World Socialist Web Site (www.wsws.org)

www.wsws.org/tr/2006/jan2006/gall-j11.shtml

Değerli ve inandırıcı bir savaş karşıtı film

Richard Phillips
11 Ocak 2006
İngilizce’den çeviri (7 Aralık 2005)

Gelibolu, yazan ve yöneten Tolga Örnek

Gelibolu’ya 1915 yılında Britanya, Fransız, Avustralya ve Yeni Zelanda kuvvetleri tarafından yapılan askeri saldırı muhtemelen I. Dünya Savaşı sırasında Müttefik Güçler tarafından geçekleştirilmiş olan en trajik ve yanlış hesaplanmış muharebelerden birisidir. Amirallik Dairesi Birinci Lordu Winston Churchill tarafından ısrarla savunulan ve Çanakkale ile Türk başkenti İstanbul’un kontrol altına alınmasını amaçlayan saldırı Müttefik Güçler için büyük bir yenilgi oldu.

Dokuz aylık muharebe 130.000’den fazla askerin ölümü ile sonuçlandı. 250.000’den fazla yaralının yanında bu sayı hayatını kaybeden 85.000’den fazla Türk, 21.000 Britanyalı, 10.000 Fransız, 8.700 Avustralyalı, 2.700 Yeni Zelandalı ve 1.370 Hintli askeri içeriyordu.

Bugüne kadar bu olaylar, Peter Weirs’in 1981’de çektiği ve Mel Gibson ile Mark Lee’in başrolde oynadıkları ünlü Gelibolu filmi de dahil olmak üzere bir kaç filme konu olduysa da kısa bir süre önce gösterime giren, Tolga Örnek’in yönetmenliğini yaptığı ve Sam Neill ve Jeremy Irons’ın seslendirdikleri iki saatlik belgesel, muhtemelen bu filmler içinde en zekice yapılmış olanı ve insanı en derinden etkileyeni.

Modern savaş belgesellerinin bir çoğu gibi Örnek’in filmi Gelibolu da muharebeyi ayrıntılı bir biçimde ele alabilmek amacıyla hem arşivlerde yer alan fotoğrafları ve görüntüleri, hem de havadan çekilmiş fotoğrafları ve dramatizasyonu kullanıyor. Ancak Örnek’in araştırma ekibi tarafından bulunmuş olan 10 askerin - Britanyalı, Avustralyalı, Yeni Zelandalı ve Türk - çok sayıdaki mektup ve günlük arasından seçilen mektup ve günlüklerinin kullanılış biçimi filme olağanüstü bir insani boyut ve güncellik kazandırıyor.

Örnek, kendisiyle yapılan bir görüşmede Gelibolu askerlerinin mektuplaşmalarını okumaya başlar başlamaz, olay "sayılar ve tarihlerden ibaret olmaktan çıktı," ve "savaşın vahşeti; insanların yaşamlarını, aileleri nasıl yok ettiği ve bunu nasıl ırka, dine, millete veya orada bulunma nedenine bakmaksızın yaptığı, kafamda berraklaştı," dedi.

"Bu duygular yavaş yavaş filmi dönüştürmeye başladı. Ve bireysel hikayelere dayalı bir savaş belgeseli olarak başlayan şey, bizleri savaşın tehlikeleri hakkında uyaran savaş karşıtı güçlü bir projeye dönüştü."

Askeri saldırı

Ege ve Karadeniz’i birbirinden ayıran, İstanbul yakınlarındaki dar ve stratejik bir boğaz olan Çanakkale’ye Britanya’nın öncülüğünde yapılan saldırı o sıralarda Türk kuvvetleri ve Alman ordusu ile savaşta olan Londra’nın müttefiki Çarlık Rusya’sına yardım etmeyi amaçlıyordu.

Ancak bu büyük plan Türkiye’nin askeri gücü ya da Türk askerlerinin ve daha sonra Atatürk adını alacak ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve cumhurbaşkanı olacak olan Gelibolu komutanı Mustafa Kemal gibi figürlerin anayurtlarını savunma konusundaki kararlılıkları konusunda ciddi öngörüler içermiyordu.

Churchill türünden Britanyalı yöneticiler kibirli bir biçimde, deniz kuvvetlerinin ateş gücü alanında sahip olduğu üstünlüğü göstermesinin Türk askerleri saflarında ve Osmanlı İmparatorluğu’nda panik yaratacağına, bunun üzerine Almanya ile ittifak yapmakta olan Osmanlı’yı çarçabuk savaş dışına düşürerek Britanya ve Fransa’ya Orta Doğu’da istediği gibi at koşturma olanağını sağlayacağına inanmışlardı.

Filmde görüşülen birkaç tarihçiden birisi olan Robin Prior’un açıkladığı gibi bu teoriye göre, "Bizim Britanya savaş gemisi filomuza Türk hükümeti o kadar hayran kalacak, Türk halkı filomuzdan o kadar çok korkacaktı ki, derhal ellerini havaya kaldırıp teslim olacaklardı."

Çanakkale’ye 1915 yılının Mart ayında yapılan ilk büyük saldırı, Türk savunma kuvvetlerine karşı Britanya ve Fransız deniz kuvvetlerinin ortaklaşa düzenledikleri bombardımanını içeriyordu. Ancak bunun sonucunda büyük zafer elde edilemedi. Aslında, mevcut on altı geminin üçünün batması, üçünün mayınlara çarparak ciddi bir şekilde hasara uğraması ve 700 bahriyelinin ölümüyle birlikte operasyon tam bir fiyasko olmuştu.

Ne var ki Churchill Türklerin ateş gücünün yapılan deniz bombardımanından çok kötü etkilendiği konusunda ısrarcı oldu ve Gelibolu’ya Britanya önderliğinde karadan bir çıkartma yapılmasını emretti. Avrupa’nın Batı Cephesine gitmek üzere Mısır’da geçici olarak konuşlandırılmış olan (Anzaklar olarak bilinen) Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerle birlikte Britanyalı, Fransız ve Hintli askerler saldırıyı uygulamaya koymak için harekete geçirildi.

Churchill’in planı bir felaket oldu. Türk ordusu saldırıya hazırlanmak için üç haftadan fazla bir zamana sahip olmuştu ve Müttefik kuvvetler 25 Nisan’ın erken saatlerinde yarımadanın kumsallarına çıktıklarında buna hazır durumdaydı.

Müttefik kuvvetler çok yoğun bir topçu ateşi ile karşılaştılar ve binlerce asker, birçoğu çıkartma gemilerini terk edemeden ya da karaya ulaşamadan boğularak öldü. İlk 12 saatte bir kumsalda 1.000 asker ölürken, en çok şehidi Britanyalı birlikler verdi. Müttefik kuvvetler yarımadanın bazı yerlerinde içerlere kadar girebilmelerine rağmen, hiçbir aşamada yarımadanın tepelerini tutmuş olan Türk savunma hatlarını yerlerinden kıpırdatamadılar.

Hemen sonrasında, bazı yerlerde ön cephelerin birbirlerinde beş metre uzaklıkta olduğu bir siper harbi başladı. Bu, Türk ve Anzak askerler için ilk ciddi endüstriyel savaş tecrübesi idi ve verilen kayıp sayısı olağanüstü derecede büyüktü: ilk on günde her iki taraftan 10.000’de fazla asker öldü. Katliam o derece büyüktü ki tenis kortu büyüklüğünde bir alana 600 ölü düşüyordu - yerde yatan cesetler bir halı gibi toprağın üzerini örtmüştü.

24 Mayıs’ta, saldırı başladıktan bir ay sonra, ölüleri gömmek için sekiz saatlik bir ateşkes ilan edildi. Pek çok ceset siper duvarlarına gömülmüştü, ölüm kokusu askerlerin korkunç yaşamlarının değişmeyen bir özelliği olmuştu. Cesetler toplandıktan hemen sonra çarpışmalar yeniden başladı.

Bu ölüm hasadını ve çekilen ıstırabı layıkıyla anlatmak zor, ancak Gelibolu’nun o sırada dünya üzerinde bir cehennem olduğundan kuşku duyulamaz.

Filmde aktarılan mektuplardan birinde Türk askeri Ahmet Mucip şöyle diyor: "Bugün güneşin batıya ne zaman kaydığı konusunda hiçbir fikrim yok. Deniz üzerine ve bütün alana karanlık çöktü. Yüzlerce Britanyalı genç bizim toprağımızda gözlerini bir daha açmamak üzere yatıyorlar. Bu gençler temiz tıraşlı, sevimli yüzleri ile kan lekeli üniformaları içersine kıvrılmışlar. Bu görüntü bizde hem intikam hem de şefkat duyguları uyandırdı."

Britanyalı Yarbay ve doktor Percival Fenwick mektuplarının birisinde "sürekli olarak ölümün gölgesi altında" yaşamın "vahşice sadeleştiğini" anlatıyor. Başlangıçta saldırının hararetli bir taraftarı olan Britanyalı erat Guy Nightingale’in mektupları, kanlı muharebeye karşı gittikçe artan düşmanlığını gösteriyor. Mektuplarının birinde kızgın bir biçimde şöyle diyor: "Yaşa ve yaşat, Türkiye Türklerindir."

Saldırının ilk başlarında saf bir güven duygusuna sahip olan çok sayıdaki askerden biri olan Yeni Zelandalı bir asker, ailesine savaşmaktan fiziksel ve ruhsal olarak çok bitkin düştüğünü ve artık "bir merminin kendisine isabet etmesi için dua ettiğini" yazıyor.

Filmde aktarılan mektuplar içinde en dokunaklı olanı bir Türk askerinin anne babasına yazdığı mektup olsa gerek. Bir gün sonra büyük bir olasılıkla öleceğini bildiğinden, anne babasına kendi yokluğunda eşine ve çocuklarına düzgün bir biçimde bakmaları için yalvarıyor. Bir başka yürek burkan mektup ise ölü bir Avustralyalı askerin yırtılmış sırt çantasını bulan Britanyalı bir askere ait. Çantanın içinde, tüm vahşetin ve yıkımın ortasında duran gök mavisi bebek ayakkabıları ve bir ipek kadın eldiveni - belli ki bunlar ölen genç adamın en çok değer verdiği eşyalarıydı.

Topçu ateşi ve göğüs göğse çarpışmalarda ölenlerin yanı sıra binlerce asker de enfeksiyon, tifo ateşi, dizanteri, ishal ve sivri sinekler tarafından taşınan çeşitli hastalıklardan dolayı yaşamını yitirdi. Diğer bazıları kontrol edilemeyen çalılık yangınlarında yanarak ve kanalizasyonlarda boğularak öldüler.

27 Kasımda şiddetli bir fırtına üç gün boyunca bölgeyi vurunca, çok sayıda asker siperlerinde boğularak öldü. Bir kaç gün sonra dondurucu bir tipi gelip açıktaki askerleri vurunca yüzlercesi hastalanarak öldü. Örnek’in belgeseline göre 16.000 müttefik askeri soğuktan dondukları için tahliye edildiler.

Ağustos ayında umutsuzca yapılan bir saldırı da dahil olmak üzere, aylarca süren çarpışmalardan bir gerçek ilerleme sağlayamayınca Britanya öncülüğündeki yüksek komuta zinciri en nihayetinde 1915 yılının sonlarında yarımadadan çekilme kararı aldı.

Britanyalı yetkililer yaşanan felaketi küçümser görünseler de Britanya ordu komutanı Ian Hamilton en son parti askerlerin tahliye edilmelerinden hemen önce görevinden uzaklaştırıldı ve artık "Gelibolu kasabı" olarak bilinen Churchill bakanlıktaki görevinden utanç içersinde istifa etmeye zorlandı.

Avustralya’da savaşa ve zorunlu askerliğe karşı yaygın bir muhalefetin olduğu bir ortamda, hükümet ve yerel yönetici seçkin Gelibolu’da onca insan yaşamının canice telef edilmesini, genç Avustralya ulusu için gerekli olan ve soylu bir "ateşle vaftiz edilme" olarak ilan etmeye çalıştılar. Askeri yenilginin üzerinde durmak yerine, tahliye sırasında kimsenin ölmediği vurgulandı. Çeşitli şüphe götürmeyen kahramanlık ve kendini feda etme öyküleri kinikçe efsane boyutlarına ulaşacak hale getirildi ve milliyetçi duyguları güçlendirmek için kullanıldı.

Gelibolu çıkarmasının tarihi olan 25 Nisan, 1920 yılında tatil günü ilan edildi ve o günden beri her tür siyasetçi tarafından milliyetçi coşkuyu kabartmak ve gerektiğinde yeni askeri maceralar için destek toplamak için kullanıldı.

Gelibolu ne bu efsaneleri ele alıyor, ne savaşın altında yatan nedenleri veya emperyalist karakterini açıklamaya çalışıyor. Ancak on binlerce genç insanın katlinin ve Gelibolu’daki siperlerinden gelen dokunaklı yorumların titiz ve nesnel sunumu bu filmi keskin bir savaş karşıtı bildiri haline getiriyor.

33 yaşındaki Örnek’in kendisiyle görüşme yapan bir gazeteciye söylediği gibi: "Amacım insanları şok etmek değil ama savaşın nasıl korkunç olduğunu ve o koşulları göstermek istedim. Savaşın üzerindeki şan ve şerefi ve cilayı kazımak istedim çünkü çarpışmaları yücelttiğimizde, onları efsaneleştirdiğimizde, çekilen geçek acıları, gerçek dehşetleri göz ardı etmiş oluyoruz... [S]avaş şanlı değildir, savaşın üzeri cilalanmamalıdır; o çamurdur, hastalıktır, ölümdür ve korkudur."

Gelibolu Türkiye’de bu yılın başlarında vizyona girdi ve beş hafta süreyle ülkenin en çok gişe hasılatı elde eden filmi oldu. Bu film Türkiye’nin tarihindeki en başarılı belgesel film oldu. Kasım ayında Avustralya’da vizyona girdikten sonra Avustralyalı eleştirmenlerin çoğunun övgüsünü kazanmasına rağmen film sadece birkaç sinemada gösterilmekte. Pek yakında, Noel sezonu dolayısıyla yerel sinemalarda vizyona girecek olan bir yığın aptal komedi filmi ve popüler film arasında bu filmin gösterimde kalmaya devam etmesi pek beklenmiyor.

Örnek’in filmi gerçek Gelibolu hikayesini anlamak isteyen herkes tarafından görülmeli. Film kesinlikle çok daha geniş bir seyirci kitlesini hak ediyor.



Telif Hakkı 1998-2005, Dünya Sosyalist Web Sitesi, Bütün hakları saklıdır