World Socialist Web Site


Bugün Yeni
Olanlar

Haber ve Analiz
Tarih
Sanat Eleştirisi
Polemikler
Bilim
Bildiriler
Röportajlar
Okur Mektupları

Arşiv

DSWS Hakkında
DEUK Hakkında
Yardım

DİĞER DİLLER
İngilizce

Almanca
Fransızca
İtalyanca
İspanyolca
Portekizce
Lehçe
Çekce
Rusça
Sırp-Hırvat dili
Endonezyaca
Singalaca
Tamilce


ANA BAŞLIKLAR

Dünya ekonomik krizi, kapitalizmin başarısızlığı ve sosyalizmin gerekliliği
SEP/DSWS/TEUÖ bölgesel konferanslarında kabul edilen karar önergesi

Bush, Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya saldırması için yeşil ışık yaktı
Türk-Kürt çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar

Asya’da tsunami: neden hiçbir uyarı yapılmadı

Mehring Books’tan yeni bir kitap: Amerikan Demokrasisinin Krizi: 2000 ve 2004 Başkanlık seçimleri

Livio Maitan (1923-2004):
eleştirel bir değerlendirme

  DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz : Bölgesel haberler : Türkiye

Yazıcıya hazırla

Türkiye Cumhuriyeti’nin 75 yılı

Kemalizm’in bir bilançosu

Justus Leicht
10 Nisan 2006
İngilizce’den çeviri (17 Kasım 1998)

Hafta boyu süren kutlamalar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 75. yıldönümüne eşlik etti. Mustafa Kemal Paşa 29 Ekim 1923’de yeni kurulan devletin cumhurbaşkanı oldu. Mustafa Kemal, 1934’den bu yana Atatürk -Türklerin atası- adıyla anılıyor. Bu yıl ayrıca Kemalistlerin öncülü olan "Genç Osmanlılar" devriminin doksanıncı ve Atatürk’ün ölümünün altmışıncı yıldönümü.

Modern Türkiye’nin kurucusu, ülkede bir tür kült figür haline gelmiş durumda. Ne kendisinin ve "Kemalizmin" oynadığı rolü ne de devletin temel aldığı ilkeleri eleştirel bir biçimde ele alan bir değerlendirmeye pek rastlanmıyor.

Kemalizmin özü, ülkenin birliği ve bağımsızlığı, laiklik ve cumhuriyetçi ilkeler (yani devletle dinin birbirinden ayrılması), modernleşme ve sınıfsız ve ayrıcalıksız bir toplumun yaratılmasıydı. Bunların hiçbirinin gerçekleşmediği açıktır.

Kitlesel katılımlı yetmiş beşinci yıldönümü gösterilerinin büyük çoğunluğu Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi’ne üye olan belediye başkanlarının yönetimi altındaki şehirlerinde yapıldı. Kutlamalardan bir hafta sonra İslamcı fanatiklerin Anıtkabire yapmayı planladıkları bir saldırının son anda başarısızlıkla sonuçlandığı ortaya çıktı.

Atatürk’ün, halkın yararına politikalar izleme ve sınıf çelişkilerini inkar etme anlamına gelen "Halkçılık" ilkesinden de geriye hiçbir şey kalmadı. İşsizlik ve yoksulluk, özellikle AB (Avrupa Birliği) ile yapılan gümrük birliğinin ardından ve Asya krizinin bir sonucu olarak patlama yapmış durumda. Şehirlerde halkın büyük bir bölümü gecekondularda yaşıyor. Bu gecekondularda yaşayan insanların bir çoğu, on binlerce insanın yaşamı pahasına "ulusal birliği koruyan" canice bir savaşın yaşandığı Türkiye’nin güney doğusundaki Kürt bölgelerinden gelen mülteciler. Aynı zamanda devlet, mafya ve aşırı sağcı ölüm mangalarının çok sıkı ilişkiler içinde olduğu da ortaya çıkmış durumda.

Ulusal bağımsızlığın yerini uluslararası sermayenin yatırımlarına ve kredilerine olan tam bağımlılık almış durumda. Bugün gündemde olan tek konu, Amerika’nın Türkiye’yi Ortadoğu ve Kafkaslar’daki Türkçe konuşan ülkelerin hammadde kaynaklarına ve pazarlarına giden yolda bir köprübaşı olarak kullanmaya devam edip etmeyeceği ya da egemenliğin Avrupa’nın eline geçip geçmeyeceğidir. Bu ülkelerin tamamına yakını devlet başkanlarını, Amerikan Enerji Bakanı’nın bakışları altında, Türkiye ile bir petrol boru hattı inşa etmeye yönelik bir niyet anlaşması imzaladıkları devlet törenlerine gönderdiler.

Kemalizmin vaatlerinden ya da ülkülerinden tek bir tanesi bile gerçekleşmedi. Şu soruyu sormak gerekiyor: bunların gerçekleşme olasılığı gerçekte var mıydı? Bunun için Türkiye’nin tarihine kısaca göz atmamız gerekiyor.

Genç Osmanlılar

Osmanlı İmparatorluğunun çürüyüşü daha on dokuzuncu yüzyılda ileri boyutlara ulaşmıştı. Yüzyılın başından itibaren ancak sınırlı bir kapitalist gelişme sağlanabilmişti ve sanayi tesislerinin sayısı yok denebilecek kadar azdı. Bir yandan padişahlar, bir işçi sınıfının ortaya çıkıp, büyümesinden korkarlarken, diğer yandan da İngiliz ve Fransız sanayilerinin Osmanlı pazarlarını ele geçirmesini ve yerli zanaat üretimini yok etmelerini önlemek için yüksek gümrük vergilerine bel bağlıyorlardı.

Köylülüğün ağalar ve tefeciler tarafından (bu ikisinin aynı kişi olması ender görülen bir durum değildi) sömürülmesi büyük bir artış göstermişti. 1858’de çıkarılan ve toprakta özel mülkiyete izin veren bir yasa, bu kişilerin büyük miktarda toprağı ellerine geçirebilmeleri ve padişah karşısında konumlarını güçlendirmeleri anlamına geliyordu. Köylülerin kanını emerek elde ettikleri paraları genellikle devlet aygıtında, orduda veya ruhban sınıfında mevki satın almak için "yatırıma" dönüştürüyorlardı.

Ortada eski feodal sisteme karşı çıkacak kayda değer bir üretken burjuva katmanı yoktu. Bu nedenle 1908 yılındaki ilk devrimin önderliği, Jön Türkler -"Genç Osmanlılar"- adı verilen subaylardan oluşuyordu.

Lev Trotskiy bunu şu şekilde açıklıyordu: "Türk entelijansiyasının, öğretmenler, mühendisler ve bu türden en iyi düzeyde eğitim görmüş unsurları sahip oldukları beceriler için okullarda ya da fabrikalarda çok az yer bulabildiklerinden, orduda subay oldular. Bir çokları Batı Avrupa ülkelerinde eğitim gördüler ve orada varolan rejimi yakından tanıdılar -ancak ülkelerine geri döndükleri zaman Türk askerinin cehaleti ve yoksulluğuyla ve devletin içinde bulunduğu yozlaşma ile yüz yüze geldiler… Böylelikle devlet kendi bağrında burjuva ulusu arzulayan savaşçı öncüyü üretmiş oldu: düşünen, eleştirel ve hoşnutsuz bir entelijansiya" (Lev Trotskiy,Balkan Savaşları).

Trostkiy şu uyarıyı yapmıştı: "Türk subaylarının gücü ve başarılarının sırrı... kendilerine gelişmiş sınıflar tarafından gösterilen aktif sempatide yatmaktadır: tüccarlar, zanaatkarlar, işçiler, memurların ve ruhban sınıfının kimi kesimleri ve nihayet, köylü ordusunda cisimlendiği biçimde, kırsal kesim. Ancak bütün bu sınıflar ‘sempatilerinin’ beraberinde kendi çıkarlarını, taleplerini ve umutlarını da getiriyorlar. Bir meclis onlara mücadele etmek için bir merkez sağladığında, uzun zamandır bastırılmış olan toplumsal özlemleri şimdi kendisini açığa vurmaya başladı. Türk devriminin daha şimdiden bitmiş olduğunu düşünenleri acı bir düş kırıklığı beklemektedir. Düş kırıklığına uğrayacak olanlar arasında sadece [Padişah] Abdülhamit değil, fakat aynı zamanda öyle görülüyor ki Genç Osmanlılar Partisinin kendisi de yer alacaktır" (ibid).

Bunun ardından toprak sorununa yönelik radikal reform gelmedi. Burjuva subaylar, işçi sınıfının ve yoksul köylülerin devrimci hareketinden, Padişahtan ve emperyalist güçlerden korktuklarından çok daha fazla korktukları için, gerici entrikaların üreme alanı olarak ruhban sınıfının ve padişahın konumu olduğu gibi kaldı. 1912 yazında Padişahın emrindeki komplocu küçük bir grup tarafından düzenlenen bir darbe sırasında, Genç Osmanlılar herhangi bir direniş göstermeden hükümetlerinin düşmesine izin verdiler.

Genç Osmanlılar sadece altı ay sonra, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, feodal güçlerin, kısa süre içinde Balkan Savaşlarıyla ortaya çıkan apaçık yetersizliği ve kokuşmuşluğu nedeniyle iktidarı geri alabildiler. Toplumsal devrim korkuları ise devam etti. Halkı emperyalizme karşı seferber etmek yerine Prusya militarizmine boyun eğdiler ve Birinci Dünya Savaşına Alman İmparatorluğu’nun yanında katıldılar.

Ulusal sorunu bütün ulusların ve dinlerin gönüllü olarak birleşmeleri yoluyla çözme girişimi -bu federal bir yapı ve demokrasi olmadan ve her şeyden önce birbirine kaynaşmış köylü kitlelerine ciddi bir çağrıda bulunmadan gerçekleştirilemezdi- kısa süre içinde Pan-İslamcılık ve ardından ırkçı Pan-Türkizm ya da Turancılık ideolojisine yol açtı. 1915 yılında Genç Osmanlılar hükümeti, Alman subayların ve Kürt aşiret reislerinin desteğiyle Ermenilere karşı, yüz binlerce masum sivilin öldürülmesine yol açan vahşi bir soykırım düzenledi.

Birinci Dünya Savaşının sonunda Almanya’nın, Antant Güçlerinin (Britanya, Fransa) ellerinde yenilgiye uğraması Osmanlı İmparatorluğu’nun ve itibarını yitirmiş olan Genç Osmanlıların yazgılarını belirledi. İşgalci Antant güçleri meclisi lav etti ve Genç Osmanlıları görevden aldı. Bunu, General Mustafa Kemal’in yükselişi izledi.

Mustafa Kemal

Başlangıçta, Padişah’ın Britanya yanlısı hükümeti tarafından Büyük Güçlerin Anadolu’yu işgaline karşı çıkanları yenilgiye uğratmak üzere gönderilen Kemal, bunu yapmak yerine hareketinin önderliğini ele aldı. İstanbul’daki Padişaha karşı bir hükümet kurduğunu ilan etti ve üç yıl süren bir kurtuluş savaşı verdi.

Mustafa Kemal’in hareketi, tıpkı Genç Osmanlılar gibi, Trotskiy’in Çan Kay-Şek’in Koumintang’ında tahlil ettiği aynı çelişkileri taşıyordu. "Burjuvazinin doğasına ve politikalarına ilişkin sorunlar devrimci mücadeleyi yürüten bir ulusun bütün içsel sınıf yapısı -bu mücadelenin içinde geliştiği tarihi dönem; ulusal burjuvanın bir bütün olarak veya belirli bir bölümünün dünya emperyalizmine olan ekonomik, siyasi ve askeri olarak bağımlılığının düzeyi; ve nihayet, ve bu en önemli olanıdır, o ülkenin proletaryasının sınıf etkinliğinin düzeyi ve uluslararası devrimci hareket ile olan bağlarının durumu- tarafından kararlaştırılır. Bir demokratik veya ulusal kurtuluş hareketi, burjuvaziye sömürü olanaklarını derinleştirmesi ve genişletebilmesi için bir fırsat sunabilir. Proletaryanın devrimci arenada yapacağı bağımsız müdahale burjuvaziyi onu sömürme olanağından bütünüyle mahrum bırakmakla tehdit eder." (Lev Trotskiy, Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal, New Park, 1974, s.131).

Genç Osmanlılarda olduğu gibi, Kemal’in 1920 "Büyük Millet Meclisi"nde ve hükümetinde de, Türkiye burjuvazisinin zayıflığına paralel olarak, asıl söz sahibi olanlar büyük toprak sahipleri ve subaylardı. Kemal, İslam’a başvurdu ve "Halifenin ve Padişahın kişiliği kutsaldır ve dokunulamaz" dedi (AktaranBakü, Doğu Halklarının Kongresi, Stenografik Raporu, Londra 1977, s.32). "Kafirlere" (Yunanlılara, Britanyalılara, Ermenilere) karşı mücadelede, "Türklerin ve Kürtlerin kardeşliğinden" söz etti. Aynı zamanda, neredeyse komünist bir tınısı olan bir söylem kullanarak işçilere ve köylülere seslendi. Köylülere toprak, işçilere haklarını verme ve Kürtlere otonomi sözü verdi.

Aynı zamanda, Antant Güçleri bu noktada henüz uzlaşmaya yanaşmadıkları ve Almanya yenilmiş olduğu için, genç Sovyetler Birliği’nden askeri ve diplomatik yardım istedi ve cömert bir karşılık gördü. 1920 yılının Kasım ayının sonlarında Sovyet hükümetine gönderdiği bir telgrafta, şu demagojiye başvurdu: "Şuna derinden inanıyorum ve bu inanç bütün vatandaşlarım tarafından paylaşılmaktadır ki, bir yandan batıdaki işçiler diğer yandan Asya ve Afrika’da köle haline getirilmiş halklar şu anda uluslararası sermayenin kendilerini, efendilerinin seçkin yararları için birbirlerini yok etmek ve köleleştirmek üzere kullandıklarını anladıkları gün ve sömürgeci siyasetin vahşetinin bilinci, dünyanın yorulmadan çalışan kitlelerinin kalbine işlediği gün burjuvanın kudreti sona erecektir" (Aktaran E.H. Carr’ın, Bolşevik Devrimi, cilt. 3, Penguin, 1973, s. 296).

Gerçekte ise, kurtuluş mücadelesi sürdükçe ve zafer yakınlaştıkça Kemal’in politikaları da, her şeyden önce işçilerin ve köylülerin bağımsız eylemlerinden korktuğu için, daha sağa kaydı.

1921’in başlarında, kısa bir süre önce kurulmuş olan Türk Komünist Partisi’nin bütün önderlerini öldürttü. Askeri başarıları arttıkça sosyalistleri, solcuları ve radikal köylü önderlerini katletti. Cumhuriyetin kuruluşunun ardından grevlere karşı harekete geçti ve sendikaların kurulmasına engel oldu. Kürtlere kendi dillerini kullanmayı yasakladı.

Kemal’in hükümeti, aynı zamanda padişahlığı (ulu hükümdarlık makamı olan hanedanlığı) kaldırdı ve Osmanlı hanedanlığının üyelerini ülkeden kovarak, 1923 yılında cumhuriyeti ilan etti. O güne kadar feodal padişahlığı desteklemiş olan ruhban sınıfının gücünü kırdı. Son padişah Vahdettin, Britanya’nın kuklası olmaktan öte bir şey değildi. Vahdettin, Britanya’nın girişimi ile, Şeyhülislam’dan (Müslümanların dini lideri), halkı Kemalistlere karşı mücadele etmeye çağıran bir fetva (dini kararname) alarak dini bir "Halife Ordusu" kurdu.

Halifelik kurumu 1924 yılında lav edildiğinde bu dünya çapında yankı uyandırdı. Osmanlı Padişahı her zaman için aynı zamanda Halife, "bütün inananların hükümdarı" olmuştu ve Papa’nın Katolikler için taşıdığı öneme benzer bir öneme sahipti -ancak güce çok daha fazla idi. Kısa bir süre sonra, batılı hukuk biçimleri benimsendi ve şeriat (İslam hukuku) kaldırıldı. Her zaman için dini ve siyasi gericiliğin en karanlık kaleleri olmuş olan bütün İslami dini emirler yasaklandı.

Kemalizm ve sonuçları

Türkiye’nin ekonomik gelişimi, tarım sorunun çözümünü ve Osmanlı İmparatorluğu’na damgasını vuran dini ve ulusal bölünmelerinin üstesinden gelinmesini gerektiriyordu. Büyük Güçler bu bölünmeleri, milliyetçi önderlerle veya aşiret reisleriyle ittifaklar yaparak sürekli olarak kullanmışlardı. Kemalist subaylar bu sorunu kendi bildikleri yoldan ve kendi toplumsal konumlarına uygun olarak, demokratik bir şekilde değil, fakat şovence ve muhafazakar bir biçimde "çözdüler".

Yeni hükümetin üzerlerine sert bir biçimde yürüdüğü feodal güçler yalnızca bir zamanlar ayrıcalıklı olan Ağalar ve Kürt aşiret reisleriydi. Ankara ile işbirliği yapanların dışındakiler, tıpkı yüz binlerce Kürt köylüsü gibi, zorla Türklerin çoğunluğu oluşturduğu yerlere gönderildiler. Bu köylü kitleleri, İslamcı düzenden ve diğer daha önce ayrıcalıklı olan kesimden olanlarla birlikte, Ankara’nın acımasız zorla asimilasyon politikasına karşı bir çok ayaklanmaya öncülük ettiler. Bu ayaklanmalar kanlı bir şekilde yenilgiye uğratıldı ve hatta daha büyük siyasi baskıları haklı göstermek için kullanıldı.

Kemalizm, laiklik konusunda hiç bir zaman Batıda genellikle sunulduğu şekilde tutarlı olmadı. Atatürk dini alt etmeye çalışmıyordu, ancak modernleşmiş bir İslam’ı Türk milliyetçiliğine emdirmeye çalışıyordu. Devlet ve ruhban sınıfı tamamen ayrılmamıştı. Onun yerine imamlık devlet gözetimi altına kondu ve devlet tarafından maaşa bağlandı. Atatürk’ün halefleri o günden beri İslamlaşmayı daha da ileriye götürdüler.

İdeoloji olarak Kemal’in en önemli teorisyenlerinden biri olan Ziya Gökalp bu din ve ulusun bir ortakyaşarlığını formüle etmişti. Kemal, diğer şeylerin yanı sıra, Kuran’ı Türkçe’ye çevirterek, Arapça ve Farsça etkilerinden "temizlemeye" çalıştı. Bugün "laik" ordu komutanlarının bir kesimi ve Mesut Yılmaz gibi siyasetçiler Gökalp’ın fikirlerini yeniden canlandırıyorlar.

Atatürk, Türkiye’nin ekonomik geri kalmışlığını aşabilmek için korumacılığa, ithal ikamesine ve devlet müdahalelerine bel bağladı. 1934 yılında, muhtemelen Sovyet sanayileşmesinin başarılarından etkilenerek, ilk beş yıllık plan yürürlüğe kondu.

Bu milliyetçi ekonomi politikası ilk başlarda belli ilerlemeler sağladı. Üretim hızla arttı, bir altyapı ve ağır sanayinin temelleri oluşturuldu; bununla beraber bunda Almanya ile olan yakın ekonomik ilişkiler az rol oynamadı.

Kaçınılmaz olarak, bu ekonomik gelişme ile birlikte dünya ekonomisine olan bağımlılık da arttı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ve 1970lere gelinceye kadar ithal ikamesi politikasına dönme çabaları olduysa da, bunların hepsi başarısızlığa uğradı. Ekonomik gelişmeden en çok kazançlı çıkanlar ekonomik otarşiye [kendi kendine yeterlilik - ç.n.] ve devlet müdahalesine çok az ilgi duyan büyük şirketler, bankalar ve büyük toprak sahipleri oldu. Onlar her şeyden çok, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve Avrupa’nın yatırımlarına ve kredilerine ihtiyaç duyuyorlardı.

Ekonomik bağımlılığı siyasi ve askeri bağımlılık izledi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye NATO’nun Ortadoğu’ya uzanan köprübaşı oldu. ABD ile ilk ikili askeri anlaşmalar 1947 yılında imzalandı ve 1953 yılında Türkiye NATO’ya üye oldu. O zamandan beri Türkiye, herkesten önce Amerika ve Almanya’dan büyük boyutlarda mali ve askeri yardım aldı. Batı yardımıyla sadece düzenli ordu kudretli bir güç haline gelmedi, aynı şey o korkulan paramiliter birlikler için de geçerliydi. Siyasi ve toplumsal çalkantılar her ne zaman askeri bir darbeyle karşılansa, bu NATO’nun desteğiyle ya da en azından müsamaha etmesiyle gerçekleşti.

Modern Türkiye

Türkiye’nin modernleşmesi padişahların ve halifelerin en çok korktukları şeyi yarattı: tarımın önemi azaldı, köylü kitleleri gittikçe daha fazla yoksullaştılar ve şehirlerde 1970lerden beri gittikçe militanlaşan bir işçi sınıfı ortaya çıktı.

Aşağı yukarı aynı zamanlarda, bugün Türk devleti içinde son derece korkunç bir rol oynayan meşum güçler boy atmaya başlamıştı. Gazeteci Serdar Çelik şöyle yazıyor: "1970lerde Türkiye’deki toplumsal bölünmeler ve toplumsal hareketlerle birlikte, uyuşturucu madde ve silah karaborsası yapanların bir çeşit mafyaya dönüşümleri başladı. Bu güçler genellikle, MİT [Milli İstihbarat Teşkilatı], polis, ÖHD [Özel Harp Dairesi, NATO’nun gizli örgütüGladio’nun Türkiye kolu] ve her şeyden önce MHP ["Bozkurtlar" olarak da bilinen faşist parti] ile yakın ilişkilere sahip oldular. Bu Türk uyuşturucu ve silah çeteleri bir çok MHP militanını finanse etti. Bir askeri darbenin ardından, çete başlarının hemen hepsi sorgudan geçirildi ve bazıları öldürüldü. Geriye kalanlar, ÖHD’nin kontrolü altındaki mafyanın bir parçasıydılar. Bu gelişmeler sonucunda, zaman içinde MHP militanları Avrupa çapında en etkili mafya grubu haline geldiler" (Fikret Aslan ve diğerleri,Türk Devletinin Kürdistan’da Yürüttüğü Özel Savaş ve MHP’nin Rolü, Bozkurtlar Bir Kez Daha Uluyor’un içinde, Münster 1997,s. 115).

1980 darbesinin ardından, askeri hükümet, Uluslararası Para Fonu’nun talimatları doğrultusunda Türk ekonomisini bütünüyle dışa açtı. 1970lerin ekonomik milliyetçiliği açık bir biçimde çıkmaza saplanmıştı, ancak uluslararası bankaların reçetesinde yer alan "ilaçlar" demokratik yöntemlerle kabul ettirilemezdi.

Ordu sistematik bir devlet terörü ile işçi örgütlerinin direnişini kırdı. Ekonomi bakanı ve daha sonra da "sivil" başbakan ve cumhurbaşkanı olacak olan İslamcı Turgut Özal İMF’in kötülüğü ile en çok ün yapmış olan "yapısal reform programları"ndan bir tanesini uygulamaya koydu. Bu program, özelleştirmeyi, sübvansiyonları sona erdirmeyi, reel ücretleri azaltmayı, dış ticaretin liberalleştirilmesini, fiyatların, faiz oranlarının ve sermaye hareketlerinin üzerindeki kontrollerin kaldırılmasını içeriyordu.

Hem askeri hem de sivil Türk hükümetler, bunun ardından ortaya çıkan artan toplumsal kutuplaşmaya karşılık verebilmek için az ya da çok milliyetçiliğe, devlet baskısına ya da aşırı sağcı cinayet çetelerine ve aynı zamanda daha fazla sistematik İslamlaştırmaya bel bağladılar. Ordu, din dersini bütün okullarda tekrar zorunlu hale getirdi ve hatta okullarda ve üniversitelerde ibadet yerleri kurdurdu. Devlete ait İslami okullar [İmam Hatip Liseleri - ç.n.] diğer liselerle eşit konuma getirildi.

İslamcı fundamentalizmin yükselişi, bizzat Kemalizm’in kendi mantığının bir sonucudur. Kemalizm toplumsal ve ulusal sorunları çözmekten aciz olduğundan, İslamı yoksulluk içinde ve baskı altında tutulan kitlelerin hareketlerine karşı bir silah olarak kullanmaktadır.

İslam’a dönüş veya Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma çağrısı yapan Refah Partisi ve MHP gibi örgütlerin gündeme getirdikleri bir çok talebin ana noktaları, Kemalistlerin ürettikleri ancak asla gerçekleştiremedikleri temel noktaları andırıyor: ulusal birlik ve bağımsızlık, ekonomik kalkınma, kamusal refah, Türk milliyetçiliğinin ve İslam’ın bir arada yaşaması.

Erbakan’ı ve MHP-mafyasını Atatürk’ün "mirasçıları" olarak sunmak tarihin acı ironilerinden biridir.

Bugün, Kemalizm kendi politikalarının yıkıntıları ile karşı karşıya. Yine de, geriye cevaplanması gereken şu soru kalıyor: Kemalizm, Türkiye’nin sorunlarını çözmedeki zayıflıklarına ve yetersizliklerine karşın neden bugüne kadar bir güç olarak kalabildi?

Stalinizmin oynadığı rolü kapsamlı bir biçimde ele almak bu makalenin sınırlarını aşacaktır. Bununla birlikte Stalinizmin, işçi sınıfını siyasi olaylarda bağımsız müdahalesini yapmaktan alıkoyarak ve halkın kayda değer büyüklükte katmanlarını gerici güçlerin kucağına iterek Türkiye’de burjuva düzenin savunulmasında önemli bir rol oynadığı açıktır.

1920lerin ortalarından bu yana Stalinistler "şu anda" mücadelenin sadece demokrasi ve ulusal bağımsızlık (Türkiye’nin ya da Kürdistan’ın ya da her ikisinin birden) için olduğunu iddia ettiler. Onlara göre sosyalist bir program sadece belirsiz ve uzak bir gelecekte gündeme gelebilirdi. Dolayısıyla, her türden "ilerici" burjuva güçle -bu kimi zaman Kemalist subayları da içeriyor- işbirliği yapmanın mümkün olduğunu savundular. Tarihsel deneyimin hem Türkiye’de hem de başka ülkelerde her zaman bunun tam tersini kanıtlamış olmasına asla aldırış etmediler.

Stalinist örgütlerin bazıları gerici sendika bürokrasisinin koltuk değnekleri oldular. Diğer gruplar, esas olarak Mao Zedung ve Che Guevara’ya yönelmiş olanlar, en militan ve özverili katmanları, özellikle köylülüğü ve öğrenci gençliği devlete karşı umutsuz "silahlı mücadelelere" sürerek yalıtma işlevini üstlendiler.

Stalinist örgütlerin çoğu, şu ya da bu biçimde ya Türk ya da Kürt milliyetçiğini destekliyorlar. Zaman zaman "uluslararası dayanışma"dan söz etseler de, bu örgütler işçi sınıfının ulusal ayrımlar temelinde bölünmesine katkıda bulunuyorlar.

Burjuva ulus-devleti üzerine kurulmuş bütün ideolojilerin başarısızlığa uğramış olması, tüm uluslardan ve dinlerden işçilerin ve yoksul köylülerin, yeni bir enternasyonalist ve sosyalist perspektife ihtiyaçları olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bu, Türkiye’de ve bütün Ortadoğu’da Dördüncü Enternasyonal’in bir seksiyonunun inşa edilmesi anlamına gelmektedir.

Aynı zamanda bakınız
Makalenin İngilizce orijinali
(17 Kasım 1998)

 

Sayfanın başı

Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.



Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır