World Socialist Web Site


Bugün Yeni
Olanlar

Haber ve Analiz
Tarih
Sanat Eleştirisi
Polemikler
Bilim
Bildiriler
Röportajlar
Okur Mektupları

Arşiv

DSWS Hakkında
DEUK Hakkında
Yardım

DİĞER DİLLER
İngilizce

Almanca
Fransızca
İtalyanca
İspanyolca
Portekizce
Lehçe
Çekce
Rusça
Sırp-Hırvat dili
Endonezyaca
Singalaca
Tamilce


ANA BAŞLIKLAR

Dünya ekonomik krizi, kapitalizmin başarısızlığı ve sosyalizmin gerekliliği
SEP/DSWS/TEUÖ bölgesel konferanslarında kabul edilen karar önergesi

Bush, Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya saldırması için yeşil ışık yaktı
Türk-Kürt çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar

Asya’da tsunami: neden hiçbir uyarı yapılmadı

Mehring Books’tan yeni bir kitap: Amerikan Demokrasisinin Krizi: 2000 ve 2004 Başkanlık seçimleri

Livio Maitan (1923-2004):
eleştirel bir değerlendirme

  DSWS : DSWS/TR : Bildiriler

21. yüzyılda Amerikan militarizminin ekonomi politiği

Nick Beams
1 Kasım 2002

Aşağıdaki konferans Avustralya'nın Sydney ve Melbourne şehirlerinde Sosyalist Eşitlik Partisi ulusal sekreteri ve WSWS yönetim kurulu üyesi Nick Beams tarafından geçtiğimiz iki hafta boyunca halka sunulmuştur.

Bush yönetimi Irak'a karşı başlatacağı savaşın hazırlıklarında ileri aşamalara gelmiş durumda. Yoğun bombardımanın önümüzdeki bir kaç hafta içersinde başlaması ve bunun ardından, önümüzdeki yılın ilk yarısında askeri birliklerle karadan işgalin başlatılması kuvvetle muhtemel. Britanya ve ABD savaş uçakları Irak'ın sınırlı savunma sistemlerini ve radarlarını gittikçe daha yoğun bir biçimde bombalarken bölgeye sürekli yeni kuvvetler yığılıyor ve komuta-kontrol merkezleri buraya doğru kaydırılıyor.

Birleşmiş Milletler'de belirli bir diplomatik telaş yaşanıyor. Ancak orduya göre bu saldırı tahminen en geç gelecek yılın Şubat'ının ikinci ya da üçüncü haftasına kadar gerçekleştirilecek.

Hazırlıkların son aşaması acilen bir bahanenin ya da savaş nedeninin [casus belli] oluşturulmasını gerektiriyor. ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin önüne silah denetimini sağlayacak önlemler yerine, bu denetimleri büsbütün olanaksız hale getirecek ve bu yolla bir askeri harekatı haklı gösterecek öneriler sürüyor.

Birleşmiş Milletler'de yapılan manevralar, yapılan her şeyin ne kadar ikiyüzlüce olduğunu ortaya koyuyor. Geçen hafta ABD sürenin dolmakta olduğu uyarısı ile birlikte, Güvenlik Konseyi'nin daimi üyelerine sonuncusu olduğunu iddia ettiği karar taslağını sundu: BM kararlarına uymadığı takdirde Irak'a saldırılmalıdır. Fakat ABD, Güvenlik Konseyi'nin kendi talepleri doğrultusunda şekillendirilmiş bu karar tasarısını onaylamaması durumunda bile Irak'a saldırmaktan geri durmayacağını üzerine basarak belirtiyor. Küçük ve yoksullaştırılmış bir ülke için bir kural geçerli olurken, dünyanın süper gücü olan ülke için ise bambaşka bir kural geçerli oluyor.

Bu ayın başlarında Irak silah denetçilerinin geri dönmesine izin vereceğini açıkladığında, ABD Savunma Bakanlığı'nın bir sözcüsü Washington'un bu anlaşmanın yürürlüğe girmesini engellemek için elinden geleni yapacağını ilan etti. ABD'nin politikası silah denetimi, silahsızlanma ya da silahları kontrol altında tutma politikası değildir. Saddam Hüseyin'i devirerek "rejim değişikliği"ni gerçekleştirme politikasıdır. New York Times gazetesi on gün kadar önce, Bush yönetiminin sızdırdığı bilgiler doğrultusunda bunu ayrıntılı bir biçimde yayınladı. Haberde ABD'nin Irak'ı işgal edip kukla bir yönetim yerleştirmeden önce, Japonya'yı altı buçuk yıl yönetmiş olan General MacArthur yönetimine benzer bir askeri vali atamayı amaçladığı açıkça belirtiliyor.

Bu arada ABD başkanı, Saddam Hüseyin rejiminin oluşturduğu büyük tehlikelerle ilgili söylevler vermeye devam ediyor. 5 Ekim'de Hüseyin "öyle nefret dolu bir insan ki kendi halkını katletmekten çekinmiyor, kaldı ki Amerikalıları katletmesin" dedi. 7 Ekim'de yaptığı bir konuşmada Hüseyin "Amerika'ya ansızın terör ve acı getirebilecek bir tehdittir" diye gürledi. Irak'ın "aniden teröristlere ya da terörist gruplara biyolojik ya da kimyasal silah vermeye" karar verebileceği konusunda uyarılarda bulundu.

Ne var ki, CIA farklı türden bir değerlendirme yapmış görünüyor. CIA başkanı George Tenet'in 8 Ekim tarihli mektubu şöyle deniliyor: "Görünüşe göre Bağdat şimdilik ABD'ye karşı konvansiyonel ya da KBS [kimyasal ve biyolojik silahlar] ile terörist bir saldırı gerçekleştirmekten yana değil." CIA aynı zamanda şu sonucu çıkartıyor: "Saddam ABD öncülüğündeki saldırının durdurulamayacağı sonucuna varırsa, terörist yöntemleri kullanmak konusunda kendisini muhtemelen çok daha az kısıtlanmış hissedecektir". Örgütün bulgularına göre "Saddam, İslamcı teröristlere, ABD'ye karşı, KİS [kitle imha silahları] kullanarak bir saldırı düzenlemelerine yardım ederek, çok sayıda kurbanı kendisiyle birlikte götürmenin intikam almak için son şansı olacağını düşünebilir."

Diğer bir deyişle CIA, Amerika Birleşik Devletler vatandaşlarına en büyük tehlikenin Bush yönetiminin davranışları nedeniyle ortaya çıkacağı sonucuna varmaktadır. 2 Ekim'de yapılan gizli bir oturumda CIA temsilcisine Saddam Hüseyin'in köşeye sıkışmadıkça kitle imha silahlarını kullanarak saldırıya geçmesinin olası olup olmadığı özellikle soruldu. CIA yetkilisinin yanıtı şöyle oldu: "Kanımca, Saddam'ın (eğer bir süre üzerinden konuşacak olursak) öngörülebilir gelecekte bir saldırı girişiminde bulunması, bugün kavrayabildiğimiz koşullar göz önüne alındığında, düşüktür."

CIA'nın bu değerlendirmesinin hemen ardından, Los Angeles Times gazetesinin 11 Ekim'de yayınladığı bir haberde, "Bush yönetiminden yetkililerin CIA uzmanlarına, Irak tehdidiyle ilgili değerlendirmelerini Saddam Hüseyin'e karşı cephe oluşturmaya yardım edecek şekle getirmeleri için baskı uygulamakta" deniliyordu.

Sydney Morning Herald'da yer alan ve "Rumsfeld Irak konusunda kendi düşüncelerine uygun veriler arıyor" başlığını taşıyan makalede ABD yönetiminin başvurduğu yönetim şu şekilde anlatılıyor: "Bir şahin olan ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Beyaz Saray'daki muhafazakar kanat ile elde edilen veriler konusunda anlaşamayan CIA'yı atlayarak, Irak ile El-Kaide arasında bir ilişki bulmak üzere istihbarat verilerini tarayacak bir uzmanlar takımı kurdu. İstihbarat yetkilileri bu takımın Sayın Rumsfeld ve yardımcısı Paul Wolfowitz tarafından verileri zorlayarak kendi gerçeklerine - onların gerçeğine göre Saddam Hüseyin teröristler ile yakın çalışma halindedir ve ABD için ciddi tehdit oluşturmaktadır- uydurmak için verilen çabaların bir parçası olduğunu belirttiler."

Bush'un ve yönetimini oluşturanların Enron'la ve diğer milyar dolarlık hırsızlık ve sahtekarlık olaylarına karışan şirketler ile yakın bağları göz önüne alındığında, belki de "Enron yöntemlerinin" ekonomi alanından politikaya kaymasını sürpriz saymamak gerekir. Enron ve diğer büyük sahtekarlar "tersten düze" [backing in] olarak adlandırılan bir muhasebe yöntemi geliştirdiler. Tarafsız verilerin bir araya getirilip bilançoda gösterilmesi yerine, muhasebeciler tersten gidip diledikleri rakamları bilançoya yazdıktan sonra "verileri" bu rakamlara uyacak hale getirdiler. Aynı yöntem - yani tam anlamıyla yalancılık - her gün Irak'a karşı savaş açmak için kullanılıyor.

7 Ekim'de yaptığı konuşmada Bush Irak'ın ABD'yi vurabilecek pilotsuz uçaklar geliştirdiğini iddia etti. CIA'ye göre Irak bölgedeki hedefleri vurabilecek böyle bir cihaz ile "denemeler" yapmaktaydı ancak bu cihazın Atlantik'i geçme kapasitesi yoktu.

Bush aynı zamanda Uluslararası Atom Enerjisi Ofisi'nin (IAEA) Irak'ın "nükleer silah geliştirmesine altı ay kaldığını" bildirdiğini iddia etti. Fakat böyle bir açıklama hiç bir zaman için yapılmadı. Aslında Ofis 1998 yılındaki en son raporunda, Irak'ın nükleer silah üretebileceğine dair hiç bir belirti bulamadığını söylemişti.

ABD'nin petrol rezervleri üzerinde hakimiyet kurma çabası

Bush yönetimi ile, Blair ve Howard hükümetleri gibi, onun uluslararası destekçilerinin yaydığı yalanlardan oluşan sisli havayı dağıtıp tarihi kayıtlara bakarsak Irak rejiminin "dünya barışına" yönelik bir tehdit oluşturmaya, Irak'ın ABD'nin politik çıkarları ile çatışmaya düştükten sonra başladığını görürüz.

Saddam Hüseyin tarafından 1980 yıllarında Irak-İran savaşı sırasında İranlı askerlere ve Kürtlere karşı kullanılan kimyasal ve biyolojik silahların bir kısmı ABD tarafından sağlanmış ve onun desteği ile kullanılmıştı. Yakınlaşan savaşın gerçek nedeni Saddam Hüseyin'in Amerika Birleşik Devletleri'nin ya da dünyanın güvenliği için bir tehlike oluşturması değildir. Gerçek neden petroldür: ABD'nin dünya petrolünün % 11'ini oluşturan, dünyadaki ikinci büyük petrol rezervini denetimine alma uğraşıdır.

2001 yılının Nisan ayında, Dünya Ticaret Merkezi'ne yapılan saldırıdan beş ay önce, 21. Yüzyılda Enerji Politikasının Stratejik Sorunları başlıklı bir raporda ABD enerji sektörünün "kritik bir durumda" olduğu ve "ABD ve dünya ekonomisinde büyük bir sarsıntı yaratma potansiyeli" olan, "ABD ulusal güvenliğini ve dış politikasını dramatik bir şekilde" etkileyebilecek bir krizin "her an" patlak verebileceği uyarısı yer alıyordu. (Strategic Enerji Policy Challenges for the 21st Century, s. 4). Diğer şeylerin yanı sıra, raporda Irak politikasının "askeri, enerji, ekonomik ve politik/diplomatik değerlendirmeler de" dahil olmak üzere derhal gözden geçirilmesi öneriliyordu. (ibid, s. 22).

Raporu hazırlayanlar daha önce ilk Bush yönetiminde devlet bakanı olan ve 2000 seçimlerinde George W. Bush'un hükümeti ele geçirmesinde önemli bir rol oynamış olan James A. Baker tarafından atanmıştı. Rapora göre geçmiş dönemde Amerika Birleşik Devletleri "Ortadoğu'nun petrol ihraç eden kimi kilit ülkeleriyle özel ilişkiler geliştirmişti". Bu ülkeler arz ve fiyatları "dünya ekonomisindeki büyümeyi baltalamayacak ve enflasyona sebep olmayacak şekilde ayarlıyorlardı." Diğer bir deyişle bu üreticiler ABD'nin taleplerine boyun eğiyorlardı.

Rapor devamla şunları söylüyor: "Ancak son zamanlarda durum değişti. Körfezdeki müttefiklerin yerel ve dış politika çıkarları, özellikle Arap-İsrail çatışması arttıkça, ABD'nin stratejik öncelikleri ile çelişmeye başladı. Pazarların güvenliğinin sağlanmasının karşılığında fiyatları düşürmeye daha yanaşır olmaya başladılar ve eldeki veriler üretimi dünyanın artan ihtiyaçlarına göre arttırabilmek için gerekli olan yatırımların zamanında yapılmadığını ortaya koyuyor. Amerikan karşıtı eğilimler bölgesel önderlerin Amerika Birleşik Devletleri ile enerji alanında iş birliği yapma olanağını kısıtlayabilir. Bunun sonucunda sıkışan piyasalar ABD'nin ve dünyanın kesintiler nedeniyle zarar görme olasılığını arttırıp, düşmanlarımıza zamansız bir şekilde petrol fiyatı üzerinde söz sahibi olma imkanı tanıdı. Irak 'anahtar' konumunda bir üretici durumuna geldi ve bu ABD hükümeti için zor bir durum yarattı" (ibid, s. 8).

Zorluk şurada yatıyor: arz sorununu çözmenin çözümü Irak üzerindeki ambargoyu kaldırıp dünya piyasalarına petrol akışını arttırmaktan geçiyor. Bu aynı zamanda Saddam Hüseyin'in rejimini de güçlendirecektir. Dolayısıyla bu ikilemin çözümü Irak'ta bir "rejim değişikliği"dir. Bunun ardından petrol arzı ABD'ye düşman bir rejimin ekonomik gücüne katkı sağlamadan arttırılabilir.

ABD'li akademisyen Michael Klare son makalesinde Başkan Yardımcısı Dick Cheney'nin yönetiminde hazırlanıp, 2001 yılının Mayıs ayında yayımlanan Ulusal Enerji Politikası Raporu'nda ABD'nin ithal petrole olan bağımlılığının gittikçe arttığının vurgulandığına işaret ediyor. Bu belgede ABD'nin 2000 yılında tükettiği petrolün yarısını ithal etmek zorunda kaldığı ve bu oranın 2020'de üçte ikiye yükseleceği ortaya konuluyor. Klare, Irak'ın iki çekici yanı olduğunu öne sürüyor. Birincisi, sadece Irak, Suudi Arabistan'a yedek olabilecek kadar petrole sahip. İkincisi, Suudi petrol alanlarının tamamı araştırılmış ve kullanıma sokulmuşken, "Irak büyük miktarlarda araştırılmamış fakat gelecek vaat eden hidrokarbon potansiyeli olan alanlara sahip. Alaska, Afrika ve Hazar bölgesindeki kullanılmamış alanlardan daha büyük olan bu alanlar, dünyanın en zengin kullanılmamış petrol rezervlerini barındırıyor olabilir." (Michael Klare, "Oiling the Wheels of War", The Nation, 7 Ekim 2002).

Ne var ki, şu anda bu gelecek vaat eden alanların birçoğu Avrupa, Rusya ve Çin'deki petrol şirketlerine tahsis edilmiş durumda. Ve bunlar küçük tutarlar değil. Uluslararası Enerji Ofisi'nin yayınladığı Dünya Enerji Görünümü 2001'e göre Saddam Hüseyin'in yaptığı yabancı petrol sözleşmelerinin toplam değeri 1.1 trilyon dolar düzeyinde olabilir (Bkz. The Observer, 6 Ekim 2002).

BM Güvenlik Konseyi'nde ABD, Rusya ve Fransa arasında hali hazırda yapılmakta olan pazarlıklar Saddam sonrası Irak'taki petrol sözleşmelerini paylaşmaktan ibaret. Saddam Hüseyin'in devrilmesinin önde gelen taraftarlarından eski CIA başkanı James Woolsey'e göre, ABD'yi bu savaşta desteklemeyenler, elde edilen ganimetin paylaşımı sırasında dışarıda kalacaklar.

16 Eylül'de Washington Post gazetesinde yer alan sözleri aynen şöyleydi: "Durum çok basit. Fransa ve Rusya Irak'ta petrol şirketleri ve çıkarları var. Birisi onlara Irak'ta düzgün bir hükümet kurulmasına yardım ederlerse, yeni hükümetin ve Amerikalı şirketlerin onlarla yakın işbirliği içersinde çalışması için ellimizden geleni yapacağımızı söylemeli. Tavırlarını Saddam'dan yana koyarlarsa yeni Irak hükümetini onlarla çalışmaya ikna etmek neredeyse olanaksız hale gelir."

Sıkıcı olma riskini göze alarak bu konu ile ilgili bir yayından daha alıntı yapmak istiyorum. Orta Doğu bölgesindeki askeri operasyonlardan sorumlu Amerika Birleşik Devletleri Merkez Komutanlığı 1995 yılında üstlendiği görevler konusunda şu değerlendirmeyi yaptı: "Ulusal Güvenlik Stratejisi'nde savunulduğu haliyle ABD'nin gösterdiği çabalar Amerika Birleşik Devletleri'nin bölgedeki yaşamsal çıkarlarını korumayı amaçlamaktadır -bu çıkar ABD ve müttefiklerinin kesintisiz ve güvenli bir şekilde Körfez'deki petrole ulaşmasını sağlamaktır."

ABD'nin küresel egemenlik kurma çabası

Petrol Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'ı işgal edip sömürgeleştirme planlarında çok önemli bir rol oynamasına rağmen, bunun tek neden olduğunu öne sürmek yanlış olur. Irak ile savaş çok daha büyük bir planın -Amerikan emperyalizminin bütün dünyayı egemenliği altına almaya yönelik taarruzunun- sadece bir parçası.

Bu yeni ortaya çıkmış bir şey değil. ABD'nin küresel egemenlik planları geçtiğimiz on yıl boyunca, yani Sovyetler Birliği'nin çökmesinden ve ABD'nin dünya çapında rakipsiz askeri güç haline gelmesinden bu yana geliştiriliyordu.

1992 yılında Pentagon, on yıllık döneme yönelik olarak bir taslak plan hazırladı. Plan öngörülebilir gelecekte ABD'nin üstünlüğünü koruyabilmesi için kesintisiz bir çaba harcanması çağrısı yapıyordu. Metinde "Birinci amacımız eski Sovyetler Birliği'nde ya da başka bir yerde, Sovyetler Birliği'nin oluşturduğu tehdide benzer bir tehdidin yeniden ortaya çıkmasını engellemektir" denmektedir.

Bu belge basına sızdırıldıktan sonra ilk başlarda epeyce kızgınlık yarattı. Belge Clinton yönetimin ilk yıllarında bir ölçüde de olsa arka plana itildi. Ancak arkasındaki güçler - bugünkü Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve o zaman Savunma Bakanı olan şimdiki Başkan Yardımcısı Dick Cheney - işin peşini bırakmadı. Tam aksine, planın uygulamaya konması için Amerika'yı yöneten politik çevrelerin içinde örgütlendiler.

Bu kişiler 1997 yılında bir araya gelerek "askeri güç ve ahlaki berraklık" programı temelinde "Amerikanın küresel önderliğini" savunmak ve buna destek sağlamak doğrultusunda "Amerikanın dış politikasındaki rehber prensiplerini" oluşturmak üzere Yeni Amerika'nın Yüzyılı Projesi'ni oluşturdular.

2000 yılının Eylül ayında bu örgüt perspektifini şu şekilde ifade ediyordu: "Soğuk Savaş sonrasındaki on yıllık süre içinde...neredeyse her şey değişti. Soğuk Savaşın dünyası iki kutupluydu; 21. yüzyılın dünyası ise - en azından şu anda - kesinlikle tek kutuplu ve Amerika dünyanın 'tek süper gücü' konumunda. Amerikanın stratejik amacı Sovyetler Birliğinin güçlenmesini engellemek olagelmişti; bugün ise görevimiz Amerikanın çıkarlarına ve ideallerine uygun güvenli bir uluslararası ortamı korumaktır". (Rebuilding America's Defences, s. 2)

Belge, Sovyetler Birliği'nin yıkılması ile, "Amerikanın güvenlik sınırları" olarak adlandırılan çerçevenin önemli ölçüde genişlediğine işaret ediyor. Körfez'deki İngiliz ve Fransız askerleri ile birlikte ABD güçleri günlük yaşamın bir parçası olurken, Balkanlar tam anlamıyla NATO'nun protektorası haline gelmiş durumda. Daha sonra şu önemli noktaya dikkat çekiliyor: "Bu güçlerin acil misyonu kuzey ve güney Irak'taki uçuşa yasaklı bölgeleri denetlemek olsa da Amerika Birleşik Devletleri ve önemli müttefiklerinin bu hayati önem taşıyan bölgedeki uzun vadeli kararlılığını gösteriyor."

ABD'nin bugüne kadar hiçbir zaman BM tarafından onaylanmamış olan uçuşa yasaklı bölgeler için gösterdiği gerekçe kuzey Irak'taki Kürt nüfusu ve güneydeki Şii nüfusu "korumaktır." Gerçek neden bu belgede ortaya konulmaktadır.

Belgede daha sonra şunlar söyleniyor: "Aslında Amerika Birleşik Devletleri uzun yıllardır Körfez güvenliğinde daha kalıcı bir rol oynamayı arzulamıştır. Irak ile olan çözümsüz anlaşmazlık gerekli mazereti yaratırken, önemli boyutlardaki Amerikan güçlerinin Körfez'de bulunma ihtiyacı Saddam Hüseyin yönetimi konusunu aşıyor" (ibid, s. 14).

Tabii ki, ABD yönetiminde söz sahibi olan sınıfların küresel konumlarını geliştirmeye yönelik planlamaları ayrı, bu planları uygulamaya koymaları ayrı şeyler. 19. yüzyılın sonlarından itibaren kitlelerin politik hayatın bir parçası haline gelmesinden ve işçi sınıfının ayrı bir toplumsal güç olarak ortaya çıkmasından bu yana, bütün ülkelerde hakim sınıflar, bir savaşa girebilmek için hep bunu haklı gösterecek gerekçeler bulmak zorunda kaldılar. Sonuç olarak, savaş için yapılan hazırlığın çok önemli bir aşaması kitleleri savaşın "demokrasi"yi koruma, dünyayı bir "tirandan" kurtarma, "yaşam biçimimizi" koruma gibi idealler için çıkarıldığı konusunda ikna etmeye yönelik propaganda olmaktadır.

Başkan Carter'ın eski ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski'nin belirttiği gibi: "Güç peşinde koşmak popüler tutku yaratacak bir amaç değildir; tabii ki ortada aniden baş göstermiş bir tehlike ya da halkın gündelik yaşamının esenliğine yönelik bir tehdit yoksa." (The Grand Chessboard, s. 36)

Dolayısıyla 11 Eylül terörist saldırısı, Bush yönetimi için bir politik piyango oldu. ABD kuvvetlerinin küresel genişlemesi için yapılan planlar bundan böyle "terörle savaş" bayrağı altında uygulamaya konabilirdi. Sadece bir yıllık bir süre içinde Afganistan'ın işgal edilişine ve bununla birlikte ABD kuvvetlerinin eski Sovyetler Birliği'nin Orta Asya cumhuriyetlerine yerleşmelerine tanık olduk. Bir sonraki aşama Irak ile savaş ve bu ülkede bir ABD protektorasının kurulmasıdır.

Terörist saldırılardan bu yana devamlı olarak "11 Eylül'den sonra her şeyin değiştiği" söyleniyor. Bir çok şeyin değiştiği kesin ancak asıl kavranması gereken en önemli konu 11 Eylül sonrası olanlar daha önce başlamış ve yürürlükte olan süreçlerin derinleşerek devam ettiğidir. Değişen en önemli şey terör saldırılarının, çok önceden hazırlanmış planların yürürlüğe konması için fırsat yaratmış olmasıdır. İki uçak o sabah Dünya Ticaret Merkezi'ne çarptığında Bush'un masasında Afganistan'ın işgali ile ilgili planlar hazır halde bekliyordu. Rumsfeld ve diğerleri derhal Irak rejiminin devrilmesi gerektiğinden söz etmeye başladılar.

Bir yıl sonra, aynı süreçler Bali bombalamasının ardından işlemeye başladı. Bu suçu işleyenler ile ilgili hiç bir kanıt sunulmadı, ancak ABD ve Avustralya hükümetleri Endonezya ordusuna daha yakın işbirliği yapmak için çağrıda bulunuyorlar. Bu bir süredir yapmak istedikleri bir şeydi ancak özellikle adalarda Endonezya askeri güçlerinin yaptıkları katliamlar nedeniyle kimi siyasi zorluklar söz konusuydu. Bali katliamından bir kaç gün sonra - ki Endonezya ordusunun kimi bölümleri doğrudan ya da dolaylı olarak bu katliamda yer almış olabilir - Avustralya Savunma Bakanı Robert Hill ve Dışişleri Bakanı Downer, Endonezya hükümetinin, saldıkları dehşetle ünlü olan Kopassus özel güvenlik kuvvetleri ile işbirliği ve ortak eğitim konularında görüşmeler yapmaya başladılar. Geçtiğimiz dönemde Washington'da Megawati hükümetinin Endonezya'daki halk hareketlerine karşı çok zayıf kalabileceği konusunda endişeler vardı. Bali katliamı, yine "terörle savaş" bayrağı altında, Endonezya ordusunun tekrar ön plana çıkması için iyi bir fırsat oldu.

Bush yönetiminin programı başkanın 17 Eylül tarihinde yayımlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi ile belli oldu. Bu belge ana politika olarak ABD'nin istediği zaman, isteği yerde, Amerika'nın çıkarlarına tehdit oluşturduğuna ya da gelecekte tehdit oluşturabileceğine inandığı herhangi bir ülkeye karşı askeri güç kullanmayı kendisine bir hak olarak ilan ediyor.

WSWS'in başkanı David North'un 1 Ekim tarihinde Ann Arbor-Michigan'da verdiği konferansta belirttiği gibi: "Modern tarihte hiç bir ülke, hatta Hitler çılgınlığının zirvesindeki Nazi Almanyası bile, küresel egemenlik için - ya da daha dobra bir deyişle dünyaya hükmetmek için - Amerika Birleşik Devletleri'nin şimdi yaptığı gibi böyle bir iddiada bulunmadı."

Bush'un UGS belgesi küresel hakimiyete ulaşma mücadelesine bayrak edilen "terörle savaş"ın "sonu belli olmayan küresel bir girişim" olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Belgede şöyle deniliyor: "Sağ duyu açısından ve kendini savunmak için Amerika bu tür tehditleri daha başlamadan bitirmek için harekete geçecektir" ve bu yeni dünyada "güvenliği sağlamak için tek yol olan, harekete geçme yoludur."

Belge eski Sovyetler Birliği'nin bölünmesinin "Amerika'ya fırsatlar dönemi" sağladığını ilan ediyor. "ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi bizim değer yargılarımızın bütünlüğünü ve ulusal çıkarlarımızı yansıtan tamamen Amerikalı bir enternasyonalizm üzerine kurulacaktır." Bu gerçekten de çok özel bir tür enternasyonalizm -diğer bütün "büyük güçlerin"kinden daha üstün olan ABD çıkarlarını temel alan bir enternasyonalizm.

Bu belgenin bütünsel olarak tahlilini yapmak amacında değilim. Bu David North tarafından daha önce verilen "The war against Iraq and America's drive for world domination [Irak savaşı ve Amerika'nın küresel hakimiyeti için taarruzu]" başlıklı konferansta zaten yapıldı (bu konferansın İngilizce metni için: http://www.wsws.org/articles/2002/oct2002/iraq-o04.shtml). Yalnızca bir noktayı vurgulamama izin verin: Bu programın ABD'nin küresel hakimiyet programı olduğu şeklindeki değerlendirmemiz fanatik solcu hayal gücünün bir ürünü değildir. Politika alanında okuma yazması olan herhangi bir kişi - ABD'nin amaçlarını desteklesin ya da desteklemesin - bunları okur okumaz aynı sonuca varacaktır.

Financial Times (FT) gazetesinin durumunu ele alalım örneğin. UGS'in yayınlanmasından beş gün kadar sonra, FT Bush'un ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice ile başkanın yeni stratejisinin etkileri konusunda uzunca bir görüşme yaptı. Görüşmeyi yapan kişi Çin'in askeri gücünü arttırması durumunda ne olacağını öğrenmek istedi. Rice'ın yanıtı eğer Çin, girişimcileri ve ticareti teşvik ederse "kendilerine Amerika Birleşik Devletleri'nde çok iyi bir ortak bulacaklardır" şeklinde oldu. Yani aksi takdirde başka bir şey olacağı ima edildi.

Buna FT'li görevlinin yanıtı şu oldu: "Yani bir İmparatorluk Çağındayız. Çok felsefi olmak istemem ancak diyorsunuz ki tek bir süper güç olmalı, ki bu Amerika Birleşik Devletleri olacak, sevecen, aklı selim bir güç ve en önemli şey bu gücün korunmasıdır?"

Daha önce söylediğim gibi ABD'nin küresel hakimiyeti sorunu 11 Eylül'le tepki olarak ortaya çıkmadı, aksine bu ABD dış politika çevrelerinde geçtiğimiz on yıl boyunca tartışılmaktaydı. 11 Kasım 2000 tarihinde, şu anda Devlet Bakanlığı'nda politik planlama müdürü olan ve Wolfowitz ve Rumsfeld gibiler ile karşılaştırıldığında ılımlı bir insan olarak görülen Richard Haas, başlığı "Emperyal Amerika" olan bir yazı kaleme aldı.

Bu yazıda Haas uluslararası durumu özetlemek için şöyle demektedir: "Bu belirgin bir Amerikan üstünlüğünün olduğu ve gelecekte de muhtemelen böyle kalacak olan bir dünya. Öngörülebilir gelecekte Amerika'nın ekonomik, askeri ve kültürel gücünü dengeleyebilecek hiç bir ülke ya da ülkeler topluluğu mevcut değil. Ancak bu sadece bir tasvirdir, bir amaç değildir. Soğuk Savaş sonrasında hâlâ eksikliği yaşanan, Sovyetler Birliği'nin kontrol altında tutulmasına yönelik politikanın yerini alacak bir dış politikadır." Amerika'nın dış politikasının karşısına sürekli olarak çıkan temel sorun elindeki gücün fazlalığı ve bu fazlalığın Amerika Birleşik Devletleri'ne getirdiği bir çok ve önemli üstünlük ile ne yapacağıdır" ("İmperial America", s. 1).

Haas daha sonra emperyal dış politikanın "emperyalizm"le ve sömürgeler kurmakla karıştırılmaması gerektiğini, artık bunun mümkün olmadığını söylüyor. Sanki adı
değişince... Ve savunduğu şeyin kesinlikle bir tür imparatorluk olduğunu belirtiyor.

"İmparatorluk dış politikasını savunmak, ülkeler arasındaki ve ülkelerin kendi içlerindeki ilişkileri etkileyen bazı ilkeler doğrultusunda dünyayı düzenlemeye çalışmak için bir çağrı yapmaktır. ABD'nin rolü 19. yüzyıl Büyük Britanya'sının rolüne benzeyecektir... Baskı ve güç kullanımı normalde en son çare olacaktır; yüz elli yıl önce Britanya hakkında John Gallagher ve Ronald Robinson tarafından yazılanlar, yani 'İngiliz politikası mümkünse kontrol etme işini gayri resmi olarak yapmaktır ve ancak gerekli olduğunda resmiyete baş vurmaktır' ifadesi, bu yüzyılın başından itibaren Amerika'nın üstlendiği role uygulanabilir.

Diğer bir deyişle, uluslararası mali piyasalar, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu gibi küresel mekanizmalar ABD çıkarlarının egemenliğini garanti altında tutmak için çalışacaklar, disiplin gerektiğinde ise ordu serbest piyasa eldiveni içinden çıkan bir çeşit ısmarlama yumruk görevi görecektir.

Birinci Dünya Savaşı'nın kökenleri

Bu bizi en önemli soruya getiriyor: ABD'nin küresel egemenlik taarruzunun etkileri neler olacaktır? 21. yüzyıl başlarken emperyalizmin yeni bir çağa giriyor olması ne tür sonuçlara gebedir? Bu soruların cevaplarını bulmak için 20. yüzyılın tarihsel deneyimlerini incelemek gerekiyor. Diğer bir deyişle geleceğin ne getireceğini anlamak için tarihin derinliklerine inmek gerekiyor.

Geçen yüzyılın tarihiyle olan bağlantıyı bizzat UGS belgesinin kendisi veriyor. Bush - ya da onun adına konuşmasını yazan kişi- ABD'nin "barışı korumak için tarihi bir fırsattan yararlanmaya" çalıştığını iddia ediyor. "Bugün uluslararası toplum, on yedinci yüzyılda ulus devlet sisteminin doğuşundan bu yana, büyük güçlerin sürekli savaş için hazırlanmaktansa, barış içinde rekabet etmelerini sağlamak konusunda en iyi şansa sahip. Bugün dünyanın büyük güçleri ortak tehdit olan terörist şiddet ve kaosa karşı kendilerini aynı tarafta birleşmiş şekilde buldular" (op.cit., s. 2).

"Büyük güçler" teriminin kullanılması bizi büyük güçlerin küresel düzeyde ortaya çıktığı Birinci Dünya Savaşı öncesi döneme götürüyor. 19. yüzyılın ilk yarısında, gelişmekte olan küresel kapitalist ekonomi Büyük Britanya'nın egemenliği altında gelişti. Ancak yüzyılın son çeyreğinde büyük çaplı değişiklikler yaşanmaya başladı. 1870'den sonra birleşen Alman devleti büyük bir ekonomik patlamanın ön koşulu ve başlangıç noktası oldu. Avrupa'daki eski güç dengeleri bozulmaya başlıyordu. Ve batıda yeni bir güç yükseliyordu. Amerika Birleşik Devletleri iç savaşın ardından patlayıcı bir ekonomik dönüşüm yaşamıştı.

20. yüzyıla gelindiğinde, gündemdeki siyasi sorun bu büyük güçler arasındaki ilişkilerdi. Barışçı ve ahenkli bir gelişme mümkün müydü yoksa rakip güçlerin ortaya çıkması er ya da geç aralarında savaşın patlak vereceği anlamına mı geliyordu?

Marksist hareket sözde barışçı rekabetin -pazar ve kâr mücadelesinin, hammaddelere erişme çabasının, yatırım sermayesi için çıkış yolları arayışının- neden kaçınılmaz bir biçimde askeri çatışmaya yol açacağını açıkladı. Bununla birlikte, Marx'ın işaret etmiş olduğu gibi, rekabetin mantığı rekabete devam etmek değil, tekel haline gelmektir. Kapitalist güçlerin her biri kendi konumunu geliştirmek için harekete geçtiklerinde birbirleriyle çatışmaya başlarlar.

Buna karşı çıkan görüş ise birbirine mal satan, birbirinin ekonomisine yatırım yapan ve birbirinin pazarlarına hammaddelerine bağımlı olan bu büyük ekonomiler arasındaki bağlantıların bir savaş olması durumunda hepsi için çok yıkıcı sonuçlar doğuracağından göze alınamayacağı şeklindeydi.

Elbette ki bu sorunun cevabı geçen on yıl boyunca yaşanan bir dizi uluslararası krizin ardından 1914 yılının Temmuz-Ağustos aylarında savaşın patlak vermesiyle geldi.

Marksist hareket kapitalizmin bir toplumsal üretim sistemi olarak, insanlığın bir toplumsal örgütlenme biçimi olarak ilerici devrinin sonuna geldiğini gösteren savaşın tarihsel önemini ve yol açtığı yıkımı açıkladı. Kapitalizm daha öncesinde olduğu gibi insanlığı ileriye götürmek yerine, şimdi artık insanlığı barbarlığın en berbat biçimleri ile tehdit etmektedir. Savaşında ardındaki nedenleri bulmak için "ilk mermiyi kim sıktı" ya da "hangi taraf suçluydu" sorularını sormak yerine, savaşa neden olan ve kökleri derinlere uzanan toplumsal ve ekonomik süreçlerin keşfedilmesi gerekir.

Bu bakış açısına dayanarak Lev Trotskiy, en temel haliyle savaşı, kapitalizm tarafından yaratılan üretken güçlerin, ulusal devletin siyasi biçimine karşı başkaldırısı olarak açıkladı. Kapitalizmin devasa sanayileri, gelişiminin sağladığı iktisadi süreç, dünyayı ulusal sınırlarla bölerek oluşturulmuş alanların içine sığmaz hale gelmişti. Tıpkı yüzyıllar öncesinde kapitalizmin yükselişi sırasında krallıkların, düklüklerin ve prensliklerin yama işi yorganlarıyla beraber feodalizmin yıkılışını ilan etmesi gibi, üretken güçlerin daha da büyümesi ulusal devleti bir siyasi biçimlenme olarak bütünüyle anakronik hale getirmiştir.

Ancak kapitalizm ortaya çıkardığı bu büyük ulus devlet sorununu çözme yeteneğine sahip değildir. Büyüyen ekonominin bizzat kendisi -üretken süreçlerin sınırları ve kıtları aşmakta oluşu- küresel ekonomiye doğru gidilirken dünya üreticilerinin bilinçli işbirliğini gerekli kılıyordu. Ne var ki , pazarlar, kaynaklar ve kâr için mücadele etmeye dayanan kapitalizm bu görevi yerine getiremezdi. Büyük kapitalist güçlerin her biri kendi konumunu iyileştirebilmek -büyük güç olmaktan çıkıp, dünya gücü olabilmek için- rakiplerini bastırıp geçmek zorundaydı. Bu durum hepsini -Britanya'yı, Almanya'yı, Avusturya'yı, Fransa'yı, Japonya'yı, uydularını ve müttefiklerini ve nihayet batıda yükselen büyük güç olan Amerika Birleşik Devletleri'ni - birbiriyle açık bir çatışmaya girmeye itti.

Trotskiy'in tahlilinden çıkan sonuçlar nelerdir? Trotskiy şöyle yazmıştı: "Proletaryanın kapitalizmin emperyalist şaşkınlığını göğüsleyebilmesinin tek yolu, ona dünya ekonomisinin, günümüzün pratik bir programı olan sosyalist örgütlenmesi yoluyla karşı çıkmasıdır. Savaş, kapitalizmin, gelişiminin zirvesinde, çözümsüz çelişkilerini çözmeye çalışma yöntemidir. Bu yönteme proletarya kendi yöntemiyle, sosyalist devrim yöntemiyle karşı çıkmalıdır."

Lenin'in mücadelesi de aynı doğrultudaydı. Israrla belirttiği gibi, savaşın sonucu ne olursa olsun, ve hatta yeni bir barış dönemine girilse dahi, bu sadece geçici bir olgu olacaktı. Büyük kapitalist güçler dünyayı bölmeye ve yeniden bölmeye yönelik sonu gelmeyen bir mücadeleye kilitlenmiş durumdadırlar -ki bu kapitalist üretim tarzının ekonomik yapısındaki köklü dönüşümün sonucudur. Pazar ve kâr için yapılan rekabetin çok sayıda görece küçük boyutlu şirketler arasında gerçekleştiği 19. yüzyıl kapitalizminin yerini, tekelci şirketlerin oluşumu aldı.

Lenin, "Kapitalistlerin ve basınının işçi ve köylüleri aldatmak için kullandıkları bütün sloganlar -küçük mal sahibinin emeğine dayalı özel mülkiyet, serbest rekabet, demokrasi- geçmişte kaldı" diye yazmıştı. "Kapitalizm bir avuç 'gelişmiş' ülkenin dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu sömürgeci baskı ve mali boğazlama ile kontrol altında tuttuğu bir sisteme dönüştü" (Lenin, Collected Works, Cilt 22, s.191).

Lenin, Trotskiy ve o dönemin diğer önde gelen Marksistleri sosyalizmin hoş bir idealin gerçekleştirmesi değil bir gereklilik olduğunu göstermeye çalıştılar. Aksi halde insanlık kapitalizmin kendi üretim biçiminin çelişkilerinden doğan Birinci Dünya Savaşı'nda görülen tipte inanılmaz bir barbarlığa sürüklenecekti.

Woodrow Wilson'ın 14 maddesi

Bolşevikler Rus Devrimi'ni bu tarihsel bakış açısı temelinde örgütlediler ve devrimin önderliğini yaptılar. Devrim, geri kalmış tek bir ülkede sosyalizmi inşa etmeyi değil, dünya devrimi için bir başlangıç itkisi yapmayı amaçlıyordu. Tarih çelişkili bir şekilde ilerledi: işçi sınıfı iktidarı eline geçirme fırsatını göreceli olarak gelişmiş bir ülkede değil de en geri ülkelerden birinde elde etti. Devrim tüm dünyada işçi sınıfına ve kitlelere ileri doğru giden yolu gösterebilmek için bu fırsatı değerlendirmek zorundaydı.

Bu bakış açısına karşı, savaştan hakim emperyalist güç olarak çıkan Amerika Birleşik Devletleri'nin Başkanı Woodrow Wilson başka bir bakış açısı sundu. Wilson, 1919'da Versay görüşmelerine 14 maddelik bir program ile donanmış olarak geldi. Bu maddeler açık diplomasi, serbest ticaret, demokrasi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ile uluslararası düzeni korumak ve artık geçmişin bir parçası olan Birinci Dünya Savaşı türünden çatışmaları önlemek üzere Milletler Cemiyeti'nin oluşturulmasını temel alıyordu.

Wilson'ın programı ses getiren ilkelerine ve evrensel bir görünüme sahip olmasına karşın, asıl amacı savaş sonrasında bir dünya gücü haline gelmiş olan belirli bir "büyük gücün" -Amerika Birleşik Devletleri'nin- çıkarlarını savunup, geliştirmekti. Her şeyin ötesinde 14 maddelik program bütün kapitalist sistemi tehdit eden Sovyetler Birliği'ndeki ilk işçi devletine karşılık vermeyi hedefliyordu. İşte bu nedenle Versay'daki barış görüşmeleri sürerken, tüm büyük ülkelerin içinde yer aldığı müdahale ordusu, Sovyet hükümetini devirmeye çalışıyordu. 14 maddenin temelleri, ülkelerin geleceklerini kendileri belirleme hakkı, demokrasi ve özgürlük idi, ancak bunlar Sovyetler Birliği'ne ve hatta Hindistan'daki halk kitlelerine ya da emperyalist güçlerin zaferle ayrıldıkları herhangi bir sömürgeye uygun değildi.

Uyum içinde gelişmeyi sağlamak şöyle dursun, 1919 yılındaki Versay Antlaşması, imzalanışından sadece yirmi yıl sonra, 1929-32 yılları arasındaki Büyük Depresyon, faşizmin Almanya'da yükselişi ve İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi gibi yeni felaketlerin alt yapısını hazırladı.

Devirmeye karşı kontrol altında tutma

İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, ABD savaştan birincisinde olduğundan da daha güçlü bir konumda çıktı. Ancak hâlâ dünyayı istediği şekilde örgütleyebilecek bir konumunda değildi. Sovyetler Birliği'nin varlığı ABD'nin küresel emellerine sürekli olarak engel çıkarıyordu.

Amerikan hakim sınıflarının kimi bölümleri ve ordu SSCB'yi devirmek istiyordu. Ancak iki etken ellerini bağlıyordu: bunun uluslararası işçi sınıfında yaratacağı muhalefet ve SSCB'nin silahlı kuvvetlerinin kendisi. ABD, 1945 yılında Japonya'ya iki atom bombası atınca dünyaya isteklerini dikte edebileceğini ummuştu. Ancak bu planlar Sovyetler Birliği'nin nükleer silahlar geliştirmesiyle ve 1949 yılında Çin'deki Çan Kay Şek rejiminin devrilmesiyle büyük darbe yedi.

ABD hakim sınıfının saflarında hangi stratejinin uygulanması gerektiği konusunda görüş ayrılığı belirdi. Bir kesim "devirme" -yani Sovyetler Birliği ve Çin'deki Mao yönetimini ne pahasına olursa olsun devirme- yanlısıydı. Diğer bir kesim ise "kontrol altında tutma" yanlısıydı. Bu iki eğilim arasındaki çelişki gelecek dönemlerde önemli anlarda su yüzüne çıkacaktı. Kore Savaşı sırasında Truman yönetimi nükleer silah kullanmaya çok yaklaştı. MacArthur Kore-Mançurya sınırında 30 ile 50 arasında değişen sayıda nükleer bomba kullanılmasını savundu. 1962'deki Küba füze krizinde, ordunun kimi kesimleri Sovyetler Birliği ile tüm güçleriyle nükleer bir savaşa girme yanlısı idi. Yine Vietnam Savaşı sırasında orduda nükleer silah kullanımını savunanlar vardı.

"Kontrol altında tutma" hizbi üstün gelmeyi başardı. Öte yandan, David North'un verdiği konferans sırasında açıkladığı gibi, Soğuk Savaş döneminin incelenmesi "kışkırtma" ve "kontrol altında tutma"nın gerçekte ne anlama geldiğini ortaya koymaktadır. Sorun, bir yığın propagandada yer aldığı gibi, yayılma politikası izleyen Sovyetler Birliği'nin ABD tarafından kontrol altında tutulması değildir; durum bunun tam tersiydi. Sovyetler Birliği'nin misilleme yapabilecek olması ABD'yi tam boy bir küresel hakimiyet politikası izlemekten alıkoyuyordu.

ABD dış politikasındaki değişikliklerin altında yatan güçler nelerdir? Genel olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ekonomik ve politik düzenin önemli kapitalist güçlerin genişlemesine izin verdiği sürece "kontrol altında tutma" programının üstün gelmeyi başardığı söylenebilir.

1945 yılında başlayıp, 1973'e kadar devam eden bu süreç tarihe savaş sonrasının hızlı ekonomik büyümesi olarak geçti. Bu kapitalizmin tarihindeki en büyük ekonomik büyüme dönemiydi. Bu durum karşısında miyop gözlemciler, Lenin ve Trotskiy'in sosyalist dönüşümün tarihsel gerekliliği konusundaki vargılarının ve Lenin'in emperyalizm üzerine yazdıklarının geçmiş zamanlara ait şeyler olduğunu düşündüler.

Ancak savaş sonrasına ait denge çökmeye mahkumdu. 1970'lerin ortalarından bu yana dünya kapitalizmi içinden çıkamadığı yeni bir dengesizlik dönemine girdi.

ABD'nin dış politikasının kontrol altında tutmaktan devirme politikasına dönüşmesinin altında ekonomik durumdaki bu değişiklik yatıyor. Carter yönetimi Sovyetler Birliği'nin Orta Asya cumhuriyetlerinde kökten-dinci İslamcıları kışkırtma politikası geliştirdi. Bu politika Usama bin Ladin ve anti-komünist İslamcı kökten-dinci grupların ortaya çıkmasına yol açtı. Bu gruplar Suudi Arabistan tarafından finanse edildiler ve ABD'nin amaçlarına yakın bir doğrultu üzerinde faaliyet gösterdiler.

1980'lerde Reagan yönetimi SSCB'ye karşı büyük çaplı askeri yığınak yaparak istikrarsızlaştırma programına hız kazandırdı. ABD buna paralel olarak kendi içinde 1930'ların New Deal'i ve savaşın ardından yaşanan büyümenin işçi sınıfına kazandırdığı hakları ortadan kaldırmaya yönelik bir ekonomik ve sosyal programı uygulamaya koydu.

Stalinist bürokrasinin 1991 yılında SSCB'yi nihai olarak tasfiye etmeye karar vermesi ABD'nin hakim sınıfına eşi görülmemiş bir durum sundu. ABD artık dış politika hedeflerini herhangi bir dışsal kısıtlama olmaksızın uygulamaya koyabilirdi. Bu durum değişikliği Orta Doğu'da çok büyük bir etki yapacaktı.

ABD zaten 1973-74'te OPEC ülkeleri tarafından örgütlenen fiyat artışları nedeniyle darbe yemişti. 1975 yılında yönetimde söz sahibi olan çevrelerin içinde askeri müdahaleye ihtiyaç olup olmadığı konusunda tartışmalar yapılıyordu. Bunun ardından bir darbe de 1979'da çeyrek yüzyıl önce İran'da milliyetçi Musaddık yönetimini CIA-destekli bir askeri darbe yoluyla devirip yönetime getirilmiş olan Şah'ın devrilmesiyle geldi.

1980'li yıllar boyunca ABD İran'ı zayıflatabilmek için, Saddam Hüseyin'in rejimine İran'a karşı giriştiği gerici savaşta gittikçe daha fazla destek vermeye başladı. ABD Irak rejimine orduların hareketini gösteren uydu fotoğraflarını verdi ve bu ülkeye kimyasal ve biyolojik "kitle imha silahları" üretmekte ve bunları kullanmakta yardımcı oldu.

Savaş Irak'ın rejiminin zayıflaması ile son buldu. Irak ekonomisini onarmak ve ordusunu ayakta tutabilmek için ciddi şekilde petrol gelirlerine ihtiyaç duymaktaydı. Fakat aslında çıkardığı petrolü Irak'a ait petrol alanlarından alarak çıkaran ve üretimi arttırarak fiyatların düşmesine neden olan Kuveyt yönetimi bu ülkenin petrol gelirlerinin azalmasına neden oluyordu. Irak yönetimi Kuveytlilere derslerini vermek için harekete geçti. ABD'yi yokladıktan sonra -ABD elçisi April Glaspie Amerika'nın Arapların kendi arasındaki hesaplaşmalar arasında taraf tutmayacağını belirtmişti- Irak yönetimi işgale başladı. Saddam Hüseyin'in, ABD'nin daha önce diğer dostlarına yaptığı gibi bir politika değişikliği ile kendisini ortada bırakacağını görmesi için çok fazla beklemesi gerekmedi.

ABD, İran'a Irak yoluyla baskı uygulamaya çalışmıştı. Şimdi küresel durum değişiyordu ve ABD kendisini daha güçlü bir konumda buluyordu. Saddam Hüseyin'in İran'a karşı savaşta sekiz yıl boyunca kendisini desteklemiş olan ABD'nin, Kuveyt'in Irak tarafından işgal edilmesine destek vermesini beklemesi gerçekçi bir yaklaşımdı ancak bu beklentinin aksine Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesi ABD tarafından düzenlenen 1990-91 savaşının gerekçesi oldu.

Ne var ki, 1991'in başlarında durum bir bakıma hâlâ çok açık değildi. ABD, BM kararlarının dışına çıkarak Irak'ın tamamını işgal edip edemeyeceğinden emin değildi. Ayrıca askeri yenilgi sonrasında Saddam Hüseyin rejiminin çökeceğine inanılıyordu.

Gerard Henderson 14 Ekim'de Sydney Morning Herald gazetesindeki köşesinde Irak'taki savaşın petrol için yapılacağını savunanlara karşı güçlü bir kanıt bulmayı başardığını düşünüyordu: "Fakat eğer yönetimin asıl amacı petrolse neden Bağdat'ı Körfez Savaşı sırasında işgal etmedi? Rejim değişikliği Irak'ta daha o zaman yapılabilir ve ABD Irak'taki üretimin etkin denetimini eline geçirebilirdi."

Sayın Henderson'nun retorik sorusu kolaylıkla cevaplandırılabilir. O tarihte ABD, BM yaptırımlarının ötesine geçmeyi çok riskli buluyordu. Ancak bu kendini tutma kararı bir sonraki fırsatı değerlendirmek konusunda kararlı olan hakim sınıfların çeşitli kesimleri arasında çok sert tartışmaların yaşanmasına neden oldu.

Geçtiğimiz on yılda ABD'nin dış politikasının gittikçe daha fazla tek taraflı hale geldiği ve yaptığı askeri müdahalelerin artmakta olduğu rahatlıkla görülebilir. 1990-91'de Körfez Savaşı Birleşmiş Milletler'in çatısı altında yürütüldü. 1999 yılında Yugoslavya savaşı BM'nin dışında, NATO desteğiyle yapıldı. 2001-2002'de Afganistan'la yapılan savaş ABD tarafından hem BM'nin, hem de NATO'nun çerçevesi dışında düzenlendi. Şimdi ise ABD kimi NATO müttefiklerinin açıkça karşı çıkmasına rağmen Irak'ı işgal edip kukla bir yönetim kurmayı planlıyor.

ABD'nin gittikçe saldırganlaşan -kontrolden devirmeye ve şimdi de yeni sömürgeler kurmaya kadar uzanan- dış politikasının kökeninde savaş sonrası ekonomik büyümenin son bulması ile 1970'lerin başlarından beri son otuz yıllık dönemde dünya kapitalizminde yaşanan değişikliklerin ve savaş sonrası ekonomik büyümenin çökmüş olmasının yattığına işaret etmiş olduk.

Toplumsal eşitsizliğin artması

Bu değişikliklerin toplumsal sonuçları şu şekilde özetlenebilir: hem ülkeler arasındaki, hem de ülkelerin kendi içindeki eşitsizlik büyüyor. Bush'un Ulusal Güvenlik Stratejisi "özel mülkiyete saygı", "piyasa serbestisi" ve "piyasa özendiricileri" gibi ifadelerle dolup taşıyor; oysa ki bu programların tüm dünyada milyarlarca insanın hayatında yıkıcı bir etki yaptı.

İnsan ırkının yarısından fazlası günde 2 $'dan az bir miktar ile yaşamını sürdürmek zorunda. Geçen gün bir yerlerde Avrupa'da ineklerin Avrupa Birliği'nin tarım politikası çerçevesinde bundan çok daha fazlasını aldıklarını okudum.

Bütün önde gelen kapitalist ülkelerde geçtiğimiz yirmi yıla toplumsal eşitsizliğin artması ve servetin üst düzey gelir grubunun lehine yeniden dağılımı damgasını vurdu. Bu hiçbir yerde Amerika Birleşik Devletleri'nde olduğu kadar açık değildir.

Geçen Pazar günü New York Times gazetesinde ekonomist Paul Krugman tarafından yazılan bir makalede servet ve gelir dağılımında gerçekleşen "yapısal değişikliklere" atıfta bulunuluyordu. Krugman "Son otuz yılda gerçekleşen çok büyük eşitsizliğin boyutlarını, özellikle inanılmaz miktarlardaki servet ve gelirin sadece bir kaç kişinin elinde toplanmasının sebeplerini ve bunun sonuçlarını anlamadan" Amerika Birleşik Devletleri'nde neler olduğunu anlamanın mümkün olmayacağını öne sürüyor. Krugman'ın kısa bir süre önce yapılmış olan bir çalışmadan aktardığına göre 1998 yılında nüfusun en zengin yüzde 0.01'i bütün gelirin yüzde 3'ünden fazlasını almış. Buna göre, Amerika'daki en zengin 13,000 ailenin geliri neredeyse en fakir 20 milyon ailenin gelirine eşit ve bu 13,000 ailenin geliri ortalama bir ailenin gelirinde 300 kat fazla.

Bu zenginleşme süreci geçtiğimiz 20 yılda mali asalaklığın hızla yaygınlaşmasına, mali ve ekonomik kaynakların yağmalanmasına dayanmaktadır. Kurumsal skandalların -içerden gizli bilgi sızdırmaya dayanan borçlanma, hisse senedi işlemleri vb.- detayları arasında kaybolmak çok kolaydır fakat aslında durum çok basit. Bütün bu karmaşık düzenlemeler, göz önündeki yapılan yağmalamanın ve suç teşkil eden davranışların gelişmiş şirket stratejileri olarak gösterilmesi içindir.

Ortaya çıkan bu tür gangster unsurları bir kaç çürük elma olarak görmemek gerekir. Son tahlilde bu durum kapitalist ekonominin işleyişindeki derin krizin bir ifadesidir. Siyasal olarak bu kriz en mükemmel siyasi ifadesini bu tabaka ile tam anlamıyla içi içe olan Bush yönetiminde bulmaktadır.

Ve eğer dış politika iç politikanın bir uzantısı ise, Irak petrolünün yağmalamanın ABD dış politikasının tam merkezinde yer alması neden şaşırtıcı olsun ki. Ya da, ABD'deki bir TV ekonomi kanalı CNBC'nin yorumcusu ve aynı zamanda bundan önceki dört ABD başkanına ekonomik danışmanlık yapmış olan William Seidman'ın yakın zamanda söylediği gibi Irak savaşı "düşünebileceğim belki de en kârlı şeylerden biri."

Bu süreçlerin sadece ABD'ye özgü olduğuna inanmak ve başıboş Amerikan kapitalizminin, daha yumuşak, daha sevimli, Avrupalı, Asyalı hatta Avustralyalı bir kapitalizm ile dengelenebileceğine inanmak çok büyük bir hata olur. ABD'deki ekonomik ve toplumsal oluşumlar küresel kapitalist düzenin gelişimindeki eğilimlerin çok keskin bir ifadesidir.

Emperyalizme ve savaşa karşı bir mücadele geliştirebilmek için bunun anlaşılması yaşamsal bir önem taşımaktadır. Böyle bir mücadele, eğer kesintiye uğraması ve sadece bir protestoya indirgenmesi istenmiyorsa -bu durumda fırtınanın dineceğini bilen hakim sınıflar yollarına devam edecektir- emperyalizme ve savaşa yol açan sosyo-ekonomik düzene -küresel kapitalist sisteme- karşı yöneltilmelidir.

Ayrıca emperyalizme ve savaşa karşı mücadele, bu miadını doldurmuş, gerici toplumsal sisteme karşı çıkabilecek ve toplumsal varoluşuyla insanlığın kurduğu uygarlığın gelişimine kaldığı yerden devam etmesini sağlayacak, yeni ve daha üstün bir sosyal sistemi kurabilecek olan tek toplumsal güce dayanmalıdır. İşte bu nedenle, bu mücadele temelinde, uluslararası işçi sınıfının birleşmesini amaçlayan sosyalist devrimin dünya partisinin inşa edilmesini gerektirir. Bu, Sosyalist Eşitlik Partisi'nin Avustralya seksiyonunu oluşturduğu Dördüncü Enternasyonal Uluslararası Komitesi'nin görüşüdür. Sizleri ivedilikle bu uluslararası partiye katılmak konusunda bir karar almaya davet ediyorum.

 

Sayfanın başı

Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.



Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır