World Socialist Web Site


Bugün Yeni
Olanlar

Haber ve Analiz
Tarih
Sanat Eleştirisi
Polemikler
Bilim
Bildiriler
Röportajlar
Okur Mektupları

Arşiv

DSWS Hakkında
DEUK Hakkında
Yardım

DİĞER DİLLER
İngilizce

Almanca
Fransızca
İtalyanca
İspanyolca
Portekizce
Lehçe
Çekce
Rusça
Sırp-Hırvat dili
Endonezyaca
Singalaca
Tamilce


ANA BAŞLIKLAR

Dünya ekonomik krizi, kapitalizmin başarısızlığı ve sosyalizmin gerekliliği
SEP/DSWS/TEUÖ bölgesel konferanslarında kabul edilen karar önergesi

Bush, Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya saldırması için yeşil ışık yaktı
Türk-Kürt çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar

Asya’da tsunami: neden hiçbir uyarı yapılmadı

Mehring Books’tan yeni bir kitap: Amerikan Demokrasisinin Krizi: 2000 ve 2004 Başkanlık seçimleri

Livio Maitan (1923-2004):
eleştirel bir değerlendirme

  DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz

Yazıcıya hazırla

Blair’in savaş politikasının bir başka trajik sonucu: Polis Londra metrosunda bir işçiyi vurdu

DSWS Yazı Kurulu bildirisi
29 Temmuz 2005
İngilizce’den çeviri (25 Temmuz 2005)

Jean Charles de Menezes’in 22 Temmuzda, Londra metrosunda, bir trende devlet tarafından insanların gözü önünde öldürülmesi bir dönüm noktası oluşturuyor.

Manga Carta’nın ülkesi, İngiltere, şimdi artık polisin takdir yetkisini kullanarak başkentinin sokaklarında masum insanların, hiçbir açıklama yapılmaksızın, hatta bir neden gösterilmeksizin, kısa bir özür bildirisi yayınlanarak vurularak öldürülebildiği bir yer haline gelmiş durumda.

Görgü tanıkları, yere yatırılıp yakın mesafeden kafasına beş adet mermi sıkılmadan önce [bu rakam daha sonra polis tarafından yedisi kafasına sıkılmak üzere sekiz adet mermi olarak değiştirildi. ç.n.], 27 yaşındaki Brezilyalı elektrikçinin üç sivil polis memuru tarafından tren vagonuna kadar kovalanarak, "köşeye sıkışmış bir tavşan gibi" korkudan nasıl taş kesildiğine ilişkin korkunç açıklamalar yaptılar.

Olay sonrasında bir basın toplantısı yapan Büyükşehir Polis Şube Müdürü Sör Ian Blair, öldürme olayının 7 Temmuzda başkentin ulaşım ağına yapılan ve 56 kişinin ölümüne yol açan bombalı saldırılarla ve 21 Temmuz’da başarılı olmayan bombalama girişimlerinin ardında "sürdürülmekte olan ve genişletilen anti-terörist operasyonlarla doğrudan bağlantılı" olduğunu öne sürmüştü.

Menezes’in terör saldırıları ile ilişkisi olmadığı gibi, polisin elinde onun bu tür suçlarla ve hatta her hangi bir suçla ilişkisi olduğundan kuşku duymasına neden olacak hiç bir gerekçe bulunmuyordu. Polis tarafından izlenmekte olan bir evden, "şüpheli" kıyafetler içinde çıkmış olması polisin hem hakim, hem jüri, hem de infaz memuru rolü oynaması için yeterli oldu.

Öldürme olayının polis memurları tarafından değil de, kısa adı SAS olan güvençlik güçleri tarafından gerçekleştirilmiş olabileceği iddiaları karşısında, herkesin Blair’in Britanya’sında ne türden Orwelyan bir dis-ütopya yaratılmış olduğunu sorgulama hakkına sahiptir.

Menezes’in ölümü, şu anda iddia edildiği gibi, 7 Temmuz bombalamaları nedeniyle yaşanmış masum bir yanlışlık değildir. Geçtiğimiz iki hafta boyunca, bilinçli bir biçimde, resmi olarak kabul gören ve devlete açık çek verilmesini sağlayan bir histeri ve panik havası yaratıldı.

Bu tür bir havayı yaratmak, kendisini zor durumda bırakacak sorulardan kurtulabilmek açısından hükümetin işine geliyordu. Polis, herhangi bir suçlama olmadan üç aya kadar gözaltına almasına izin veren yeni yetkiler talep ederken, hükümet de hızla, ifade özgürlüğü üzerinde önemli etkileri olacak şekilde, terörizmi "övmeyi" ya da terörizmden "müsamahakar" bir biçimde söz etmeyi suç haline getiren yeni yasal düzenlemeler yapmaya niyetli olduğunu gösterdi.

İşte bu koşullar altında polisin silah kullanmasını düzenleyen kuralların resmi olarak değiştirilmiş ve de-facto olarak öldürmek amacıyla ateş etmenin benimsenmiş olduğu ortaya çıktı.

Başbakan Tony Blair, olağanüstü önlemlerin "belli bir topluluğa" yönelik olmadığını, sadece terörist eylemlere eğilim gösterenler için hazırladığını ısrarla belirtiyor olsa da, medya sözde "güvenlik uzmanları"nın, tüm siyahi ve Asyalı erkeklere, daha önceki yıllarda İrlandalılara yapıldığı şekilde, şüpheli gözüyle bakılması gerektiğine dair talepleriyle dolu.

Yine de arada can alıcı bir farklılık var. 1988 yılının Mart ayında SAS, Gibraltar’da IRA üyesi teröristler olduklarından şüphelenilen üç kişiyi vurarak öldürdüğü zaman, Britanya devletinin uygulamada olan bir suikast politikasının olduğu tekrar tekrar reddedilmişti.

Bugün durum böyle değil. Tom Bower, polisin masum bir insanı öldürdüklerini itiraf etmesinden önce Daily Mail gazetesindeki yazısında şu şekilde akıl yürütmüştü: "Normal zamanda, dün devletin başkentin göbeğinde, metroda bir trende bir şüpheliyi öldürmesi büyük bir öfke ve protesto dalgasının oluşmasına neden olurdu."

Bower bununla birlikte terör tehdidin bütün bunları değiştirdiğini yazıyordu. Özellikle Britanya’da yaşayan Müslümanlar "birçok temel haklarının ihlal edileceğini" kabul etmeliydiler. Şimdi artık güvenlik önlemleri Habeas Corpus’un [izhar emrinin -ç.n.] askıya alınmasını, "açıklama yapılmadan tutuklamaları" ve hatta "polis tarafından bu türden öldürme uygulamalarına daha sık başvurulmasını" içerecekti.

Kendilerinde bu gücü kodamanlar Britanya’yı bir sonraki aşamada tam olarak nereye götürmek istiyorlar? Polis, Blair’in verdiği destekle, mevcut, öldürmek amacıyla ateş etme politikasını tekrar teyit etti. Menezes’in öldürülmesinin hemen ardından, haklı olarak bir çok insan birbirine, tıpkı sözde "teröre karşı savaş"ta yaşanan "ikincil zayiat"lar gibi, herhangi birinin meşru bir hedef sayılıp sayılmayacağını soruyor.

Demokratik haklara bağlılığını koruyan herkes, siyasi düzen ve medya tarafından biçimlendirilen, Irak ile 7 Temmuz bombalamaları arasında ilişki kurmanın terörizmi "mazur görmek" olduğu iddiasını reddetmelidir.

Bu sahte suçlama sadece Blair ve Dış İşleri Bakanı Jack Straw’un amentüsü değil. ABD’de New York Times köşe yazarı Thomas Friedman sorumluluğun ABD ve Britanya hükümetlerinin Ortadoğu’da izledikleri politikada olduğunu söyleyenlerin "teröristlerden sadece bir gömlek aşağıda" olduklarını öne sürüyordu.

Nick Cohen, 10 Temmuz’da Observer gazetesine yazdığı "Gerçekle Yüzleşmek" başlıklı yazısında, "Perşembe günü [7 Temmuz] yaşanan cinayetlerle ilgili olarak neyi suçlamamız gerektiğini hepimiz biliyoruz... ve bu [suçlamamız gerekenler] Bush ve Blair değil," diyordu.

Londra belediye başkanı Ken Livingstone, Britanya’nın Ortadoğu’daki dış politikasının 7 Temmuz saldırılarının oluşumunda bir rol oynadığını söyledikten sadece birkaç gün sonra Menezes’in öldürülmesiyle ile ilgili olarak, "Bu trajedi teröristlerin sorumluluk taşıdığı ölümlerin hanesine bir kurban daha ekledi," diyerek fiilen hükümeti ve polisi akladı.

Bu gibi bir korkaklık ve oportünizm Livingstone’dan beklenen şeyler. Ancak hem 7 Temmuz bombalamalarının, hem de Menezes’in öldürülmesinin, 2003 yılının Şubat’ında Irak savaşına karşı çıkmak için Britanya’da ve bütün dünyada yürümüş olan milyonlarca insanı trajik bir şekilde haklı çıkardığı da bir gerçek.

Tersini iddia edenler abesle iştigal ediyorlar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, savaşın, stratejik siyasi amaçlara ulaşmanın bir aracı olarak kullanılması Nazi Almanya’sının en büyük suçu olarak görüldü ve - faşist soykırım da dahil olmak üzere - diğer bütün suçlar kaçınılmaz olarak bundan doğmuştu. Bu gerekçelerle ve Britanya’nın desteğiyle, Üçüncü Reich’ın yöneticileri asılarak idam edildiler.

Blair savaş suçları konusunda daha az suçlu değil ve Londra’da yaşanan olaylarda hem ahlaki hem de siyasi sorumluluğu var.

Britanyalıların büyük çoğunluğu Irak savaşına karşı çıktı, çünkü bu savaşın felaketli sonuçlarını önceden görmek mümkündü. Ortadoğu’nun istikrarsızlaşmasının, önde gelen metropollerde terörist saldırı olasılığını arttıracağına ve sivil özgürlükler üzerinde yaratacağı tehlikeli sonuçlarıyla birlikte daha kapsamlı güvenlik önlemlerini gerektireceğine dair yapılan uyarıların ardı arkası kesilmiyordu.

Blair, demokrasinin özünün hükümetlerin halkın taleplerini reddetmesi olduğunu öne sürerek bu endişeleri görmezlikten geldi. Başbakan ABD emperyalizmine ve Britanya sermayesinin mali çıkarlarına olan kölece bağlılığıyla, Bush yönetiminin kuyruğuna takılarak, Irak’ın petrol yataklarına yapacağına inandığı muzaffer bir gezinin önüne herhangi bir engel çıkmaması konusunda kararlıydı.

Gerçek ise Britanya halkı Blair’in yasadışı uygulamalarının yarattığı kasırganın sonuçlarına - hem hayatlarıyla hem de demokratik haklarının ortadan kaldırılması ile - katlanmak zorunda bırakıldığıdır.

Shakespeare’in çok iyi bildiği gibi, kirli eylemlerden sonsuz trajediler doğar. Ozan 7 Temmuzda ve Brezilyalı işçinin öldürüldüğü gün büyük olasılıkla şu sözleri söylerdi: Bu günün karanlık kaderi daha fazlasına bağlı.(Romeo ve Juliet, Perde III). Ve bu hükümet daha başka hangi kirli işlerden sorumlu.

Irak savaşının yalanlar temelinde hazırlandığı ve uygulamaya konulduğu kanıtlanmış bir gerçek. Ne Saddam Hüseyin’in rejimi ile ABD’ye yapılan 9/11 saldırıları arasında bir ilişki vardı, ne de Irak iddia edildiği gibi kitle imha silahlarına sahipti.

Bununla birlikte ne gerçeklerin ne de uluslararası hukukun önlerini tıkamasına izin verilemezdi. Hükümet baştan kararlaştırmış olduğu savaş amacını haklı çıkartmak için "gerçekler" uydururken, belgelerden aşırmalar yapıldı ve istihbarat maniple edildi.

Bu yalanlar ortaya çıkınca, Blair yeni yalanlara yöneldi: savaş ve onu izleyen işgal dünyayı daha güvenli hale getirmişti ve sadece Irak’ta değil fakat bütün Ortadoğu’da demokratik yenilenmenin temellerini atmıştı.

Bunun yerine, Irak kanlı bir bataklık oldu. Sadece ülkenin alt yapısı harap edilmekle kalınmadı aynı zamanda - yüzde 70’i savaşın resmen sona erdiği ilan edildikten sonra olmak üzere - on binlerce sivil öldürüldü. Dünya, Ebu Greyb’den Guantanamo’ya kadar, Blair ve Bush’un "demokratik" vizyonunun mide bulandırıcı gerçekliğine şahit oldu.

Aynı zamanda Britanya ve ABD, sivillerin sokaktan toplanabildikleri ve herhangi bir suçlama yapılmaksızın göz altında tutulabildikleri ve ölüm mangalarının tam bir dokunulmazlıkla gün ışığında sokaklarda dolaşabildiği gerçek birer polis diktatörlüklerine dönüştürülüyorlar.

Önümüzdeki haftalarda Blair ve özürcüleri terörizm tehdidini, savaş politikasının muhasebesinden kaçınmak ve demokratik haklara yönelik gittikçe daha büyük boyutlu saldırıların sürdürülmesini haklı çıkartmak için kullanmaya devam edecekler.

Biz buna bütünüyle karşı çıkıyoruz. Emperyalist savaşa karşı kavga vermek ile demokratik hakların savunulması ayrılmaz bir bütündür.

Terör saldırılarının sona erdirilmesini sağlayacak bir yol var - her şeyden önce bu saldırılar için gerekli ortamı yaratmış olan politikalara son vermek gerekiyor. Bu ise, Irak’ın petrol kaynaklarının denetimini ellerine geçirmek üzere bu ülkeye karşı emperyalist bir savaş başlatmış olan kapitalist egemen seçkinlere karşı bir mücadele vermeyi gerektiriyor.

Militarizme ve savaşa karşı kitlesel muhalefet yeniden canlandırılmalı ve Irak’ın işgalinin sona erdirilmesi, yabancı askerlerin derhal çekilmesi ve savaşı uygulamaya koymakla sorumlu olan herkesin yasal ve siyasi olarak sonuçlarından sorumlu tutulması talepleriyle, Britanya’da, Avrupa’da ve uluslararası düzeyde protestolar, gösteriler ve konferanslar düzenlenerek daha ileriye taşınmalıdır.

Aynı zamanda bakınız
Bildirinin İngilizce orijinali
(25 Temmuz 2005)

 

Sayfanın başı

Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.



Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır