Kürdistan İşçi Partisi) karşı yürütülen bütün askeri operasyonların sorumluluğu kendisine verildi.

AKP geleneksel sağcı partilerden, özellikle de ANAP’tan (Anavatan Partisi) ayrılmış kişilere bünyesinde yer veriyor olsa da, parti yönetiminin büyük bölümü İslamcı bir geçmişten geliyorlar. AKP yöneticilerinin çoğunluğu yasaklanmış olan Refah ve Fazilet partisine üyeydiler. AKP’nin 2002 yılında elde ettiği seçim zaferinin ardından silahlı kuvvetler yönetimi yeni hükümete karşı bir bekle ve gör tavrı içine girdi. Zaman zaman gerilimin yükseldiği anlar olduysa da, AKP yönetimi ordu ile bir çatışmaya girmeme konusunda oldukça dikkatli davrandı.

Son saldırılar karşısında da hükümet benzer bir çizgi izledi. AKP yöneticileri soğukkanlı davrandılar ve derhal tepki vermemeyi tercih ettiler. Erdoğan Hürriyet gazetesine ordu ile endişelerini görüşüp tartışmaya hazır olduğunu söyleyerek, "ülkeyi gerecek yaklaşımlardan kaçınmamızın gereğini her zaman ifade ettim," dedi. Ancak aynı zamanda, "Farklı görüşler her zaman olabilir; ama bunları kamuoyu önünde değil, aramızda görüşerek halledelim," diyerek küçük bir karşı çıkış da yaptı.

Her ne olursa olsun bu son ültimatom niteliğindeki konuşmalar AKP hükümetinin orduya önemli ödünler vermediği (örneğin cumhurbaşkanlığına laiklik yanlısı birini seçmek gibi) sürece bu hoşgörü döneminin sona ermiş olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

Hiç de rastlantısal olmayan bir biçimde, bu dönem aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) tam üye olma konusunda gerçekçi bir umudunun kalmadığı bir döneme denk geliyor. Ordunun siyasi gücünün sınırlandırılması ve "Kürt sorununa barışçıl bir çözüm bulunması" yani Kürt milliyetçilerinin siyasi sürece dahil edilmeleri AB’nin temel siyasi talepleri arasında yer alıyor. Ancak AB reformları Türkiye’deki kitlelerin yaşamına ek güçlükler getirirken, aynı zamanda görüldü ki AB Türkiye’yi tam üye olarak istememektedir.

Bu Büyükanıt gibi, AB uğruna ordunun sahip olduğu iktidar ve ayrıcalıklardan vazgeçmesini istemediğini saklamayan güçleri yüreklendirdi. Büyükanıt, ordunun sivil denetime tabi olması gerektiğini vurgulayan AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Hansjörg Kretschmer’in ve ardılı Ollie Rehn’in eleştirilerini öfkeli bir biçimde reddetti.

Buna ek olarak, Bush yönetiminin "İslamcı faşizme ve terörizme" karşı kampanyası Türkiye için AB’den başka seçeneklerin olduğunu gösteriyor.

Amerika Birleşik Devletleri’nin emekli general (ve silah sanayinin lobicilerinden) Joseph Ralston’u, Büyükanıt’ın genel kurmay başkanı olarak yemin ettiği sırada kuzey Irak’ta PKK’ya karşı mücadele için koordinatör olarak atamış olması dikkat çekici bir durum. PKK buna tek yanlı olarak ateşkes ilan ederek yanıt verince, bu açıklama AB tarafından bir ilk adım olarak memnuniyetle karşılandı ancak ABD tarafından reddedildi. Ralston, PKK’ya karşı askeri harekata girişilmesi olasılığının masada olduğunu söyledi. Buna paralel olarak Büyükanıt PKK’nın Türk adaletine teslim olmaktan başka bir seçeneği olmadığını ilan etti. Ordunun "geriye silahlı tek bir terörist kalmayıncaya kadar," savaşmaya devam edeceğini söyledi. Bu açıklama Başbakan Erdoğan’ın PKK’nın sözünü tutması durumunda bariz bir neden olmaksızın herhangi bir askeri operasyon düzenlenmeyeceğini söylemesinin ardından yapıldı.

Mayıs 1960, Mart 1971, Eylül 1980 ve Şubat 1997

Şu anda AKP mecliste büyük bir çoğunluğa sahip -550 sandalyeden 357’sini elinde tutuyor. Anti demokratik yüzde 10’luk ülke barajı uygulaması sayesinde, AKP aldığı yüzde 34,3 oyla bu derece büyük bir çoğunluk elde edebildi. Bu nedenle ordunun AKP’yi iktidardan indirmesi kolay değil.

Ne var ki Türk burjuvazisinin zayıflığı ve istikrarsızlığı ordunun sık sık rejimin koruyucusu olarak ön plana çıkmasına neden oluyor. Bu yeni başlatılan kampanyanın bir askeri müdahaleye dönüşmesi durumunda Türk siyasi yaşamı 46 yıl içinde beş askeri müdahale görmüş olacak. Türk ordusu 1960 ile 1980 arasında üç askeri darbe yaptı. Yaşanan askeri müdahalelerin hepsinin kendi özgü yanlarının olmasına karşın, ilk üç darbe mevcut hükümetleri görevden uzaklaştıran doğrudan müdahaleler şeklinde yapıldı.

Bu üç klasik darbeye ek olarak 1997 yılının Haziran ayında ordu İslamcı Refah Partisi’nin başını çektiği koalisyon hükümetini bir askeri darbe tehdidi altında görevden uzaklaştırdı. Doğrudan bir askeri müdahale olmaksızın Cumhurbaşkanı Demirel hükümeti kurma görevini, Bülent Ecevit’in DSP’si (Demokratik Sol Parti) ve CHP’nin dışarıdan verdiği destekle bir azınlık hükümeti kuracak olan ANAP genel başkanı Mesut Yılmaz’a verdi.

Kimi gazeteciler bu askeri müdahaleyi "post-modern darbe" olarak adlandırdılar. Diğerleri "darbe" sözcüğünü kullanmamak için buna, ordu Erbakan’ın başında olduğu koalisyon hükümetine 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Konseyi toplantısı sırasında bir ültimatom vermiş olduğu için "28 Şubat süreci" olarak anmayı tercih ediyorlar.

28 Şubat askeri müdahalesi dikkatle planlanmış ve (İslamcı medya dışında) burjuva medyası, birçok siyasi parti, sendikalar, kadın örgütleri, çeşitli aydınlar vb. kesimler tarafından zaman zaman açıkça, zaman zaman üstü örtülü bir biçimde destelenmiş bir operasyondu. Hatta bir general bu seferberliğin önemini, kendilerine destek veren bu güçlerden açıkça "silahsız kuvvetler" diye söz ederek açıklamıştı.

Bu "silahsız kuvvetler" ittifakının başını çeken doğrudan büyük sermayenin örgütleri ve onların sözcüleriydi -yani Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) ve Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB). Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) da bu ittifakta -ikinci derecede bir rol oymalarına karşın- yer aldılar.

Kısa bir süre önce başlatılmış olan bu askeri müdahalenin yakın gelecekte nasıl bir evrim göstereceğini bugünden öngörmek mümkün değil. Ancak üç şey çok açık. Birincisi, bu yeni askeri müdahale, siyasi yaşama daha sağcı ve faşist güçlerin egemen olmasının yolunu açarak, Türk burjuva demokrasisinin zayıf ve yıpranmış güçlerinin altını daha da fazla oyacaktır. İkincisi, yeni rejim faturayı ödemesi istenen emekçi kitlelerin taleplerini bastırmak için giderek daha baskıcı yöntemlere başvuracaktır. Ve nihayet, Türkiye’de birbiri ardınca yaşanan bu felaketleri ancak işçi sınıfının ve emekçi ve ezilen halkın diğer kesimlerinin, gerçek anlamda enternasyonalist bir programı temel alan bağımsız sosyalist siyasi hareketi önleyebilir ve ancak böyle bir hareket Türkiye’de adil ve gerçek bir demokrasiyi inşa edebilir.

Aynı zamanda bakınız
Makalenin İngilizce orijinali
(20 Ekim 2006)

 

Sayfanın başı

Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.



Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır