DSWS : DSWS/TR : Bildiriler
21. yüzyılda Amerikan militarizminin ekonomi politiği
Nick Beams
1 Kasım 2002
Aşağıdaki
konferans Avustralya'nın Sydney ve Melbourne şehirlerinde Sosyalist
Eşitlik Partisi ulusal sekreteri ve WSWS yönetim kurulu üyesi Nick Beams
tarafından geçtiğimiz iki hafta boyunca halka sunulmuştur.
Bush yönetimi Irak'a karşı başlatacağı
savaşın hazırlıklarında ileri aşamalara
gelmiş durumda. Yoğun bombardımanın önümüzdeki bir kaç
hafta içersinde başlaması ve bunun ardından, önümüzdeki
yılın ilk yarısında askeri birliklerle karadan işgalin
başlatılması kuvvetle muhtemel. Britanya ve ABD savaş
uçakları Irak'ın sınırlı savunma sistemlerini ve
radarlarını gittikçe daha yoğun bir biçimde bombalarken bölgeye
sürekli yeni kuvvetler yığılıyor ve komuta-kontrol
merkezleri buraya doğru kaydırılıyor.
Birleşmiş Milletler'de belirli bir
diplomatik telaş yaşanıyor. Ancak orduya göre bu saldırı
tahminen en geç gelecek yılın Şubat'ının ikinci ya da
üçüncü haftasına kadar gerçekleştirilecek.
Hazırlıkların son aşaması
acilen bir bahanenin ya da savaş nedeninin [casus belli]
oluşturulmasını gerektiriyor. ABD, Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi'nin önüne silah denetimini sağlayacak önlemler yerine, bu
denetimleri büsbütün olanaksız hale getirecek ve bu yolla bir askeri
harekatı haklı gösterecek öneriler sürüyor.
Birleşmiş Milletler'de yapılan
manevralar, yapılan her şeyin ne kadar ikiyüzlüce olduğunu
ortaya koyuyor. Geçen hafta ABD sürenin dolmakta olduğu uyarısı
ile birlikte, Güvenlik Konseyi'nin daimi üyelerine sonuncusu olduğunu iddia
ettiği karar taslağını sundu: BM kararlarına
uymadığı takdirde Irak'a saldırılmalıdır. Fakat
ABD, Güvenlik Konseyi'nin kendi talepleri doğrultusunda
şekillendirilmiş bu karar tasarısını onaylamaması
durumunda bile Irak'a saldırmaktan geri durmayacağını
üzerine basarak belirtiyor. Küçük ve yoksullaştırılmış
bir ülke için bir kural geçerli olurken, dünyanın süper gücü olan ülke
için ise bambaşka bir kural geçerli oluyor.
Bu ayın başlarında Irak silah
denetçilerinin geri dönmesine izin vereceğini açıkladığında,
ABD Savunma Bakanlığı'nın bir sözcüsü Washington'un bu
anlaşmanın yürürlüğe girmesini engellemek için elinden geleni
yapacağını ilan etti. ABD'nin politikası silah denetimi,
silahsızlanma ya da silahları kontrol altında tutma
politikası değildir. Saddam Hüseyin'i devirerek "rejim değişikliği"ni
gerçekleştirme politikasıdır. New York Times gazetesi on gün
kadar önce, Bush yönetiminin sızdırdığı bilgiler
doğrultusunda bunu ayrıntılı bir biçimde
yayınladı. Haberde ABD'nin Irak'ı işgal edip kukla bir yönetim
yerleştirmeden önce, Japonya'yı altı buçuk yıl
yönetmiş olan General MacArthur yönetimine benzer bir askeri vali
atamayı amaçladığı açıkça belirtiliyor.
Bu arada ABD başkanı, Saddam Hüseyin
rejiminin oluşturduğu büyük tehlikelerle ilgili söylevler vermeye
devam ediyor. 5 Ekim'de Hüseyin "öyle nefret dolu bir insan ki kendi
halkını katletmekten çekinmiyor, kaldı ki
Amerikalıları katletmesin" dedi. 7 Ekim'de yaptığı
bir konuşmada Hüseyin "Amerika'ya ansızın terör ve acı
getirebilecek bir tehdittir" diye gürledi. Irak'ın "aniden
teröristlere ya da terörist gruplara biyolojik ya da kimyasal silah
vermeye" karar verebileceği konusunda uyarılarda bulundu.
Ne var ki, CIA farklı türden bir değerlendirme
yapmış görünüyor. CIA başkanı George Tenet'in 8 Ekim tarihli
mektubu şöyle deniliyor: "Görünüşe göre Bağdat şimdilik
ABD'ye karşı konvansiyonel ya da KBS [kimyasal ve biyolojik silahlar]
ile terörist bir saldırı gerçekleştirmekten yana
değil." CIA aynı zamanda şu sonucu çıkartıyor: "Saddam
ABD öncülüğündeki saldırının durdurulamayacağı
sonucuna varırsa, terörist yöntemleri kullanmak konusunda kendisini muhtemelen
çok daha az kısıtlanmış hissedecektir". Örgütün
bulgularına göre "Saddam, İslamcı teröristlere, ABD'ye
karşı, KİS [kitle imha silahları] kullanarak bir
saldırı düzenlemelerine yardım ederek, çok sayıda
kurbanı kendisiyle birlikte götürmenin intikam almak için son
şansı olacağını düşünebilir."
Diğer bir deyişle CIA, Amerika
Birleşik Devletler vatandaşlarına en büyük tehlikenin Bush
yönetiminin davranışları nedeniyle ortaya
çıkacağı sonucuna varmaktadır. 2 Ekim'de yapılan gizli
bir oturumda CIA temsilcisine Saddam Hüseyin'in köşeye
sıkışmadıkça kitle imha silahlarını kullanarak
saldırıya geçmesinin olası olup olmadığı
özellikle soruldu. CIA yetkilisinin yanıtı şöyle oldu: "Kanımca,
Saddam'ın (eğer bir süre üzerinden konuşacak olursak)
öngörülebilir gelecekte bir saldırı girişiminde bulunması,
bugün kavrayabildiğimiz koşullar göz önüne
alındığında, düşüktür."
CIA'nın bu değerlendirmesinin hemen
ardından, Los Angeles Times gazetesinin 11 Ekim'de yayınladığı
bir haberde, "Bush yönetiminden yetkililerin CIA uzmanlarına, Irak
tehdidiyle ilgili değerlendirmelerini Saddam Hüseyin'e karşı
cephe oluşturmaya yardım edecek şekle getirmeleri için
baskı uygulamakta" deniliyordu.
Sydney Morning Herald'da yer alan ve
"Rumsfeld Irak konusunda kendi düşüncelerine uygun veriler arıyor"
başlığını taşıyan makalede ABD yönetiminin
başvurduğu yönetim şu şekilde anlatılıyor: "Bir
şahin olan ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Beyaz Saray'daki
muhafazakar kanat ile elde edilen veriler konusunda anlaşamayan CIA'yı
atlayarak, Irak ile El-Kaide arasında bir ilişki bulmak üzere
istihbarat verilerini tarayacak bir uzmanlar takımı kurdu.
İstihbarat yetkilileri bu takımın Sayın Rumsfeld ve
yardımcısı Paul Wolfowitz tarafından verileri zorlayarak
kendi gerçeklerine - onların gerçeğine göre Saddam Hüseyin
teröristler ile yakın çalışma halindedir ve ABD için ciddi
tehdit oluşturmaktadır- uydurmak için verilen çabaların bir
parçası olduğunu belirttiler."
Bush'un ve yönetimini oluşturanların
Enron'la ve diğer milyar dolarlık hırsızlık ve
sahtekarlık olaylarına karışan şirketler ile
yakın bağları göz önüne alındığında, belki
de "Enron yöntemlerinin" ekonomi alanından politikaya
kaymasını sürpriz saymamak gerekir. Enron ve diğer büyük
sahtekarlar "tersten düze" [backing in] olarak adlandırılan bir
muhasebe yöntemi geliştirdiler. Tarafsız verilerin bir araya
getirilip bilançoda gösterilmesi yerine, muhasebeciler tersten gidip
diledikleri rakamları bilançoya yazdıktan sonra "verileri"
bu rakamlara uyacak hale getirdiler. Aynı yöntem - yani tam anlamıyla
yalancılık - her gün Irak'a karşı savaş açmak için
kullanılıyor.
7 Ekim'de yaptığı
konuşmada Bush Irak'ın ABD'yi vurabilecek pilotsuz uçaklar geliştirdiğini
iddia etti. CIA'ye göre Irak bölgedeki hedefleri vurabilecek böyle bir cihaz
ile "denemeler" yapmaktaydı ancak bu cihazın Atlantik'i
geçme kapasitesi yoktu.
Bush aynı zamanda Uluslararası Atom
Enerjisi Ofisi'nin (IAEA) Irak'ın "nükleer silah geliştirmesine altı
ay kaldığını" bildirdiğini iddia etti. Fakat
böyle bir açıklama hiç bir zaman için yapılmadı. Aslında Ofis
1998 yılındaki en son raporunda, Irak'ın nükleer silah üretebileceğine
dair hiç bir belirti bulamadığını söylemişti.
ABD'nin
petrol rezervleri üzerinde hakimiyet kurma çabası
Bush yönetimi ile, Blair ve Howard hükümetleri
gibi, onun uluslararası destekçilerinin yaydığı yalanlardan
oluşan sisli havayı dağıtıp tarihi kayıtlara
bakarsak Irak rejiminin "dünya barışına" yönelik bir tehdit
oluşturmaya, Irak'ın ABD'nin politik çıkarları ile
çatışmaya düştükten sonra başladığını
görürüz.
Saddam Hüseyin tarafından 1980
yıllarında Irak-İran savaşı sırasında
İranlı askerlere ve Kürtlere karşı kullanılan kimyasal
ve biyolojik silahların bir kısmı ABD tarafından
sağlanmış ve onun desteği ile
kullanılmıştı. Yakınlaşan savaşın
gerçek nedeni Saddam Hüseyin'in Amerika Birleşik Devletleri'nin ya da
dünyanın güvenliği için bir tehlike oluşturması değildir.
Gerçek neden petroldür: ABD'nin dünya petrolünün % 11'ini oluşturan,
dünyadaki ikinci büyük petrol rezervini denetimine alma
uğraşıdır.
2001 yılının Nisan ayında,
Dünya Ticaret Merkezi'ne yapılan saldırıdan beş ay önce, 21.
Yüzyılda Enerji Politikasının Stratejik Sorunları başlıklı
bir raporda ABD enerji sektörünün "kritik bir durumda" olduğu ve
"ABD ve dünya ekonomisinde büyük bir sarsıntı yaratma
potansiyeli" olan, "ABD ulusal güvenliğini ve dış
politikasını dramatik bir şekilde" etkileyebilecek bir
krizin "her an" patlak verebileceği uyarısı yer alıyordu.
(Strategic Enerji Policy Challenges for the 21st Century, s. 4). Diğer şeylerin
yanı sıra, raporda Irak politikasının "askeri, enerji,
ekonomik ve politik/diplomatik değerlendirmeler de" dahil olmak üzere
derhal gözden geçirilmesi öneriliyordu. (ibid, s. 22).
Raporu hazırlayanlar daha önce ilk Bush
yönetiminde devlet bakanı olan ve 2000 seçimlerinde George W. Bush'un
hükümeti ele geçirmesinde önemli bir rol oynamış olan James A. Baker
tarafından atanmıştı. Rapora göre geçmiş dönemde
Amerika Birleşik Devletleri "Ortadoğu'nun petrol ihraç eden kimi
kilit ülkeleriyle özel ilişkiler geliştirmişti". Bu ülkeler
arz ve fiyatları "dünya ekonomisindeki büyümeyi baltalamayacak ve
enflasyona sebep olmayacak şekilde ayarlıyorlardı."
Diğer bir deyişle bu üreticiler ABD'nin taleplerine boyun
eğiyorlardı.
Rapor devamla şunları söylüyor:
"Ancak son zamanlarda durum değişti. Körfezdeki müttefiklerin
yerel ve dış politika çıkarları, özellikle Arap-İsrail
çatışması arttıkça, ABD'nin stratejik öncelikleri ile
çelişmeye başladı. Pazarların güvenliğinin
sağlanmasının karşılığında
fiyatları düşürmeye daha yanaşır olmaya
başladılar ve eldeki veriler üretimi dünyanın artan
ihtiyaçlarına göre arttırabilmek için gerekli olan yatırımların
zamanında yapılmadığını ortaya koyuyor. Amerikan
karşıtı eğilimler bölgesel önderlerin Amerika Birleşik
Devletleri ile enerji alanında iş birliği yapma olanağını
kısıtlayabilir. Bunun sonucunda sıkışan piyasalar ABD'nin
ve dünyanın kesintiler nedeniyle zarar görme
olasılığını arttırıp, düşmanlarımıza
zamansız bir şekilde petrol fiyatı üzerinde söz sahibi olma
imkanı tanıdı. Irak 'anahtar' konumunda bir üretici durumuna geldi
ve bu ABD hükümeti için zor bir durum yarattı" (ibid, s. 8).
Zorluk şurada yatıyor: arz sorununu
çözmenin çözümü Irak üzerindeki ambargoyu kaldırıp dünya
piyasalarına petrol akışını arttırmaktan geçiyor.
Bu aynı zamanda Saddam Hüseyin'in rejimini de güçlendirecektir. Dolayısıyla
bu ikilemin çözümü Irak'ta bir "rejim değişikliği"dir. Bunun
ardından petrol arzı ABD'ye düşman bir rejimin ekonomik gücüne
katkı sağlamadan arttırılabilir.
ABD'li akademisyen Michael Klare son
makalesinde Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin yönetiminde
hazırlanıp, 2001 yılının Mayıs ayında
yayımlanan Ulusal Enerji Politikası Raporu'nda ABD'nin ithal petrole olan
bağımlılığının gittikçe
arttığının vurgulandığına işaret
ediyor. Bu belgede ABD'nin 2000 yılında tükettiği petrolün
yarısını ithal etmek zorunda kaldığı ve bu oranın
2020'de üçte ikiye yükseleceği ortaya konuluyor. Klare, Irak'ın iki
çekici yanı olduğunu öne sürüyor. Birincisi, sadece Irak, Suudi
Arabistan'a yedek olabilecek kadar petrole sahip. İkincisi, Suudi petrol alanlarının
tamamı araştırılmış ve kullanıma
sokulmuşken, "Irak büyük miktarlarda
araştırılmamış fakat gelecek vaat eden hidrokarbon
potansiyeli olan alanlara sahip. Alaska, Afrika ve Hazar bölgesindeki
kullanılmamış alanlardan daha büyük olan bu alanlar, dünyanın
en zengin kullanılmamış petrol rezervlerini
barındırıyor olabilir." (Michael Klare, "Oiling the Wheels
of War", The Nation, 7 Ekim 2002).
Ne var ki, şu anda bu gelecek vaat eden
alanların birçoğu Avrupa, Rusya ve Çin'deki petrol şirketlerine tahsis
edilmiş durumda. Ve bunlar küçük tutarlar değil. Uluslararası
Enerji Ofisi'nin yayınladığı Dünya Enerji Görünümü 2001'e
göre Saddam Hüseyin'in yaptığı yabancı petrol
sözleşmelerinin toplam değeri 1.1 trilyon dolar düzeyinde olabilir
(Bkz. The Observer, 6 Ekim 2002).
BM Güvenlik Konseyi'nde ABD, Rusya ve Fransa
arasında hali hazırda yapılmakta olan pazarlıklar Saddam
sonrası Irak'taki petrol sözleşmelerini paylaşmaktan ibaret.
Saddam Hüseyin'in devrilmesinin önde gelen taraftarlarından eski CIA
başkanı James Woolsey'e göre, ABD'yi bu savaşta
desteklemeyenler, elde edilen ganimetin paylaşımı
sırasında dışarıda kalacaklar.
16 Eylül'de Washington Post gazetesinde yer
alan sözleri aynen şöyleydi: "Durum çok basit. Fransa ve Rusya
Irak'ta petrol şirketleri ve çıkarları var. Birisi onlara
Irak'ta düzgün bir hükümet kurulmasına yardım ederlerse, yeni
hükümetin ve Amerikalı şirketlerin onlarla yakın
işbirliği içersinde çalışması için ellimizden geleni
yapacağımızı söylemeli. Tavırlarını
Saddam'dan yana koyarlarsa yeni Irak hükümetini onlarla çalışmaya
ikna etmek neredeyse olanaksız hale gelir."
Sıkıcı olma riskini göze alarak
bu konu ile ilgili bir yayından daha alıntı yapmak istiyorum.
Orta Doğu bölgesindeki askeri operasyonlardan sorumlu Amerika
Birleşik Devletleri Merkez Komutanlığı 1995
yılında üstlendiği görevler konusunda şu
değerlendirmeyi yaptı: "Ulusal Güvenlik Stratejisi'nde savunulduğu
haliyle ABD'nin gösterdiği çabalar Amerika Birleşik Devletleri'nin
bölgedeki yaşamsal çıkarlarını korumayı
amaçlamaktadır -bu çıkar ABD ve müttefiklerinin kesintisiz ve güvenli
bir şekilde Körfez'deki petrole ulaşmasını
sağlamaktır."
ABD'nin
küresel egemenlik kurma çabası
Petrol Amerika Birleşik Devletleri'nin
Irak'ı işgal edip sömürgeleştirme planlarında çok önemli
bir rol oynamasına rağmen, bunun tek neden olduğunu öne sürmek
yanlış olur. Irak ile savaş çok daha büyük bir planın
-Amerikan emperyalizminin bütün dünyayı egemenliği altına almaya
yönelik taarruzunun- sadece bir parçası.
Bu yeni ortaya çıkmış bir
şey değil. ABD'nin küresel egemenlik planları geçtiğimiz on
yıl boyunca, yani Sovyetler Birliği'nin çökmesinden ve ABD'nin dünya
çapında rakipsiz askeri güç haline gelmesinden bu yana
geliştiriliyordu.
1992 yılında Pentagon, on
yıllık döneme yönelik olarak bir taslak plan hazırladı. Plan
öngörülebilir gelecekte ABD'nin üstünlüğünü koruyabilmesi için kesintisiz
bir çaba harcanması çağrısı yapıyordu. Metinde "Birinci
amacımız eski Sovyetler Birliği'nde ya da başka bir yerde,
Sovyetler Birliği'nin oluşturduğu tehdide benzer bir tehdidin
yeniden ortaya çıkmasını engellemektir" denmektedir.
Bu belge basına
sızdırıldıktan sonra ilk başlarda epeyce
kızgınlık yarattı. Belge Clinton yönetimin ilk
yıllarında bir ölçüde de olsa arka plana itildi. Ancak
arkasındaki güçler - bugünkü Savunma Bakan Yardımcısı Paul
Wolfowitz ve o zaman Savunma Bakanı olan şimdiki Başkan
Yardımcısı Dick Cheney - işin peşini bırakmadı.
Tam aksine, planın uygulamaya konması için Amerika'yı yöneten
politik çevrelerin içinde örgütlendiler.
Bu kişiler 1997 yılında bir
araya gelerek "askeri güç ve ahlaki berraklık" programı temelinde
"Amerikanın küresel önderliğini" savunmak ve buna destek sağlamak
doğrultusunda "Amerikanın dış politikasındaki
rehber prensiplerini" oluşturmak üzere Yeni Amerika'nın
Yüzyılı Projesi'ni oluşturdular.
2000 yılının Eylül ayında
bu örgüt perspektifini şu şekilde ifade ediyordu: "Soğuk
Savaş sonrasındaki on yıllık süre içinde...neredeyse her
şey değişti. Soğuk Savaşın dünyası iki
kutupluydu; 21. yüzyılın dünyası ise - en azından şu
anda - kesinlikle tek kutuplu ve Amerika dünyanın 'tek süper gücü'
konumunda. Amerikanın stratejik amacı Sovyetler Birliğinin
güçlenmesini engellemek olagelmişti; bugün ise görevimiz Amerikanın
çıkarlarına ve ideallerine uygun güvenli bir uluslararası
ortamı korumaktır". (Rebuilding America's Defences, s. 2)
Belge, Sovyetler Birliği'nin
yıkılması ile, "Amerikanın güvenlik sınırları"
olarak adlandırılan çerçevenin önemli ölçüde genişlediğine
işaret ediyor. Körfez'deki İngiliz ve Fransız askerleri ile
birlikte ABD güçleri günlük yaşamın bir parçası olurken,
Balkanlar tam anlamıyla NATO'nun protektorası haline gelmiş
durumda. Daha sonra şu önemli noktaya dikkat çekiliyor: "Bu güçlerin acil
misyonu kuzey ve güney Irak'taki uçuşa yasaklı bölgeleri denetlemek
olsa da Amerika Birleşik Devletleri ve önemli müttefiklerinin bu hayati
önem taşıyan bölgedeki uzun vadeli
kararlılığını gösteriyor."
ABD'nin bugüne kadar hiçbir zaman BM
tarafından onaylanmamış olan uçuşa yasaklı bölgeler
için gösterdiği gerekçe kuzey Irak'taki Kürt nüfusu ve güneydeki Şii
nüfusu "korumaktır." Gerçek neden bu belgede ortaya konulmaktadır.
Belgede daha sonra şunlar söyleniyor:
"Aslında Amerika Birleşik Devletleri uzun yıllardır
Körfez güvenliğinde daha kalıcı bir rol oynamayı
arzulamıştır. Irak ile olan çözümsüz anlaşmazlık
gerekli mazereti yaratırken, önemli boyutlardaki Amerikan güçlerinin
Körfez'de bulunma ihtiyacı Saddam Hüseyin yönetimi konusunu
aşıyor" (ibid, s. 14).
Tabii ki, ABD yönetiminde söz sahibi olan
sınıfların küresel konumlarını geliştirmeye
yönelik planlamaları ayrı, bu planları uygulamaya koymaları
ayrı şeyler. 19. yüzyılın sonlarından itibaren kitlelerin
politik hayatın bir parçası haline gelmesinden ve işçi
sınıfının ayrı bir toplumsal güç olarak ortaya
çıkmasından bu yana, bütün ülkelerde hakim sınıflar, bir savaşa
girebilmek için hep bunu haklı gösterecek gerekçeler bulmak zorunda
kaldılar. Sonuç olarak, savaş için yapılan
hazırlığın çok önemli bir aşaması kitleleri
savaşın "demokrasi"yi koruma, dünyayı bir "tirandan"
kurtarma, "yaşam biçimimizi" koruma gibi idealler için
çıkarıldığı konusunda ikna etmeye yönelik propaganda
olmaktadır.
Başkan Carter'ın eski ulusal
güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski'nin belirttiği gibi:
"Güç peşinde koşmak popüler tutku yaratacak bir amaç
değildir; tabii ki ortada aniden baş göstermiş bir tehlike ya da halkın gündelik yaşamının
esenliğine yönelik bir tehdit yoksa." (The Grand Chessboard, s. 36)
Dolayısıyla 11 Eylül terörist
saldırısı, Bush yönetimi için bir politik piyango oldu. ABD kuvvetlerinin
küresel genişlemesi için yapılan planlar bundan böyle "terörle
savaş" bayrağı altında uygulamaya konabilirdi. Sadece
bir yıllık bir süre içinde Afganistan'ın işgal
edilişine ve bununla birlikte ABD kuvvetlerinin eski Sovyetler
Birliği'nin Orta Asya cumhuriyetlerine yerleşmelerine tanık
olduk. Bir sonraki aşama Irak ile savaş ve bu ülkede bir ABD protektorasının
kurulmasıdır.
Terörist saldırılardan bu yana
devamlı olarak "11 Eylül'den sonra her şeyin değiştiği"
söyleniyor. Bir çok şeyin değiştiği kesin ancak asıl kavranması
gereken en önemli konu 11 Eylül sonrası olanlar daha önce
başlamış ve yürürlükte olan süreçlerin derinleşerek devam
ettiğidir. Değişen en önemli şey terör
saldırılarının, çok önceden hazırlanmış
planların yürürlüğe konması için fırsat yaratmış
olmasıdır. İki uçak o sabah Dünya Ticaret Merkezi'ne
çarptığında Bush'un masasında Afganistan'ın
işgali ile ilgili planlar hazır halde bekliyordu. Rumsfeld ve
diğerleri derhal Irak rejiminin devrilmesi gerektiğinden söz etmeye
başladılar.
Bir yıl sonra, aynı süreçler Bali
bombalamasının ardından işlemeye başladı. Bu suçu
işleyenler ile ilgili hiç bir kanıt sunulmadı, ancak ABD ve
Avustralya hükümetleri Endonezya ordusuna daha yakın işbirliği yapmak
için çağrıda bulunuyorlar. Bu bir süredir yapmak istedikleri bir
şeydi ancak özellikle adalarda Endonezya askeri güçlerinin yaptıkları
katliamlar nedeniyle kimi siyasi zorluklar söz konusuydu. Bali
katliamından bir kaç gün sonra - ki Endonezya ordusunun kimi bölümleri doğrudan
ya da dolaylı olarak bu katliamda yer almış olabilir -
Avustralya Savunma Bakanı Robert Hill ve Dışişleri
Bakanı Downer, Endonezya hükümetinin, saldıkları dehşetle ünlü
olan Kopassus özel güvenlik kuvvetleri ile işbirliği ve ortak
eğitim konularında görüşmeler yapmaya başladılar.
Geçtiğimiz dönemde Washington'da Megawati hükümetinin Endonezya'daki halk
hareketlerine karşı çok zayıf kalabileceği konusunda
endişeler vardı. Bali katliamı, yine "terörle
savaş" bayrağı altında, Endonezya ordusunun tekrar ön
plana çıkması için iyi bir fırsat oldu.
Bush yönetiminin programı
başkanın 17 Eylül tarihinde yayımlanan Ulusal Güvenlik
Stratejisi ile belli oldu. Bu belge ana politika olarak ABD'nin istediği
zaman, isteği yerde, Amerika'nın çıkarlarına tehdit
oluşturduğuna ya da gelecekte tehdit oluşturabileceğine
inandığı herhangi bir ülkeye karşı askeri güç
kullanmayı kendisine bir hak olarak ilan ediyor.
WSWS'in başkanı David North'un 1
Ekim tarihinde Ann Arbor-Michigan'da verdiği konferansta belirttiği
gibi: "Modern tarihte hiç bir ülke, hatta Hitler
çılgınlığının zirvesindeki Nazi Almanyası
bile, küresel egemenlik için - ya da daha dobra bir deyişle dünyaya
hükmetmek için - Amerika Birleşik Devletleri'nin şimdi
yaptığı gibi böyle bir iddiada bulunmadı."
Bush'un UGS belgesi küresel hakimiyete
ulaşma mücadelesine bayrak edilen "terörle savaş"ın
"sonu belli olmayan küresel bir girişim" olduğunu çok
açık bir şekilde ortaya koyuyor. Belgede şöyle deniliyor: "Sağ
duyu açısından ve kendini savunmak için Amerika bu tür tehditleri
daha başlamadan bitirmek için harekete geçecektir" ve bu yeni dünyada
"güvenliği sağlamak için tek yol olan, harekete geçme
yoludur."
Belge eski Sovyetler Birliği'nin
bölünmesinin "Amerika'ya fırsatlar dönemi"
sağladığını ilan ediyor. "ABD Ulusal Güvenlik
Stratejisi bizim değer yargılarımızın bütünlüğünü
ve ulusal çıkarlarımızı yansıtan tamamen
Amerikalı bir enternasyonalizm üzerine kurulacaktır." Bu
gerçekten de çok özel bir tür enternasyonalizm -diğer bütün "büyük
güçlerin"kinden daha üstün olan ABD çıkarlarını temel alan bir
enternasyonalizm.
Bu belgenin bütünsel olarak tahlilini yapmak amacında
değilim. Bu David North tarafından daha önce verilen "The war
against Iraq and America's drive for world domination [Irak savaşı ve
Amerika'nın küresel hakimiyeti için taarruzu]"
başlıklı konferansta zaten yapıldı (bu
konferansın İngilizce metni için:
http://www.wsws.org/articles/2002/oct2002/iraq-o04.shtml). Yalnızca bir
noktayı vurgulamama izin verin: Bu programın ABD'nin küresel
hakimiyet programı olduğu şeklindeki değerlendirmemiz
fanatik solcu hayal gücünün bir ürünü değildir. Politika alanında
okuma yazması olan herhangi bir kişi - ABD'nin amaçlarını
desteklesin ya da desteklemesin - bunları okur okumaz aynı sonuca
varacaktır.
Financial Times (FT) gazetesinin durumunu ele
alalım örneğin. UGS'in yayınlanmasından beş gün kadar
sonra, FT Bush'un ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice ile
başkanın yeni stratejisinin etkileri konusunda uzunca bir
görüşme yaptı. Görüşmeyi yapan kişi Çin'in askeri gücünü
arttırması durumunda ne olacağını öğrenmek
istedi. Rice'ın yanıtı eğer Çin, girişimcileri ve
ticareti teşvik ederse "kendilerine Amerika Birleşik
Devletleri'nde çok iyi bir ortak bulacaklardır" şeklinde oldu.
Yani aksi takdirde başka bir şey olacağı ima edildi.
Buna FT'li görevlinin yanıtı şu
oldu: "Yani bir İmparatorluk Çağındayız. Çok felsefi olmak
istemem ancak diyorsunuz ki tek bir süper güç olmalı, ki bu Amerika
Birleşik Devletleri olacak, sevecen, aklı selim bir güç ve en önemli
şey bu gücün korunmasıdır?"
Daha önce söylediğim gibi ABD'nin küresel
hakimiyeti sorunu 11 Eylül'le tepki olarak ortaya çıkmadı, aksine bu ABD
dış politika çevrelerinde geçtiğimiz on yıl boyunca tartışılmaktaydı.
11 Kasım 2000 tarihinde, şu anda Devlet Bakanlığı'nda
politik planlama müdürü olan ve Wolfowitz ve Rumsfeld gibiler ile
karşılaştırıldığında
ılımlı bir insan olarak görülen Richard Haas,
başlığı "Emperyal Amerika" olan bir yazı kaleme
aldı.
Bu yazıda Haas uluslararası durumu
özetlemek için şöyle demektedir: "Bu belirgin bir Amerikan
üstünlüğünün olduğu ve gelecekte de muhtemelen böyle kalacak olan bir
dünya. Öngörülebilir gelecekte Amerika'nın ekonomik, askeri ve kültürel
gücünü dengeleyebilecek hiç bir ülke ya da ülkeler topluluğu mevcut
değil. Ancak bu sadece bir tasvirdir, bir amaç değildir. Soğuk
Savaş sonrasında hâlâ eksikliği yaşanan, Sovyetler
Birliği'nin kontrol altında tutulmasına yönelik politikanın
yerini alacak bir dış politikadır." Amerika'nın
dış politikasının karşısına sürekli olarak çıkan temel sorun elindeki gücün
fazlalığı ve bu fazlalığın Amerika Birleşik
Devletleri'ne getirdiği bir çok ve önemli üstünlük ile ne
yapacağıdır" ("İmperial America", s. 1).
Haas daha sonra emperyal dış
politikanın "emperyalizm"le ve sömürgeler kurmakla
karıştırılmaması gerektiğini, artık bunun
mümkün olmadığını söylüyor. Sanki adı
değişince... Ve savunduğu şeyin kesinlikle bir tür imparatorluk
olduğunu belirtiyor.
"İmparatorluk dış
politikasını savunmak, ülkeler arasındaki ve ülkelerin kendi
içlerindeki ilişkileri etkileyen bazı ilkeler doğrultusunda
dünyayı düzenlemeye çalışmak için bir çağrı
yapmaktır. ABD'nin rolü 19. yüzyıl Büyük Britanya'sının
rolüne benzeyecektir... Baskı ve güç kullanımı normalde en son
çare olacaktır; yüz elli yıl önce Britanya hakkında John
Gallagher ve Ronald Robinson tarafından yazılanlar, yani
'İngiliz politikası mümkünse kontrol etme işini gayri resmi
olarak yapmaktır ve ancak gerekli olduğunda resmiyete baş
vurmaktır' ifadesi, bu yüzyılın başından itibaren
Amerika'nın üstlendiği role uygulanabilir.
Diğer bir deyişle, uluslararası
mali piyasalar, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu gibi küresel
mekanizmalar ABD çıkarlarının egemenliğini garanti altında
tutmak için çalışacaklar, disiplin gerektiğinde ise ordu serbest
piyasa eldiveni içinden çıkan bir çeşit ısmarlama yumruk görevi
görecektir.
Birinci
Dünya Savaşı'nın kökenleri
Bu bizi en önemli soruya getiriyor: ABD'nin küresel
egemenlik taarruzunun etkileri neler olacaktır? 21. yüzyıl
başlarken emperyalizmin yeni bir çağa giriyor olması ne tür
sonuçlara gebedir? Bu soruların cevaplarını bulmak için 20. yüzyılın
tarihsel deneyimlerini incelemek gerekiyor. Diğer bir deyişle geleceğin
ne getireceğini anlamak için tarihin derinliklerine inmek gerekiyor.
Geçen yüzyılın tarihiyle olan bağlantıyı
bizzat UGS belgesinin kendisi veriyor. Bush - ya da onun adına konuşmasını
yazan kişi- ABD'nin "barışı korumak için tarihi bir
fırsattan yararlanmaya" çalıştığını
iddia ediyor. "Bugün uluslararası toplum, on yedinci yüzyılda ulus
devlet sisteminin doğuşundan bu yana, büyük güçlerin sürekli
savaş için hazırlanmaktansa, barış içinde rekabet etmelerini
sağlamak konusunda en iyi şansa sahip. Bugün dünyanın büyük
güçleri ortak tehdit olan terörist şiddet ve kaosa karşı
kendilerini aynı tarafta birleşmiş şekilde buldular"
(op.cit., s. 2).
"Büyük güçler" teriminin kullanılması
bizi büyük güçlerin küresel düzeyde ortaya çıktığı Birinci
Dünya Savaşı öncesi döneme götürüyor. 19. yüzyılın ilk
yarısında, gelişmekte olan küresel kapitalist ekonomi Büyük
Britanya'nın egemenliği altında gelişti. Ancak
yüzyılın son çeyreğinde büyük çaplı değişiklikler
yaşanmaya başladı. 1870'den sonra birleşen Alman devleti
büyük bir ekonomik patlamanın ön koşulu ve başlangıç
noktası oldu. Avrupa'daki eski güç dengeleri bozulmaya
başlıyordu. Ve batıda yeni bir güç yükseliyordu. Amerika
Birleşik Devletleri iç savaşın ardından patlayıcı
bir ekonomik dönüşüm yaşamıştı.
20. yüzyıla gelindiğinde, gündemdeki
siyasi sorun bu büyük güçler arasındaki ilişkilerdi.
Barışçı ve ahenkli bir gelişme mümkün müydü yoksa rakip
güçlerin ortaya çıkması er ya da geç aralarında
savaşın patlak vereceği anlamına mı geliyordu?
Marksist hareket sözde barışçı
rekabetin -pazar ve kâr mücadelesinin, hammaddelere erişme
çabasının, yatırım sermayesi için çıkış
yolları arayışının- neden kaçınılmaz bir
biçimde askeri çatışmaya yol açacağını
açıkladı. Bununla birlikte, Marx'ın işaret etmiş
olduğu gibi, rekabetin mantığı rekabete devam etmek
değil, tekel haline gelmektir. Kapitalist güçlerin her biri kendi konumunu
geliştirmek için harekete geçtiklerinde birbirleriyle çatışmaya
başlarlar.
Buna karşı çıkan görüş ise
birbirine mal satan, birbirinin ekonomisine yatırım yapan ve
birbirinin pazarlarına hammaddelerine bağımlı olan bu büyük
ekonomiler arasındaki bağlantıların bir savaş
olması durumunda hepsi için çok yıkıcı sonuçlar doğuracağından
göze alınamayacağı şeklindeydi.
Elbette ki bu sorunun cevabı geçen on
yıl boyunca yaşanan bir dizi uluslararası krizin ardından
1914 yılının Temmuz-Ağustos aylarında
savaşın patlak vermesiyle geldi.
Marksist hareket kapitalizmin bir toplumsal
üretim sistemi olarak, insanlığın bir toplumsal örgütlenme
biçimi olarak ilerici devrinin sonuna geldiğini gösteren savaşın
tarihsel önemini ve yol açtığı yıkımı
açıkladı. Kapitalizm daha öncesinde olduğu gibi
insanlığı ileriye götürmek yerine, şimdi artık
insanlığı barbarlığın en berbat biçimleri ile
tehdit etmektedir. Savaşında ardındaki nedenleri bulmak için
"ilk mermiyi kim sıktı" ya da "hangi taraf suçluydu"
sorularını sormak yerine, savaşa neden olan ve kökleri derinlere
uzanan toplumsal ve ekonomik süreçlerin keşfedilmesi gerekir.
Bu bakış açısına dayanarak
Lev Trotskiy, en temel haliyle savaşı, kapitalizm tarafından
yaratılan üretken güçlerin, ulusal devletin siyasi biçimine
karşı başkaldırısı olarak açıkladı.
Kapitalizmin devasa sanayileri, gelişiminin sağladığı
iktisadi süreç, dünyayı ulusal sınırlarla bölerek
oluşturulmuş alanların içine sığmaz hale
gelmişti. Tıpkı yüzyıllar öncesinde kapitalizmin
yükselişi sırasında krallıkların, düklüklerin ve
prensliklerin yama işi yorganlarıyla beraber feodalizmin yıkılışını
ilan etmesi gibi, üretken güçlerin daha da büyümesi ulusal devleti bir siyasi
biçimlenme olarak bütünüyle anakronik hale getirmiştir.
Ancak kapitalizm ortaya
çıkardığı bu büyük ulus devlet sorununu çözme
yeteneğine sahip değildir. Büyüyen ekonominin bizzat kendisi -üretken
süreçlerin sınırları ve kıtları aşmakta oluşu-
küresel ekonomiye doğru gidilirken dünya üreticilerinin bilinçli
işbirliğini gerekli kılıyordu. Ne var ki , pazarlar,
kaynaklar ve kâr için mücadele etmeye dayanan kapitalizm bu görevi yerine
getiremezdi. Büyük kapitalist güçlerin her biri kendi konumunu
iyileştirebilmek -büyük güç olmaktan çıkıp, dünya gücü olabilmek
için- rakiplerini bastırıp geçmek zorundaydı. Bu durum hepsini
-Britanya'yı, Almanya'yı, Avusturya'yı, Fransa'yı,
Japonya'yı, uydularını ve müttefiklerini ve nihayet batıda
yükselen büyük güç olan Amerika Birleşik Devletleri'ni - birbiriyle
açık bir çatışmaya girmeye itti.
Trotskiy'in tahlilinden çıkan sonuçlar
nelerdir? Trotskiy şöyle yazmıştı: "Proletaryanın
kapitalizmin emperyalist şaşkınlığını
göğüsleyebilmesinin tek yolu, ona dünya ekonomisinin, günümüzün pratik bir
programı olan sosyalist örgütlenmesi yoluyla karşı
çıkmasıdır. Savaş, kapitalizmin, gelişiminin
zirvesinde, çözümsüz çelişkilerini çözmeye çalışma yöntemidir.
Bu yönteme proletarya kendi yöntemiyle, sosyalist devrim yöntemiyle
karşı çıkmalıdır."
Lenin'in mücadelesi de aynı
doğrultudaydı. Israrla belirttiği gibi, savaşın sonucu
ne olursa olsun, ve hatta yeni bir barış dönemine girilse dahi, bu
sadece geçici bir olgu olacaktı. Büyük kapitalist güçler dünyayı
bölmeye ve yeniden bölmeye yönelik sonu gelmeyen bir mücadeleye
kilitlenmiş durumdadırlar -ki bu kapitalist üretim tarzının
ekonomik yapısındaki köklü dönüşümün sonucudur. Pazar ve kâr
için yapılan rekabetin çok sayıda görece küçük boyutlu şirketler
arasında gerçekleştiği 19. yüzyıl kapitalizminin yerini,
tekelci şirketlerin oluşumu aldı.
Lenin, "Kapitalistlerin ve
basınının işçi ve köylüleri aldatmak için
kullandıkları bütün sloganlar -küçük mal sahibinin emeğine
dayalı özel mülkiyet, serbest rekabet, demokrasi- geçmişte kaldı"
diye yazmıştı. "Kapitalizm bir avuç 'gelişmiş' ülkenin
dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu sömürgeci baskı ve mali
boğazlama ile kontrol altında tuttuğu bir sisteme
dönüştü" (Lenin, Collected Works, Cilt 22, s.191).
Lenin, Trotskiy ve o dönemin diğer önde
gelen Marksistleri sosyalizmin hoş bir idealin gerçekleştirmesi
değil bir gereklilik olduğunu göstermeye çalıştılar.
Aksi halde insanlık kapitalizmin kendi üretim biçiminin
çelişkilerinden doğan Birinci Dünya Savaşı'nda görülen
tipte inanılmaz bir barbarlığa sürüklenecekti.
Woodrow
Wilson'ın 14 maddesi
Bolşevikler Rus Devrimi'ni bu tarihsel
bakış açısı temelinde örgütlediler ve devrimin
önderliğini yaptılar. Devrim, geri kalmış tek bir ülkede
sosyalizmi inşa etmeyi değil, dünya devrimi için bir başlangıç
itkisi yapmayı amaçlıyordu. Tarih çelişkili bir şekilde
ilerledi: işçi sınıfı iktidarı eline geçirme
fırsatını göreceli olarak gelişmiş bir ülkede
değil de en geri ülkelerden birinde elde etti. Devrim tüm dünyada
işçi sınıfına ve kitlelere ileri doğru giden yolu
gösterebilmek için bu fırsatı değerlendirmek zorundaydı.
Bu bakış açısına
karşı, savaştan hakim emperyalist güç olarak çıkan Amerika
Birleşik Devletleri'nin Başkanı Woodrow Wilson başka bir
bakış açısı sundu. Wilson, 1919'da Versay görüşmelerine 14 maddelik bir
program ile donanmış olarak geldi. Bu maddeler açık diplomasi,
serbest ticaret, demokrasi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı
ile uluslararası düzeni korumak ve artık geçmişin bir parçası
olan Birinci Dünya Savaşı türünden çatışmaları önlemek
üzere Milletler Cemiyeti'nin oluşturulmasını temel
alıyordu.
Wilson'ın programı ses getiren
ilkelerine ve evrensel bir görünüme sahip olmasına karşın,
asıl amacı savaş sonrasında bir dünya gücü haline
gelmiş olan belirli bir "büyük gücün" -Amerika Birleşik
Devletleri'nin- çıkarlarını savunup, geliştirmekti. Her
şeyin ötesinde 14 maddelik program bütün kapitalist sistemi tehdit eden
Sovyetler Birliği'ndeki ilk işçi devletine karşılık
vermeyi hedefliyordu. İşte bu nedenle Versay'daki barış
görüşmeleri sürerken, tüm büyük ülkelerin içinde yer aldığı
müdahale ordusu, Sovyet hükümetini devirmeye çalışıyordu. 14
maddenin temelleri, ülkelerin geleceklerini kendileri belirleme hakkı,
demokrasi ve özgürlük idi, ancak bunlar Sovyetler Birliği'ne ve hatta Hindistan'daki
halk kitlelerine ya da emperyalist güçlerin zaferle ayrıldıkları
herhangi bir sömürgeye uygun değildi.
Uyum içinde gelişmeyi sağlamak
şöyle dursun, 1919 yılındaki Versay Antlaşması,
imzalanışından sadece yirmi yıl sonra, 1929-32
yılları arasındaki Büyük Depresyon, faşizmin Almanya'da
yükselişi ve İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi
gibi yeni felaketlerin alt yapısını hazırladı.
Devirmeye
karşı kontrol altında tutma
İkinci Dünya Savaşı sona
erdiğinde, ABD savaştan birincisinde olduğundan da daha güçlü
bir konumda çıktı. Ancak hâlâ dünyayı istediği şekilde
örgütleyebilecek bir konumunda değildi. Sovyetler Birliği'nin
varlığı ABD'nin küresel emellerine sürekli olarak engel
çıkarıyordu.
Amerikan hakim
sınıflarının kimi bölümleri ve ordu SSCB'yi devirmek
istiyordu. Ancak iki etken ellerini bağlıyordu: bunun
uluslararası işçi sınıfında yaratacağı
muhalefet ve SSCB'nin silahlı kuvvetlerinin kendisi. ABD, 1945
yılında Japonya'ya iki atom bombası atınca dünyaya
isteklerini dikte edebileceğini ummuştu. Ancak bu planlar Sovyetler
Birliği'nin nükleer silahlar geliştirmesiyle ve 1949
yılında Çin'deki Çan Kay Şek rejiminin devrilmesiyle büyük darbe
yedi.
ABD hakim sınıfının
saflarında hangi stratejinin uygulanması gerektiği konusunda
görüş ayrılığı belirdi. Bir kesim "devirme"
-yani Sovyetler Birliği ve Çin'deki Mao yönetimini ne pahasına olursa
olsun devirme- yanlısıydı. Diğer bir kesim ise
"kontrol altında tutma" yanlısıydı. Bu iki
eğilim arasındaki çelişki gelecek dönemlerde önemli anlarda su
yüzüne çıkacaktı. Kore Savaşı sırasında Truman
yönetimi nükleer silah kullanmaya çok yaklaştı. MacArthur
Kore-Mançurya sınırında 30 ile 50 arasında
değişen sayıda nükleer bomba kullanılmasını
savundu. 1962'deki Küba füze krizinde, ordunun kimi kesimleri Sovyetler
Birliği ile tüm güçleriyle nükleer bir savaşa girme yanlısı
idi. Yine Vietnam Savaşı sırasında orduda nükleer silah
kullanımını savunanlar vardı.
"Kontrol altında tutma" hizbi
üstün gelmeyi başardı. Öte yandan, David North'un verdiği
konferans sırasında açıkladığı gibi, Soğuk
Savaş döneminin incelenmesi "kışkırtma" ve
"kontrol altında tutma"nın gerçekte ne anlama
geldiğini ortaya koymaktadır. Sorun, bir yığın
propagandada yer aldığı gibi, yayılma politikası
izleyen Sovyetler Birliği'nin ABD tarafından kontrol altında
tutulması değildir; durum bunun tam tersiydi. Sovyetler
Birliği'nin misilleme yapabilecek olması ABD'yi tam boy bir küresel
hakimiyet politikası izlemekten alıkoyuyordu.
ABD dış politikasındaki
değişikliklerin altında yatan güçler nelerdir? Genel olarak,
İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ekonomik ve politik
düzenin önemli kapitalist güçlerin genişlemesine izin verdiği sürece
"kontrol altında tutma" programının üstün gelmeyi başardığı
söylenebilir.
1945 yılında başlayıp,
1973'e kadar devam eden bu süreç tarihe savaş sonrasının
hızlı ekonomik büyümesi olarak geçti. Bu kapitalizmin tarihindeki en
büyük ekonomik büyüme dönemiydi. Bu durum karşısında miyop
gözlemciler, Lenin ve Trotskiy'in sosyalist dönüşümün tarihsel
gerekliliği konusundaki vargılarının ve Lenin'in
emperyalizm üzerine yazdıklarının geçmiş zamanlara ait
şeyler olduğunu düşündüler.
Ancak savaş sonrasına ait denge
çökmeye mahkumdu. 1970'lerin ortalarından bu yana dünya kapitalizmi
içinden çıkamadığı yeni bir dengesizlik dönemine girdi.
ABD'nin dış politikasının
kontrol altında tutmaktan devirme politikasına dönüşmesinin
altında ekonomik durumdaki bu değişiklik yatıyor. Carter
yönetimi Sovyetler Birliği'nin Orta Asya cumhuriyetlerinde kökten-dinci
İslamcıları kışkırtma politikası
geliştirdi. Bu politika Usama bin Ladin ve anti-komünist İslamcı
kökten-dinci grupların ortaya çıkmasına yol açtı. Bu
gruplar Suudi Arabistan tarafından finanse edildiler ve ABD'nin
amaçlarına yakın bir
doğrultu üzerinde faaliyet gösterdiler.
1980'lerde Reagan yönetimi SSCB'ye
karşı büyük çaplı askeri yığınak yaparak
istikrarsızlaştırma programına hız
kazandırdı. ABD buna paralel olarak kendi içinde 1930'ların New
Deal'i ve savaşın ardından yaşanan büyümenin işçi
sınıfına kazandırdığı hakları ortadan kaldırmaya
yönelik bir ekonomik ve sosyal programı uygulamaya koydu.
Stalinist bürokrasinin 1991 yılında
SSCB'yi nihai olarak tasfiye etmeye karar vermesi ABD'nin hakim
sınıfına eşi görülmemiş bir durum sundu. ABD
artık dış politika hedeflerini herhangi bir dışsal
kısıtlama olmaksızın uygulamaya koyabilirdi. Bu durum
değişikliği Orta Doğu'da çok büyük bir etki yapacaktı.
ABD zaten 1973-74'te OPEC ülkeleri
tarafından örgütlenen fiyat artışları nedeniyle darbe
yemişti. 1975 yılında yönetimde söz sahibi olan çevrelerin
içinde askeri müdahaleye ihtiyaç olup olmadığı konusunda
tartışmalar yapılıyordu. Bunun ardından bir darbe de
1979'da çeyrek yüzyıl önce İran'da milliyetçi Musaddık
yönetimini CIA-destekli bir askeri darbe yoluyla devirip yönetime
getirilmiş olan Şah'ın devrilmesiyle geldi.
1980'li yıllar boyunca ABD
İran'ı zayıflatabilmek için, Saddam Hüseyin'in rejimine
İran'a karşı giriştiği gerici savaşta gittikçe
daha fazla destek vermeye başladı. ABD Irak rejimine orduların
hareketini gösteren uydu fotoğraflarını verdi ve bu ülkeye
kimyasal ve biyolojik "kitle imha silahları" üretmekte ve
bunları kullanmakta yardımcı oldu.
Savaş Irak'ın rejiminin
zayıflaması ile son buldu. Irak ekonomisini onarmak ve ordusunu
ayakta tutabilmek için ciddi şekilde petrol gelirlerine ihtiyaç
duymaktaydı. Fakat aslında çıkardığı petrolü
Irak'a ait petrol alanlarından alarak çıkaran ve üretimi
arttırarak fiyatların düşmesine neden olan Kuveyt yönetimi bu
ülkenin petrol gelirlerinin azalmasına neden oluyordu. Irak yönetimi Kuveytlilere
derslerini vermek için harekete geçti. ABD'yi yokladıktan sonra -ABD
elçisi April Glaspie Amerika'nın Arapların kendi arasındaki
hesaplaşmalar arasında taraf tutmayacağını
belirtmişti- Irak yönetimi işgale başladı. Saddam
Hüseyin'in, ABD'nin daha önce diğer dostlarına yaptığı
gibi bir politika değişikliği ile kendisini ortada
bırakacağını görmesi için çok fazla beklemesi gerekmedi.
ABD, İran'a Irak yoluyla baskı
uygulamaya çalışmıştı. Şimdi küresel durum
değişiyordu ve ABD kendisini daha güçlü bir konumda buluyordu. Saddam
Hüseyin'in İran'a karşı savaşta sekiz yıl boyunca
kendisini desteklemiş olan ABD'nin, Kuveyt'in Irak tarafından
işgal edilmesine destek vermesini beklemesi gerçekçi bir
yaklaşımdı ancak bu beklentinin aksine Irak'ın Kuveyt'i
işgal etmesi ABD tarafından düzenlenen 1990-91
savaşının gerekçesi oldu.
Ne var ki, 1991'in başlarında durum
bir bakıma hâlâ çok açık değildi. ABD, BM kararlarının
dışına çıkarak Irak'ın tamamını işgal
edip edemeyeceğinden emin değildi. Ayrıca askeri yenilgi sonrasında
Saddam Hüseyin rejiminin çökeceğine inanılıyordu.
Gerard Henderson 14 Ekim'de Sydney Morning
Herald gazetesindeki köşesinde Irak'taki savaşın petrol için
yapılacağını savunanlara karşı güçlü bir
kanıt bulmayı başardığını düşünüyordu:
"Fakat eğer yönetimin asıl amacı petrolse neden
Bağdat'ı Körfez Savaşı sırasında işgal
etmedi? Rejim değişikliği Irak'ta daha o zaman yapılabilir
ve ABD Irak'taki üretimin etkin denetimini eline geçirebilirdi."
Sayın Henderson'nun retorik sorusu
kolaylıkla cevaplandırılabilir. O tarihte ABD, BM
yaptırımlarının ötesine geçmeyi çok riskli buluyordu. Ancak
bu kendini tutma kararı bir sonraki fırsatı değerlendirmek
konusunda kararlı olan hakim sınıfların çeşitli
kesimleri arasında çok sert tartışmaların
yaşanmasına neden oldu.
Geçtiğimiz on yılda ABD'nin
dış politikasının gittikçe daha fazla tek taraflı hale
geldiği ve yaptığı askeri müdahalelerin artmakta
olduğu rahatlıkla görülebilir. 1990-91'de Körfez Savaşı
Birleşmiş Milletler'in çatısı altında yürütüldü. 1999
yılında Yugoslavya savaşı BM'nin dışında,
NATO desteğiyle yapıldı. 2001-2002'de Afganistan'la yapılan
savaş ABD tarafından hem BM'nin, hem de NATO'nun çerçevesi
dışında düzenlendi. Şimdi ise ABD kimi NATO müttefiklerinin
açıkça karşı çıkmasına rağmen Irak'ı
işgal edip kukla bir yönetim kurmayı planlıyor.
ABD'nin gittikçe saldırganlaşan
-kontrolden devirmeye ve şimdi de yeni sömürgeler kurmaya kadar uzanan-
dış politikasının kökeninde savaş sonrası
ekonomik büyümenin son bulması ile 1970'lerin başlarından beri son
otuz yıllık dönemde dünya kapitalizminde yaşanan değişikliklerin ve savaş
sonrası ekonomik büyümenin çökmüş olmasının
yattığına işaret etmiş olduk.
Toplumsal
eşitsizliğin artması
Bu değişikliklerin toplumsal
sonuçları şu şekilde özetlenebilir: hem ülkeler arasındaki,
hem de ülkelerin kendi içindeki eşitsizlik büyüyor. Bush'un Ulusal
Güvenlik Stratejisi "özel mülkiyete saygı", "piyasa
serbestisi" ve "piyasa özendiricileri" gibi ifadelerle dolup
taşıyor; oysa ki bu programların tüm dünyada milyarlarca insanın
hayatında yıkıcı bir etki yaptı.
İnsan ırkının
yarısından fazlası günde 2 $'dan az bir miktar ile
yaşamını sürdürmek zorunda. Geçen gün bir yerlerde Avrupa'da
ineklerin Avrupa Birliği'nin tarım politikası çerçevesinde bundan
çok daha fazlasını aldıklarını okudum.
Bütün önde gelen kapitalist ülkelerde
geçtiğimiz yirmi yıla toplumsal eşitsizliğin artması
ve servetin üst düzey gelir grubunun lehine yeniden
dağılımı damgasını vurdu. Bu hiçbir yerde Amerika
Birleşik Devletleri'nde olduğu kadar açık değildir.
Geçen Pazar günü New York Times gazetesinde
ekonomist Paul Krugman tarafından yazılan bir makalede servet ve
gelir dağılımında gerçekleşen "yapısal
değişikliklere" atıfta bulunuluyordu. Krugman "Son
otuz yılda gerçekleşen çok büyük eşitsizliğin boyutlarını,
özellikle inanılmaz miktarlardaki servet ve gelirin sadece bir kaç
kişinin elinde toplanmasının sebeplerini ve bunun
sonuçlarını anlamadan" Amerika Birleşik Devletleri'nde
neler olduğunu anlamanın mümkün olmayacağını öne
sürüyor. Krugman'ın kısa bir süre önce yapılmış olan
bir çalışmadan aktardığına göre 1998 yılında
nüfusun en zengin yüzde 0.01'i bütün gelirin yüzde 3'ünden fazlasını
almış. Buna göre, Amerika'daki en zengin 13,000 ailenin geliri
neredeyse en fakir 20 milyon ailenin gelirine eşit ve bu 13,000 ailenin
geliri ortalama bir ailenin gelirinde 300 kat fazla.
Bu zenginleşme süreci geçtiğimiz 20
yılda mali asalaklığın hızla
yaygınlaşmasına, mali ve ekonomik kaynakların
yağmalanmasına dayanmaktadır. Kurumsal skandalların
-içerden gizli bilgi sızdırmaya dayanan borçlanma, hisse senedi
işlemleri vb.- detayları arasında kaybolmak çok kolaydır
fakat aslında durum çok basit. Bütün bu karmaşık düzenlemeler,
göz önündeki yapılan yağmalamanın ve suç teşkil eden davranışların
gelişmiş şirket stratejileri olarak gösterilmesi içindir.
Ortaya çıkan bu tür gangster
unsurları bir kaç çürük elma olarak görmemek gerekir. Son tahlilde bu
durum kapitalist ekonominin işleyişindeki derin krizin bir
ifadesidir. Siyasal olarak bu kriz en mükemmel siyasi ifadesini bu tabaka ile
tam anlamıyla içi içe olan Bush yönetiminde bulmaktadır.
Ve eğer dış politika iç
politikanın bir uzantısı ise, Irak petrolünün
yağmalamanın ABD dış politikasının tam merkezinde
yer alması neden şaşırtıcı olsun ki. Ya da, ABD'deki
bir TV ekonomi kanalı CNBC'nin yorumcusu ve aynı zamanda bundan
önceki dört ABD başkanına ekonomik danışmanlık
yapmış olan William Seidman'ın yakın zamanda söylediği
gibi Irak savaşı "düşünebileceğim belki de en kârlı
şeylerden biri."
Bu süreçlerin sadece ABD'ye özgü olduğuna
inanmak ve başıboş Amerikan kapitalizminin, daha yumuşak,
daha sevimli, Avrupalı, Asyalı hatta Avustralyalı bir kapitalizm
ile dengelenebileceğine inanmak çok büyük bir hata olur. ABD'deki ekonomik
ve toplumsal oluşumlar küresel kapitalist düzenin gelişimindeki
eğilimlerin çok keskin bir ifadesidir.
Emperyalizme ve savaşa karşı
bir mücadele geliştirebilmek için bunun anlaşılması
yaşamsal bir önem taşımaktadır. Böyle bir mücadele,
eğer kesintiye uğraması ve sadece bir protestoya indirgenmesi
istenmiyorsa -bu durumda fırtınanın dineceğini bilen hakim
sınıflar yollarına devam edecektir- emperyalizme ve savaşa
yol açan sosyo-ekonomik düzene -küresel kapitalist sisteme- karşı
yöneltilmelidir.
Ayrıca emperyalizme ve savaşa
karşı mücadele, bu miadını doldurmuş, gerici toplumsal
sisteme karşı çıkabilecek ve toplumsal varoluşuyla
insanlığın kurduğu uygarlığın
gelişimine kaldığı yerden devam etmesini sağlayacak,
yeni ve daha üstün bir sosyal sistemi kurabilecek olan tek toplumsal güce
dayanmalıdır. İşte bu nedenle, bu mücadele temelinde,
uluslararası işçi sınıfının birleşmesini
amaçlayan sosyalist devrimin dünya partisinin inşa edilmesini gerektirir.
Bu, Sosyalist Eşitlik Partisi'nin Avustralya seksiyonunu oluşturduğu
Dördüncü Enternasyonal Uluslararası Komitesi'nin görüşüdür. Sizleri
ivedilikle bu uluslararası partiye katılmak konusunda bir karar
almaya davet ediyorum.
Sayfanın başı
Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.
Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır
|