World Socialist Web Site (www.wsws.org)

www.wsws.org/tr/2006/mar2006/dn-m30.shtml

David North: DSWS Uluslararası Yazı Kurulu toplantısının açılış konuşması

David North
30 Mart 2006
İngilizce’den çeviri (27 Şubat 2006)

Aşağıda, DSWS Uluslararası Yazı Kurulu (UYK) Başkanı David North’un, Sosyalist Eşitlik Partisi’nin (Avustralya) ev sahipliğinde ve 22-27 Ocak 2006 tarihleri arasında Sydney’de gerçekleşen DSWS UYK’sının genişletilmiş toplantısında yaptığı açılış konuşmasını yayınlıyoruz. Bu konuşma, önde gelen DSWS UYK’sı üyeleriyle, Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi’nin (DEUK) seksiyonlarından gelen delegelerinin sundukları bir dizi raporun ilkiydi.

Dördüncü Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi adına, sizlereDünya Sosyalist Web Sitesi’nin Uluslararası Yazı Kurulu’nun bu açık toplantısına hoş geldiniz demek istiyorum. Sözlerime, bu toplantının geçtiğimiz yılın Ağustos ayında Michigan’da yapılan uluslararası okuldan farklı bir karaktere sahip olduğunu belirterek başlamama izin verin. Ağustos ayında yapılan sunuşlar Dördüncü Enternasyonal’in tarihsel temellerinin incelenmesine ayrılmıştı ve bu raporlar, asıl olarak yirminci yüzyılın ilk birkaç on yılı üzerinde yoğunlaşıyordu.

Bu hafta boyunca, geçmişten çok bugün, tarihten çok güncel siyaset üzerinde yoğunlaşacağız. Ağustos ayında, Dördüncü Enternasyonal’in içinden çıktığı tarihsel deneyimleri incelemiştik; önümüzdeki bir kaç gün ise mevcut siyasi durumu tahlil etmeye veDünya Sosyalist Web Sitesi’nin çalışmasının üzerinde yükseldiği uluslararası perspektifleri netleştirilmesine ayrılacak.

Herhangi bir politik öngörüde bulunmaya, varolan siyasi durum çerçevesinde olasılıkları kestirmeye yönelik herhangi bir ciddi girişim, dünya kapitalist sisteminin tarihsel gelişiminin kesin ve tam olarak kavranmasına dayanmalıdır.

Kapitalizmin tarihsel gelişiminin çözümlemesi, şu temel soruya yanıt vermek zorundadır: Bir dünya ekonomik sistemi olarak kapitalizm yükselen bir çizgi mi izliyor ve hâlâ en yüksek noktasına doğru tırmanmaya devam mı ediyor; yoksa gerileme içinde ve hatta bir uçuruma mı yuvarlanıyor?

Bu soruya vereceğimiz yanıt, kaçınılmaz olarak, yalnızca pratik görevlerimizi belirleme alanında değil, hareketimizin bütün bir teorik ve programatik yönelişi üzerinde de son derece kapsamlı sonuçlar yaratacaktır. Bizim dünya kapitalist sisteminin tarihsel durumuna ilişkin tahlilimizi belirleyen şey, toplumsal devrime duyulan öznel bir arzu değildir. Tersine, devrimci perspektif, böyle bir öznel arzunun değil, sosyoekonomik gelişmenin nesnel eğilimlerine ilişkin bilimsel bir değerlendirmenin üzerinde yükselmek zorundadır. Gerekli nesnel sosyoekonomik önselliklerden kopuk bir devrimci perspektif, ütopik bir yorumlamadan başka bir şey olamaz.

Peki, o zaman kapitalizmin bugün içinde bulunduğu tarihsel gelişim aşamasını nasıl anlayacağız? Gelin, birbiriyle uzlaşmaz biçimde karşıt olan iki kavrayışı göz önünde bulunduralım. Bildiğimiz gibi, Marksist görüşe göre dünya kapitalist sistemi derinleşmiş bir kriz aşamasındadır - hatta 1914 yılında dünya savaşının patlak vermiş olması ve onu izleyen 1917 Rus Devrimi dünya tarihinde köklü bir dönüm noktası oluşturdu. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle, II. Dünya Savaşı’nın 1945’te sona ermesi arasında geçen otuz yılı aşkın sürede yaşanan büyük çalkantılar, kapitalizmin ilerici tarihsel misyonunu tamamlanmış olduğunu ve dünya ekonomisinin sosyalist dönüşümü için nesnel önkoşulların ortaya çıktığını gösterdi. Kapitalizm, on yıllarca süren bu kriz dönemini, çok büyük ölçüde, işçi sınıfının kitlesel partilerinin ve örgütlerinin; en başta da sosyal demokrat ve komünist partilerle sendikaların hataları ve ihanetleri sayesinde atlatıp hayatta kalmayı başardı. Onların ihanetleri olmaksızın, dünya kapitalizminin II. Dünya Savaşı sonrasında - ABD’nin elinde varolan büyük kaynaklardan yararlanmasına rağmen - yeniden istikrara kavuşması mümkün olmayacaktı. Aslında, savaş sonrasında istikrarın sağlanmış olmasına karşın, işçi sınıfı ile eski sömürgelerdeki ezilen kitlelerin kapitalizme ve emperyalizme karşı küresel karşı koyuşu sürdü. Ancak bu karşı koyuşun devrimci potansiyeli eski bürokratik örgütler tarafından bastırıldı.

En sonunda, 1960’ların ve 1970’lerin kitlesel mücadelelerinin ihanete uğraması ve yenilgileri, kapitalist bir karşı taarruzun önünü açtı. Kapitalist sistemin eşi görülmemiş düzeyde küresel bütünleşmesini mümkün kılan ekonomik süreçler ve teknolojik değişim, ulusal perspektifler ve politikalar üzerine kurulmuş eski işçi sınıfı örgütlerini tuzla buz etti. Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa’da -müflis anti-Marksist bir milliyetçi sahte sosyalizm programını temel alan- Stalinist rejimlerin çökmesi, bu sürecin ürünüydü.

Kapitalizmin 1990’lı yıllarda egemenlik alanını hızla genişletmiş olmasına karşın, bu tarihsel kriz sürdü ve derinleşti. Eski işçi hareketleri için ölümcül sonuçlar yaratan küreselleşme süreci, bir dünya ekonomik sistemi olarak kapitalizmin küresel olarak bütünleşmiş karakteri ile onun tarihsel olarak üzerinde kökleştiği ve kurtulmasının mümkün olmadığı ulus-devlet yapısı arasındaki çelişkiyi eşi görülmedik bir gerilim düzeyine yükseltti. Bu çelişkinin asıl olarak çözülemez karakterde olması -ya da en azından herhangi bir ilerici temelde "çözülemez" olması - günlük ifadesini, günümüzün dünya durumuna damgasını vuran artan düzensizlikte ve şiddette bulmaktadır. Yeni bir devrimci ayaklanma dönemi başlamıştır. Marksist tahlil, çok kısa bir biçimde bu şekilde özetlenebilir.

Bunun karşısında yer alan perspektif nedir? Gelin, şimdi de bu karşı varsayımları ele alalım:

Marksistlerin, Lev Trotskiy’in tumturaklı ifadesini kullanırsak, "kapitalizmin can çekişmesi" olarak tanımladıkları şey, aslında kapitalizmin zorlu ve uzun zamana yayılmış olan doğum sancılarıdır. Yirminci yüzyılda yaşanmış olan çeşitli sosyalist ve devrimci deneyimler, yalnızca zamanından önce meydana gelmiş değil, fakat özleri itibariyle ütopik girişimlerdi. Yirminci yüzyılın tarihi, en üstün ekonomik örgütleme sistemi olarak pazarın kaçınılmaz zaferini sağlamak yolunda önüne çıkan bütün engellerin üstesinden gelen kapitalizmin hikayesi olarak okunmalıdır. Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Çin’in pazar ekonomisine dönmesi, bu sürecin doruk noktasını ifade etmektedir. İçinde bulunduğumuz on yıl ve büyük olasılıkla onu izleyecek olan on yıl, bütün Asya’da kapitalizmin hızla genişlemesine tanık olmaya devam edecektir. Bu sürecin en dikkate değer unsuru, Çin ile Hindistan’ın olgun ve istikrarlı dünya kapitalist güçleri olarak ortaya çıkmaları olacaktır.

Üstelik, eğer bu hipotez doğru ise, kapitalizmin, 20 yıl ya da ona yakın bir süre içinde -W.W. Rostow’un paradigmasına uygun olarak - Afrika ve Ortadoğu’da da "hızla yükselme" aşamasına gireceğini varsayabiliriz. Nijerya, Angola, Güney Afrika, Mısır, Fas ve Cezayir gibi ülkeler (ve/veya belki de diğerleri) çok hızlı bir ekonomik büyüme yaşayacaklar. Böylece, yüzyılın ikinci yarısında -belki de 2047’de (günümüzden sadece 41 yıl sonra) Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’inKomünist Manifesto’sunun yayınlanmasının 200. yıl dönümüne ilişkin akademik kutlamalar sırasında - dünya kapitalizminin küresel zaferi tamamlanmış ve güvence altına alınmış olacak.

Bu hipotez, günümüzün küresel süreçlerinin kavranması için gerçekçi bir zemin sunuyor mu? Eğer bunu yapabiliyorsa, o zaman Marksist devrimci yaklaşımdan geriye pek az şey kalmış demektir. Yine de bu durumda bile işçi sınıfının içinde bulunduğu koşullarla ilgilenmekten vazgeçmek zorunda kalmayacaktık. Aslına bakarsanız bu durumda dahi ilgilenilmesi ve kaygı duyulması gereken koşullar eksik olmayacaktır. Bu koşullar altında bizler, dünya üzerindeki yoksulların ve sömürülenlerin durumunu iyileştirmek için bir asgari talepler programı formüle etmeye girişebiliriz. Bununla birlikte, bu, belli bir ölçüde, bir tür sosyal hayırseverlik faaliyeti olacaktır. Daha önceleri Marksist olanların, devrimci projenin -en azından tarihsel olarak görülebilir gelecekte - ütopik karakterde bir proje olduğunu görmeleri gerekecektir. Ve bu kişiler geçmişe ilişkin kavrayışlarını köklü bir biçimde revize etmek zorunda kalacaklardır.

Fakat bu hipotez -kapitalizmin küresel olarak muzaffer olacağı hipotezi - gerçekçi mi? Daha önceki tarihsel deneyimin ışığında, dünya kapitalist sisteminin, ekonomik ve politik ufkunda çoktan gözle görülür hale gelmiş olan birçok potansiyel, patlayıcı sorunu, bu sorunlar varolan dünya düzeninin varlığını tehdit etmeden önce çözeceğini ya da kontrol altına alacağını düşünmek mantıklı mı?

Büyük dünya güçleri arasındaki jeopolitik ve ekonomik çelişkilerin, emperyalist sistem çerçevesinde, bu anlaşmazlıklar uluslararası siyaseti bütünüyle istikrarsızlaşma noktasına ulaşmadan ve hatta bunun ötesine geçmeden, müzakereler ve çok taraflı anlaşmalar temelinde çözülebileceğini düşünüyor muyuz?

Ekonomik gelişme için kritik öneme sahip olan hammaddelere - özellikle, sadece bu ikisiyle sınırlı olmamak üzere, petrole ve doğal gaza - erişim sağlamak ve denetim altında tutmak konusundaki anlaşmazlıkların şiddet içeren çatışmalar yaşanmadan çözülmesi olası mı?

Bölgesel nüfuz için verilen çok sayıdaki mücadele -örneğin Çin ile Japonya ya da Çin ile Hindistan arasında, Asya’da egemen bir konum elde etmek için yaşanan mücadeleler - silahlara başvurulmadan çözülebilecek mi?

Amerika Birleşik Devletleri’nin gittikçe büyüyen cari işlemler açığını, küresel ekonomiyi temelinden sarsmadan, trilyonlarla ölçülen büyüklükte tutması mümkün mü? Ve dünya ekonomisi, Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanacak büyük bir ekonomik krizin yaratacağı etkiyi, önemli bir mali çalkantı yaşamaksızın soğurabilir mi?

Amerika Birleşik Devletleri egemenlik amaçlarından geri adım atmaya hazır olacak ve küresel gücün devletler arasında daha eşitlikçi bir biçimde dağılmasını kabul edecek mi? İster Avrupa’daki isterse de Asya’daki ekonomik ve potansiyel askeri rakiplerine, uzlaşma ve ödünler verme temelinde yer açmaya hazır olacak mı?

Amerika Birleşik Devletleri, Çin’in artan etkisini kibarlıkla ve barışçı bir biçimde karşılayacak mı?

Toplumsal cephede, Kuzey Amerika’nın, Avrupa’nın ve Asya’nın her tarafında toplumsal eşitsizlik önemli ve hatta şiddet içeren düzeylerde toplumsal çatışmalara yol açmadan artmaya devam edebilecek mi? Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasi ve sosyal tarihi, Amerikan işçi sınıfının önümüzdeki yıllarda ve onu takip eden on yıllarda, yaşam koşullarının sürekli kötüleşmesini büyük ve şiddetli protestolar olmaksızın kabulleneceği düşüncesini destekliyor mu?

Dünya kapitalizminin yeni bir büyüme ve istikrar Altın Çağına girdiği sonucuna varmazdan önce yanıtlanması gereken sorular bu tür sorular.

Yukarıdaki soruların tümüne birden olumlu yanıt verenler, tarihin derslerine karşı çok büyük bahse giriyorlar.

Bu hafta boyunca, bu sorular ele alınacak. Ancak, dünya kapitalizminin durumuyla ilgili olarak, özellikle dikkat edilmesi gereken bir gösterge var. Kapitalizmin tarihsel gelişimi, burjuva demokrasisinin yükselişiyle bağlantılı oldu. Tarihsel olarak kapitalizmin yükselişi ile demokratik hakların yaygınlaşması arasında kesin bir ilişki vardı. Amerika Birleşik Devletleri’nin temelleri sonsuza kadar "devredilmez haklar"ın ilanı ve İnsan Hakları Beyannamesi’nin yürürlüğe konmasıyla bağlıdır. Eğer kapitalizmin yörüngesi hâlâ yükselme aşamasındaysa, o zaman demokrasinin durumu, her şeyden önce Amerika Birleşik Devletleri’nde neden bu denli kırılgan görünüyor?

Amerika Birleşik Devletleri eski başkan yardımcısı ve 2000 seçimlerinde en çok oyu almış olan başkan adayı Al Gore, Martin Luther King’i Anma Günü’nde, ABD demokrasisinin durumunu anlattığı bir konuşma yaptı. Bu konuşmaya, büyük Amerikan gazetelerinde çok az yer verildi ve üzerinde fazlaca yorum yapılmadı. Ancak Al Gore’un Amerika Birleşik Devletleri’nde demokrasinin durumuna ilişkin olarak çizdiği tablo açıkça korkutucuydu. Al Gore’un bu konuşmasından en önemli birkaç bölümü aktarmama izin verin. Al Gore şunları söyledi:

"Örneğin, bildiğiniz gibi, Başkan aynı zamanda tek başına kendisinin ulusumuza karşı bir tehdit oluşturduğuna karar verdiği herhangi bir Amerikan yurttaşını yakalatma ve hapse atma hakkına sahip olduğunu ilan etti ki, Amerikan yurttaşı olmasına karşın, hapse atılan bu kişinin bir avukatla konuşma hakkı yok -Başkanın ya da onun atadığı kişilerin bir hata yaptıklarını ve yanlış insanı hapsettiklerini kanıtlamaya çalışmak istese bile.

"Başkan, o Amerikan yurttaşını -istediği herhangi bir Amerikan yurttaşını- bir tutuklama emri dahi olmaksızın, kendisine isnat edilen suçlarla ilgili olarak bu kişiye herhangi bir bilgi vermeden, hatta ailesini bu kişinin hapiste olduğu konusunda bilgilendirmeden, sınırsız bir süre için hapiste tutabileceğini iddia ediyor. Sizin ve benim bildiğimiz ve sevdiğimiz Amerika’da böyle bir hak yok. Bu bizim anayasamıza yabancıdır. Buna derhal son verilmelidir.

"Aynı zamanda, Yürütme erki de, daha önceleri farkına varılmamış olan, gözaltındaki mahkumlara, pek çok durumda açıkça işkence anlamına gelen, kötü muamelede bulunma hakkının olduğunu iddia etti ve dünyanın farklı köşelerindeki kimi ülkelerde yer alan ABD tesislerinde kapsamlı bir biçimde belgelendiği gibi, açıkça işkencenin yaygın olarak kullanılmasının zeminini hazırladı.

"Bu tutsakların 100’den fazlasının Yürütme erkinin sorgucuları tarafından işkence edilirken öldükleri ve daha fazlasının yıkıma uğradığı ve aşağılandığı bildiriliyor. Adı kötüye çıkan Ebu Garib cezaevinde işkence uygulamalarını belgelemiş olan araştırmacılar kurbanların yüzde 90’dan fazlasının hiçbir suç işlememiş olduklarını ve bütünüyle masum olduklarını tahmin ettiler. Bu, iktidar gücünün, General George Washington’un ilk kez Devrimci Savaşımız sırasında dile getirmesinden bu yana ülkemizin uyduğu ilkeler manzumesini çiğneyerek, utanç verici bir biçimde kullanılmasıdır. Bu ilkelere o zamandan itibaren -şu ana kadar - bütün başkanlar tarafından uyuldu. Onlar Cenevre Sözleşmelerini, İşkenceye Karşı Uluslararası Sözleşmeyi ve bizim kendi işkenceye karşı yasalarımızı ihlal ediyorlar.

"Başkan, aynı zamanda, yabancı kentlerin sokaklarında insanları kaçırma ve bu insanları, bizim adımıza tutuklayıp sorgulamak üzere, kullandıkları işkence tekniklerinin vahşiliğiyle adı kötüye çıkmış ülkelerdeki otokratik rejimlere teslim etme yetkisine sahip olduğunu da iddia etti. Bizim kimi geleneksel müttefiklerimiz, Amerikalıların bu yeni ve tipik olmayan uygulamaları karşısında derin bir şok yaşıyorlar. Cezaevlerinde uygulanmakta olan işkenceler nedeniyle son derece kötü üne sahip uluslardan biri olan Özbekistan’da görev yapmakta olan Britanya Büyükelçisi, tanık olduğu bu yeni ABD uygulamasının acımasızlığı ve anlamsızlığına ilişkin olarak kendi içişleri bakanlığına yazılı olarak şikayette bulundu: Büyükelçi, ‘Elde ettiğimizi malzeme hiçbir işe yaramaz,’ diye yazdı ve şunları ekledi -‘değersiz şeyler karşılığında ruhumuzu satıyoruz. Bu gerçekten çok zararlı.’

"Herhangi bir başkanın Anayasamız altında gerçekten bu tür yetkilere sahip olduğu iddiası doğru olabilir mi? Eğer bu sorunun cevabı ‘evet’ ise, bu fiillerin gerçekleştirilmesine zemin oluşturan teori altında, yasaklanamayacak her hangi bir fiil kalır mı? Eğer Başkan Amerikan yurttaşlarını herhangi bir mahkeme emri olmaksızın dinleme, Amerikan yurttaşlarını kendi açıklamasıyla kaçırma ve işkence etme yetkisine sahipse, o zaman geriye yapamayacağı ne kalıyor ki?

"Yale Hukuk Fakültesi Dekanı Harold Koh, Yürütme’nin daha önce kabul edilmeyen yetkilerle ilgili olarak öne sürdüğü aşırı iddiaları inceledikten sonra şöyle dedi: ‘Eğer Başkan başkomutan olarak işkence yapmak yetkisine sahipse, bu durumda soykırım uygulama, köleliği onaylama, ırkçılığı teşvik etme, yargısız infaza izin verme yetkisine de sahip demektir.’

"Gerçek şu ki, bizim Amerika’da sahip olduğumuz demokratik sistemi korumaya yönelik önlemlerin, yürütmenin yetkilerinde eşi görülmemiş artışı önlemede büyük ölçüde başarısız kalmış olması, fazlasıyla tedirgin edicidir. Bu başarısızlık, kısmen, Yürütme’nin kararlılıkla uyguladığı kafa karıştırma, erteleme, bilgi edinmeyi önleme, yasama ile yargı erklerinin sağlıklı bir anayasal denge oluşturma yönündeki çabalarını boşa çıkartmak için kabul eder görünürken ret etme ve gerçeği gizleme stratejisinden kaynaklanmaktadır."

Al Gore tarafından anlatılan durum, anayasal demokrasinin çöküşünden ve Amerika Birleşik Devletleri’nin diktatörlüğe doğru gidişinden başka bir şey değil. Yapılan bu betimleme doğru olmakla birlikte, Gore’un konuşmasında hiç bir şekilde değinilmeyen şey, bu korkunç duruma neden ve nasıl gelinmiş olunduğudur.

Eğer kapitalizm, özürcülerinin ve savunucularının iddia ettiği gibi sağlıklıysa ve yükselen bir yörünge izliyorsa, Amerika Birleşik Devletleri’nde demokrasinin kurumları ve halka ait olduğu söylenen hükümet neden eşi görülmemiş bir kriz içinde?

Bu hafta kendimizi adayacağımız en önemli görev, dünya kapitalizminin hızla gelişmekte olan krizinin temel özelliklerinin ana hatlarını ortaya koymak olacak.

Lenin, 1914’te, "Tek bir bütünün parçalanması ve onun çelişkili parçalarının kavranması... diyalektiğin özünü oluşturur (bu diyalektiğin ‘temellerinden’ biri, eğer temelinin kendisi değilse, başta gelen özelliklerinden ya da niteliklerinden biridir)," diye yazmıştı.

Dinleyeceğimiz raporlar, bu teorik yaklaşıma uygun olarak, küresel krizin gelişiminin farklı yanlarını ve veçhelerini ele alacaklar. Üzerinde duracağımız konular arasında şu başlıklar yer alıyor: dünya ekonomisinin durumu; Amerika Birleşik Devletleri’ndeki siyasi, ekonomik ve toplumsal kriz; Çin’de kapitalizmin yayılmasının etkileri ve sonuçları; kritik öneme sahip kaynaklar için verilen mücadele ve emperyalist ve büyük güçler arasındaki çatışmaların yoğunlaşması; Sri Lanka’da iç savaşın yeniden ortaya çıkması tehlikesine özel bir vurgu yaparak, Hindistan yarımadasındaki kriz; Irak’taki mevcut durum ve ABD’nin "teröre karşı savaş"ının geleceği; Afrika’daki umutsuz durum; İsrail’deki siyasi ve toplumsal bölünmeler; ve son yıllarda Latin Amerika politikasında ortaya çıkmış olan "sol" eğilimlerin önemi. Aynı zamanda uluslararası kültürün mevcut krizini ele almaya da zaman ayıracağız.

Umudumuz ve beklentimiz, bu raporların,Dünya Sosyalist Web Sitesi’nin günlük tahlil çalışmasının üzerinde yükseldiği uluslararası perspektifin gelişmesine katkıda bulunmasıdır.



Telif Hakkı 1998-2006, Dünya Sosyalist Web Sitesi, Bütün hakları saklıdır