DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz
Yazıcıya hazırla
AB, Türkiyenin üyeliği konusunda krizde
Justus Leicht
16 Kasım 2005
İngilizceden çeviri (18 Ekim 2005)
Türkiyenin Avrupa Birliğine katılımı ile ilgili görüşmeler resmi olarak 3 Ekimde başladı. Bu görüşmelerin hemen öncesinde yapılan gürültülü tartışmalar ve Türkiyenin üyeliğinin içinde saklı olan anlam, ABnin hem Avrupanın gerçekten birleşmesini temsil etmediğini, hem de sosyal ya da demokratik bir proje olmadığını açıkça gösterdi.
Son dakikaya kadar katılım görüşmelerinin gerçekten başlayıp başlamadığı belli olmadı. Türkiyenin tam üyelik için gerekli olan bütün kriterleri "tam olarak" yerine getirmediği ancak görüşmelere başlamak için gerekli olan koşulları "yeterli bir biçimde" sağladığı söylendi.
Sonuçta esas anlaşmazlık konusu, bütün yeni üye ülkelere genellikle uygulanan, Türkiyenin AB Gümrük Birliği içinde yer almasını sağlayacak olan "Ankara Protokolü"nün ABnin yeni 10 üyesini kapsayacak şekilde genişletilmesi ve uygulamaya konmasıydı. Bu aynı zamanda Türkiye tarafından diplomatik olarak tanınmayan bölünmüş Kıbrısı da içeriyor. Ankara sadece "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti"ni tanıyor ve Gümrük Birliği anlaşmasını bunun Kıbrısın diplomatik olarak tanınması anlamına gelmediğini belirten bir rezerv koyarak imzaladı - Türk yetkililer tanımanın ancak adadaki anlaşmazlığa siyasi bir çözüm bulunması durumunda gerçekleşebileceği konusunda ısrarcılar. Geçen yıl Türkiyenin ve Kıbrıslı Türklerin bir BM planını kabul etmelerine karşın, plan güney Kıbrıstaki Rum bölgesinde yapılan referandumda yenilgiye uğradı.
Türk hükümeti protokolü imzalamış olmasına karşın, limanlarını ve havaalanlarını Kıbrısdan geliş ve gidişlere açmayı reddediyor. Ankara ABnin öncelikle Kuzey Kıbrısa yönelik ticaret ambargosunu kaldırmasını ve Türk kesimine sağlamayı vaat ettiği mali yardımları serbest bırakmasını talep ediyor. Ayrıca protokol Türk hükümeti tarafından henüz onaylanmış değil. Protokolün uygulamaya konması ve Kıbrısın diplomatik olarak tanınması Birliğe giriş sürecinin bir parçası olarak görülüyor.
Karşılıklı olarak ödünler verilerek bir anlaşmaya varılmasının ardından, üyelik görüşmelerinin başlamasının önünü son dakikada tıkayan Kıbrıs ya da Yunanistan değil fakat Avusturya oldu. Muhafazakar Avusturya Halk Partisinden (ÖVP) şansölye Wolfgang Schüssel, birdenbire görüşmelerde AB üyeliğinin söz konusu olmaması, bunun yerine Türkiyeye "ayrıcalıklı ülke" statüsünün tanınması üzerinde durulması gerektiği konusunda diretmeye başladı. Aynı Avusturya hükümeti geçtiğimiz Aralık ayından bu yana üyelik görüşmelerinin başlatılmasına yönelik bütün karar önergelerini desteklemiş olduğundan, bu müdahale Türkiyenin sert bir tepki vermesine yol açtı.
Türkiyedeki sağcı çevreler milliyetçi eğilimleri körüklemek için bu durumu sömürüyorlar. Faşist MHP 3 Ekimden önceki hafta sonunda 50.000den fazla insanın katıldığı bir miting düzenlemeyi başardı. Bunca süredir olayların peşinden sürüklendikten sonra, muhalefet partileri ve çok sayıda tanınmış köşe yazarı Türkiyenin AB ile ilişkilerini koparması çağrısı yapmaya başladılar. Aynı zamanda Türkiye, ABnin Britanya Başkanlığı ve Viyanadaki hükümet arasındaki telefon hatları durmaksızın işliyordu. Ankaranın ricası üzerine ABD yönetimi de işin içine girdi. Türk dış işleri bakanı daha sonrasında, Avrupalıları kasıtlı bir biçimde küçük düşürmek için Washingtona verdiği destekten ötürü özellikle teşekkür etti.
Bununla birlikte Avusturya hükümeti bu türden bir muhalefet sergileyen tek hükümet değildi. Avusturya hükümeti Avrupa çapında, özellikle de Almanya ve Fransadaki muhafazakar gazetelerin, kilise yöneticilerinin ve siyasetçilerin desteğini aldı. "Batının Hıristiyan kimliğinin" korunması için çağrı yapan açık şovenizm bir yana bırakılırsa Türkiyenin üyeliğine karşı çıkanlar, neredeyse yüzde 40ı çok geri kalmış bir tarım sektöründe çalışan 70 milyon nüfuslu bir ülkenin ABden aşırı mali taleplerde bulunacağını öne sürdüler.
Dresdner Bank tarafından yapılan tahminlere göre, Türkiyeye tam üyeliğin verilmesinin hemen ardından, salt tarım ve altyapıdaki en kötü yetersizlikleri kısmen giderebilmek için Brükselin Ankaraya her yıl 14 milyar euro transfer etmesi gerekiyor. İzleyen yıllarda, eski mali yardım sistemi temelinde bu tutar yılda 22-28 milyar euro tutarına çıkabilir. Bir kıyaslama yapmak gerekirse, 2004 - 2006 bütçesi Doğu Avrupadaki 10 yeni AB üyesine sadece toplam 40 milyar euro tahsis ediyor. Ve 2007 - 2013 bütçesi daha şimdiden çok sert bir muhalefetle karşı karşıya.
Sonuçta Avusturya, Türkiyeye "ayrıcalıklı ülke" statüsü tanınması önerisi konusunda fazla ısrarcı olmadı. Ancak Viyananın ısrarı ile görüşme anlaşmasının ilk paragraflarında şimdi şu ifade yer alacak: "Görüşmelerin ortak amacı [ABye] üyeliktir. Bu görüşmeler, sonucu önceden garanti edilemeyecek, ucu açık bir süreçtir. Bu süreç, birliğin [yeni üyeler kabul etme] kapasitesi de dahil olmak üzere, bütün Kopenhag kriterlerini içerecektir."
Bunun da ötesinde yeni üye devletleri kabul etmenin getireceği yükün bütün üyeler tarafından "adil bir biçimde" paylaşılması gerektiği konusunda anlaşmaya varıldı. Bu özellikle "Britanyaya yapılan geri ödeme"ye (Britanyanın AB bütçesinden sağladığı birkaç milyar sterlin tutarındaki geri ödemeye) karşı getirilen bir hükümdü.
Bütün bunların ne anlama geldiği açık: Türkiye ya geniş kapsamlı istisnaları sineye çekecek ve bu şekilde tarımsal ve yapısal yardımın çok büyük bir bölümünden faydalanmayarak üyeliğin maliyetini üstlenecek ya da Türkiyenin üyeliği ABnin eski mali destek sistemini - bütünüyle ya da kısmen - yürürlükten kaldırmak için kullanılacak. Muhtemelen bunların her ikisi birlikte gerçekleşecek. Birkaç AB üyesi ülke, daha şimdiden Türkiyenin tarımını sübvanse etmek için her yıl milyarlarca euro para harcayamayacaklarını açıkça ifade ettiler.
Bu durumda akla şu soru geliyor, Avusturya neden son dakikada tutumunu bu derece sert bir biçimde değiştirdi? Birçok gözlemci Schüsselin kafasında son derece farklı amaçlar olabileceğinden şüphe ediyorlar. AB, Mart ayında Hırvatistanla üyelik görüşmelerini askıya aldı, çünkü Zagreb hâlâ Haguedaki [Hollandada bir kent - ç.n.] BM Savaş Suçları Mahkemesi ile işbirliği yapmaya yanaşmıyor. Başsavcı Carla del Ponte Hırvatistanı sürekli olarak, Yugoslavyadaki savaş sırasında çok sayıda Sırbın katledilmesinden ve yaşadıkları yerlerden sürülmesinden sorumlu tutulan eski general Ante Gotovinayı teslim etmeyi reddetmekle suçlamakta.
Carla del Ponte, 1 Ekimde Gotovinanın hâlâ özgür olması karşısında duyduğu "hayal kırıklığını" ifade etti. Üç gün sonra ise del Ponte bir U dönüşü yaptı ve aniden Hırvatistanın savaş suçları mahkemesiyle "birkaç haftadır tam" bir işbirliği içinde olduğunu söyledi. Aynı zamanda bu konuda baskı görmediğini de ısrarla belirtti. Kısa bir süre sonra, hâlâ özgür olan Gotovina avukatı aracılığıyla bir açıklama yaparak Hagueda kendisine yöneltilen suçlamalara hiçbir biçimde cevap vermeyeceğini bildirdi.
Avusturya hükümetinin ağırlığını belirgin bir biçimde Hırvatistandan yana ve Türkiyeye karşı koyması esas olarak ekonomik nedenlere dayanıyor. Bu konuda komşusu, Almanyanın Bavyera eyaletinin Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) hükümetinden de destek görüyor. Wolfgang Schüssel gibi, sağcı Hırvatistan hükümet lideri İvo Sanander de CSU parti kongrelerinin sürekli konuklarından biri. Partisi, şimdi hayatta olmayan eski başkan Franjo Tudjman yönetiminde Yugoslavya savaşını yürütmüş, yüz binlerce Sırbı Hırvatistandan sürmüş ve çok sayıda Sırbı öldürmüş olan Sanander, CSUnun önderi Edmund Stoiberin yakın dostu olarak biliniyor ve öğrencilik yıllarında Avusturyada, İnnsbruckta eğitim görmüş.
Avusturyada yayınlanan muhafazakar Presse gazetesi en sonunda varılan "anlaşmanın Avusturyanın çıkarlarına olduğunu" yazdı: [Avusturyanın kendisini] Hırvatistanın ve bu yolla Avrupanın güneydoğu Avrupa perspektifinin avukatı olarak konumlandırması Avusturyanın bölgedeki rolünü güçlendiriyor ve [2006 yılında] AB başkanlığı için planlamakta olduğu Batı Balkanlar inisiyatifi için mükemmel bir hazırlık sağlıyor. ABnin bölgedeki ağırlığı için geçerli olan, Avusturyanın bölgedeki ağırlığı için daha da fazla geçerli. Ve bu Avusturyalı şirketlerin güney-doğu Avrupadaki önemli ekonomik çıkarlarını büyük ölçüde güçlendirecektir." Almanyada yayınlanan muhafazalar gazete Frankfurter Allgemeine Zeitung da kendi tavrını benzer bir biçimde ifade etti.
Wiener Kurier şunları ekliyor: "10 ve 11 Mart 2006 tarihlerinde Salzburgda yapılacak olan bir AB dışişleri bakanları toplantısında Avusturya dışişleri bakanı Ursula Plassnik genç cumhuriyetlere Avrupada kılavuzluk etmek istiyor. Eski şansölye yardımcısı Erhard Buseke (ÖVP) göre Bu önemli bir işaret. Balkanlardaki sorunlar henüz çözülmüş olmaktan çok uzak. Güney Doğu Avrupa İstikrar Paktı özel koordinatörü Avusturyanın başkanlığı ile ilgili büyük beklentilere sahip. Çeşitli AB yardım programlarını daha iyi koordine etmek önem kazanacak. Aynı zamanda rüşvete karşı mücadeleye daha fazla ağırlık vermek gerekiyor."
Bir "Batı Balkanlar inisiyatifi" oluşturmak için yapılan planlar büyük çaplı ekonomik çıkarların üstünü örtmekte. Stern dergisinin bildirdiğine göre, Viyana Ekonomik Araştırma Enstitüsü (WIFO) tarafından yapılan bir araştırma Avusturyanın orta Avrupa ülkelerine 18,6 milyar euro yatırdığını ve bunun 14,1 milyar eurosunun sekiz yeni AB üyesine gittiğini ortaya koydu. Almanyanın Bavyera eyaletinden daha küçük olan Avusturya bu bölgede yatırımların yüzde 15ine sahip ve bu onu en büyük yatırımcı ülkelerden birisi haline getiriyor. Avusturya ABye yeni üye olmuş sekiz ülkedeki yabancı yatırımların yüzde 23,2sine sahip (Slovenyada bu oran yüzde 30.) 1998 yılında Avusturyanın bu ülkelere yapılan yabancı yatırımlar içindeki payı sadece yüzde 3,1di.
Avusturya, Hırvatistandaki en büyük yatırımcı konumunda. Geçici Enerji Topluluğu Sekreteryası (iECS) güneydoğu Avrupaya tekdüzen bir enerji piyasası getirmeye çalışıyor. En önemli amaçlar hem AB için Türkiye üzerinden alternatif bir gaz tedarik hattı inşa etmek, hem de bölgede bir gaz tedarik ağı geliştirmek - tabii ki bütün bunları RWE, Eon ve Kaerntner Kelag gibi enerji şirketlerinin gözetiminde yapacaklar. Avrupa Komisyonu tarafından finanse edilen Sekreteryanın genel merkezi Viyanada yer alıyor ve Avusturya Ekonomi ve Çalışma Bakanlığı (BMWA) tarafından yönetiliyor.
Avusturya aynı zamanda Almanyanın çıkarlarının şampiyonluğunu yapıyor. Berlin bilim ve Siyaset Vakfı tarafından yapılan bir araştırma şu sonuca varıyor: "Güneydoğu Avrupa, uzun dönemde, özellikle 1980lerin sonundaki gelişme düzeyi ile kıyaslandığında, devasa büyüme potansiyeli olan bir kalkınma bölgesi olarak görülebilir. Balkanların batısında tüketim eğilimi yüksek ve görece iyi eğitim görmüş 24,7 milyon insan yaşıyor. Eğer Bulgaristan ve Romanya eklenip güneydoğu bölgesi genişletilirse bu durumda tüketici sayısı 56 milyona çıkacaktır. Bölgenin modası geçmiş sanayinin ertelenmiş modernizasyonu zorunlu olarak sermaye yatırımlarını gerektiriyor ve Alman makine sanayi bunu sağlayacak kapasiteye fazlasıyla sahip."
Ayrıca bölgenin "Türkiye ve Ortadoğu arasında bir köprü rolü oynaması" söz konusu. Bununla birlikte araştırma bölgedeki "yasal güvence yokluğunu ve rüşveti" ve bunun da ötesinde "ertelenmiş ekonomik reformları, özellikle büyük ölçüde devlet mülkiyetinde olan hastalıklı orta ve büyük boyutlu işletmeleri" varolan sorunlar olarak görüyor. Ve üçüncü olarak hali hazırda "bürokratik engeller ve düzenlemeler yatırımcılar üzerinde caydırıcı etki yaratıyor." Bu konuda Hırvatistanın sürekli bir işi olanlara geniş kapsamlı koruma sağlayan çalışma yasası örnek olarak veriliyor.
Hırvatistan gibi, Ante Gotovina türünden savaş ağalarının, Sırplara karşı işlediği iddia edilen suçlar nedeniyle milliyetçi çevrelerde kahraman muamelesi gördüğü bir ülkenin ABye üye olması, Sırbistanı ve diğer ülkeleri siyasi ve ekonomik olarak yalıtacak ve Balkanlardaki çatışmaları yoğunlaştıracaktır.
Daha önce kabul edilmiş olan AB yönergelerine karşın, Avusturyanın iki düzineye yakın AB üyesini Hırvatistanın hamiliği adına başka türlü davranmaya zorlayabilmiş olması Avrupanın zayıflığını ve bölünmüşlüğünü gösteriyor. Almanya gibi Türkiyenin AB üyeliğinden yana olanlar Viyanadan çok farklı değiller. Tam tersine - Avusturya hükümeti Hırvatistanı Balkanları denetim altında tutmak için bir karakol olarak görürken, Türkiyenin Berlindeki ve Washingtondaki siyasi babaları da Türkiyeyi, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asyayı denetim altında tutmak için bir karakol olarak görüyorlar. Her iki durumda da, insan hakları ve ekonomik kalkınma göz önünde bulundurulmuyor.
Sayfanın başı
Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.
Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır
|