DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz : Savaş haberleri : Irak
Kargaşaya doğru: Amerikan Emperyalizminin krizi ve Irak savaşı
David North
1 Nisan 2003
Aşağıda DSWS'nin
uluslararası yayın kurulunun başkanı ve ABD'deki Sosyalist
Eşitlik Partisi'nin ulusal sekreteri David North'un Dünya Sosyalist
WebSitesi ve Sosyalist Eşitlik Partisi tarafından 29 Martta Michigan
eyaletinin Ann Arbor şehrinde düzenlenen, , "Sosyalizm ve Emperyalizme Karşı
Mücadele: Yeni bir Uluslararası İşçi Hareketi için Strateji ve
Program" başlıklı Konferansta sunduğu açılış
raporunu yayınlıyoruz.
Irak'a karşı Amerika Birleşik
Devletleri hükümeti tarafından başlatılan "keyfi
savaşın" ilk 10 gününü değerlendirirken, aklıma
Britanyalı tarihçi Ian Kershaw'ın iki ciltlik Adolf Hitler
biyografisine koyduğu altbaşlıklar geldi. Faşist liderin kariyerinin
1936'da Alman askerlerinin, silahsızlandırılmış
Renanya'ya muzafferane biçimde yeniden girişine kadar uzanan bölümünü
kapsayan ilk cildinin altbaşlığı, yazarın "şu
felaket saçan kendini beğenmiş küstahlık" olarak
tanımladığı Hubris'dir (Kibir). İkinci cilt
Hitler'i ve "bin yıllık" Reich hükümetini yutan felakete doğru gidişin
izlerini sürmektedir. Bu cildin altbaşlığı Hubris'in
aptallıklarının öcünü alan Yunan tanrıçasının
adı olan Nemesis'tir.
Irak'ın işgalini önceleyen aylarda,
Bush yönetiminin kibri sınır tanımıyordu. Amerika
Birleşik Devletleri'nin dünyayı diktesi altına
almasını sorgulamaya cesaret eden herkese hakaret ve tehdit
yağdırırken, Bush ve ortakları Irak'a ve diğer herkese
hiç unutmayacakları bir ders vermeye ant içmişlerdi. Ancak gelişmeler
Bush yönetiminin umduğu gibi olmadı. Bundan neredeyse kırk
yıl önce, Vietnam savaşı döneminde, Amerika'nın siyasi ve
askeri stratejilerinin temelinde yer alan büyük mantık
hatalarının ortaya çıkması için bir kaç yılın
geçmesi gerekmişti. Bu savaşta, tüm projenin iflası, bir hafta
içinde meydana çıkıverdi.
10 günlük savaş, medya tarafından
bıkmadan işlenen yenilmez Amerika'nın havasını
söndüren bir darbe oldu. Donald Rumsfeld aniden bıyıklarında ter
biriken, buruşuk, yaşlı bir adama dönüşüverdi. Bush yönetiminin,
askeri uzmanların ve medyanın tahminlerinden geriye ne kaldı:
Savaş başladıktan bir kaç saat sonra Irak'ın "şok ve
dehşet" içersinde teslim olacağı mı? Irak'taki rejimin
bütünüyle yalıtılmış olduğu ve çöküp gideceği mi?
Irak ordusunun savaşmaktan aciz oluşu mu? "Komuta kontrol"
merkezlerinin bombalanmasının Irak'ın ciddi bir askeri
operasyona girişme yeteneğini felce uğratacağı mı?
Ve hepsinin ötesinde, Amerikan ve Britanya kuvvetlerinin kurtarıcı ve
özgürlük getiren güçler olarak karşılanacakları söyleniyordu...
Savaştan önce, on yıldan bu yana Irak'ın
işgal edilmesi gerektiği konusunda ısrar eden sağcı
strateji uzmanı Kenneth Adelman, Washington Post gaztesinde
söyle yazmıştı: "Hüseyin'in askeri gücünü yerle bir edip
Irak'ı kurtarmanın çocuk oyuncağı olacağını
düşünüyorum." Savaşın bir diğer
kışkırtıcısı Richard Perle, MSNBC'de şöyle
buyurmuştu: "Bazı küçük direnişler olabilir, ancak Saddam
Hüseyin'i savunmak için çok az sayıda Irak'lı
savaşacaktır."
Medya bu iddiaları herhangi bir
rezervasyon koymadan benimsedi. En ünlü muhabirler Amerikan kuvvetlerinin içine
"yerleştirilmek" (ya da kucağına oturtulmak) üzere Kuveyt'e
gönderildi. İhtişamlı bir zafere katılıp Bağdat'a
konma fikrinin verdiği haz ile kendilerinden geçtiler.
Bırakın Bush yönetiminin
iddialarını araştırıp çözümlemeyi, ortada
eleştirel habercilikten eser bile yoktu. Geçtiğimiz yıl boyunca düzen
medyasının, Beyaz Saray ve Pentagon'nun sözcüsü olmaktan öteye
gitmeyerek tamamen yozlaştığına tanık olduk. Medya,
gerçeği yalandan, yanlış ve hayal ürünü haberden ayırt
etmek için hiç bir çaba göstermedi. Ordunun yürüttüğü psikolojik
savaşın aleti olmayı seve seve kabullendi. Son iki haftadır
CNN, MSNBC, FOX ve diğer kanallar tarafından verilen bazı
haberleri hatırlayalım: Cumhuriyet Muhafızlarının
Generalleri e-posta ile teslim olma pazarlığı yapıyorlar;
Başbakan Yardımcısı Tarık Aziz saf
değiştirdi; Saddam Hüseyin öldürüldü; Amerikan kuvvetleri
Bağdat'a girerken sıcak karşılandılar; ve en son olarak,
Basra'da ayaklanma başlıyor.
Pentagon tarafından kaba saba bir
şekilde ve aptalca uydurulmuş bütün bu hikayeler medya tarafından
tarafsız gerçekler olarak kabul edildi. En son geçtiğimiz Pazar günü,
Washington Post gazetesi "çocuklu aileler...güneydeki Basra
şehrinin yakınlarında yollara dizilip, kuzeye yürüyen ABD ve
İngiliz kuvvetlerine sevgi gösterilerinde bulunuyorlar" diyerek hayal
kuran bir başyazı üretti. Yazı "Saddam Hüseyin ve onun rejiminin
yarattığı terörün oluşturduğu tehdide gözlerini kapatarak
müdahaleyi engelleyici tavır alan diplomatları ve savaş
karşıtı göstericilerin bir çoğunu" suçluyordu. Post
savaşa karşı çıkanlara mağrur bir şekilde, "Denizcileri
kurtarıcı olarak selamlayan Iraklılara bakın"
talimatını veriyordu.
Medya kendi propagandasında boğuldu.
Irak'ta karşılaşılacak bir direnişin
dışında her şey hesaplanmıştı. Amerikan
ordusunun gücü karşısında yerlere eğilen basın, 23
milyon Iraklının da aynı şekilde
davranacağını zannetti. Devlete karşı boyun
eğmiş olduklarından, işgal kuvvetlerinin
karşılaştığı zorluklar ve yenilgiler karşısında
tamamen hazırlıksız yakalandılar. Aslında bu kendi
kendini aldatma, ABD askeri kuvvetlerinin
karşılaştıkları güçlüklerin artmasına
karşın devam etti. Savaşın ilk günlerinde medyada, Bush
yönetiminin yaptığı lojistik, taktik ve stratejik hesap hatalarının
boyutları hakkında halka bilgi veren hiçbir haber yer almıyordu.
Medya kendinden geçmişçesine, kuzeye doğru göz
kamaştırıcı bir hızla hareken eden "çelik
yığını"ndan ve amansızca ilerleyen tankların
ağırlığı altında sarsılan topraklardan söz
ediyordu.
Ancak Perşembe günü gerçekleri gizleyen
maske düştü. Washington Post Pentagon'un stratejisi ile ilgili olarak
ordu içinde ortaya çıkan endişeyi açığa vuran bir rapor
yayınladı:
"Berbat hava koşulları, uzun ve
güvenliği sağlanamayan destek hatları ve Amerikan ordusunun
muhteşem gücü karşısında teslim olmayı reddeden bir
düşman nedeniyle, beklentiler ve planlar konusunda bazı ABD'li üst
düzey generaller durumu tekrar değerlendirmek durumunda kaldılar. Bunlardan
bazıları sürekli olarak daha fazla sayıda ABD gücünün
yığılmasını gerektirecek bir durumun ortaya çıkma
tehlikesinin bulunduğunu bile belirtiyorlar. Yetkililere göre, hem
Irak'taki savaş meydanında, hem de Pentagon'un toplantı
odalarında, komutanlar dün, daha bir hafta öncesinde beklenenden daha
uzun, daha zor bir savaş hakkında konuşuyorlardı.
"Yüksek rütbeli bir subay dün 'Bana bunun
nasıl biteceğini söyler misin' dedi."
Pentagon şimdi kendi illüzyonlarının
önceden kestiremediği sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyor.
Bağdat'a saldırı amacıyla değil, sırf zorlanan ve
saldırıya açık olan destek hatlarını korumak için on
binlerce ek kuvvet Irak'a gönderiliyor.
Bush yönetimi, herkesle alay edercesine, bu
savaşa "Irak'ın Özgürlüğü Operasyonu" adını
vermişti. Kitlesel direnişin artması karşısında, savaşın
asıl amacının arkasındaki mantık -Irak'ın ele
geçirilmesi ve bir Amerikan sömürge protektorası haline
dönüştürülmesi- Amerika Birleşik Devletleri'ni Irak halkına
karşı gittikçe artan bir şiddet uygulamaya zorlayacak. Amerika
Birleşik Devletleri Irak halkına "özgürlüğünü" verebilmek için
Bağdat'ı kuşatıp, bombalarken halkı açlığa
mahkum edecek. Bush tekrar tekrar bunun yarım yamalak bir savaş
olmayacağını belirtti. Bu hükümetin önüne geçilemezse,
savaşın çılgın bir katliama dönüşmesi ister istemez kaçınılmaz
olacak.
Zapt
edilemeyen vahşetin tarihi
Bu savaşa karşı daha
başlamadan önce gelişen yaygın muhalefetin düzeyinin, Vietnam
Savaşı'na karşı gelişen muhalefetin en çoşkun
anlarından bile daha yukarıda olduğu sıkça söyleniyor.
Savaşın başlamasından önceki protesto gösterileri tarihte
görülmüş en büyük gösterilerdi. 15-16 Şubat günlerinde, hafta sonunda
yapılan gösterilerin ve toplantıların sadece nicelik olarak değil,
nitelik olarak da bir eşi bulunmuyor. Savaşa muhalefet daha önce hiçbir
zaman böyle uluslararası bir biçimde ortaya konmamıştı.
Birinci Dünya Savaşı'nın arifesinde, İkinci Enternasyonal'in
en parlak dönemlerinde bile savaşa karşı bu derecede koordineli
uluslararası bir hareket örgütlemek mümkün olmamıştı.
Dünyanın dört bir yanından milyonlarca insanı kucaklayan bir hareketin,
derin ve nesnel bir önemi olmalıdır -hele ki böyle az çok
kendiliğinden oluşmuşsa. Bu yazıda daha sonra bir dereceye
kadar açıklayacağım gibi, bu kitle hareketleri emperyalizme
karşı mücadelede yeni bir aşamanın başlangıcını
belirlemektedir.
Ancak herşeyden önce şunu kabul
etmek gerekiyor: kitlesel protesto gösterileri savaşı durduramaz.
Savaşa karşı hareketin önemli bir toplumsal güce
dönüşebilmesi için, çok daha üst düzeyde bir politik bilinç gereklidir.
Emperyalizme karşı kitlesel mücadelenin tabanını
oluşturacak bir program ve perspektife ihtiyaç var.
En büyük hata egemen seçkinlerin azmini ve ne
kadar merhametsiz olabileceklerini küçümsemek olacaktır. Amerika'nın egemen
sınıfı ve ordusu yenilmez değildir. Ancak kolay lokma da
değildir. Yurt dışında düşmanlarına
karşı yürüttüğü sayısız savaş ve ülke içinde
muhalefete karşı yürüttüğü keskin mücadeleler içinde
kazandığı tarihsel deneyimler, egemen seçkinleri kendi
sınıf çıkarlarına meydan okuyanlara karşı
umarsızca vahşet uygulamaya
koşullandırmıştır. Amerikan egemen
sınıfının tarihi Başsavcı John Ashcroft'un
demokratik ilkeleri kabaca ihlal etmesi türünden örneklerle doludur: 1919-1920'nin
Palmer Baskınları; 1937'nin Anma Günü Katliamı; 1950'lerin
McCarthy döneminin cadı avları; 1960'ların sonlarında
Newark, Detroit ve diğer şehirlerin azınlık mahallelerinde
patlak veren başkaldırının kanlı bir şekilde
bastırılması; Mayıs 1970'de Vietnam Savaşı'nı
protesto eden dört Kent Eyalet Üniversitesi öğrencisinin öldürülmesi;
Eylül 1971'de Attica hapishanesi mahkumlarının katliamı...en
sonunda Nisan 1993'de Teksas, Waco'da kafası karışık ve siyasi
olarak zararsız 80'den fazla erkek, kadın ve çocuğun
yakılıp kül edilmesine kadar.
Bu tarihsel deneyimleri hatırlamak
yerinde olur, çünkü savaşa karşı mücadele kendisini dünya
kapitalist sistemi ve onun en kararlı kesimi olan Amerikan emperyalizminin
tarihsel gelişimi hakkında detaylı ve derin bilgilere
dayandırılmalıdır. Irak'a karşı savaşın
en iyi şekilde anlaşılabilmesi için uzun ve karmaşık
bir tarihsel sürecin doruk ve dönüm noktası olarak ele alınması
gerekir. Bu savaşı başlatmasına ve sonuçlarının siyasi
ve manevi sorumluluğunu kesinlikle taşımasına rağmen,
Bush yönetimi tarih yapmaktan çok, kavramakta zorlanacakları güçlü nesnel
süreçlerin bir aracı konumundadır. 1914'de Birinci Dünya
Savaşı'nın çıkması ve 1939'da İkinci Dünya
Savaşı'nın patlak vermesi gibi 2003'de bu savaşın
çıkması da dünya kapitalist sistemindeki derin çelişkilerden
kaynaklanmaktadır. En geniş tarihsel bağlamda
bakıldığında, bu savaşa neden olan çelişkiler ile
daha önce iki dünya savaşına yol açan çelişkilerin özünde aynı
olduğu görülür. Savaş bir kez daha ekonomik gelişmenin esas
olarak küresel olan karakteri ile ulus devlet sisteminin anakronik karakteri arasındaki
çelişkinin sonucunda ortaya çıkmaktadır.
Bush yönetimi tarafından ilan edilen hegemonik
proje -ki bu en açık şekliyle Eylül 2002'de yayınlanan Ulusal
Güvenlik Stratejisi dokümanında görülmektedir- dünyanın engin
kaynaklarını Amerika Birleşik Devletleri'nin - ya da daha
doğru bir deyişle Amerika Birleşik Devletleri'ndeki egemen
seçkinlerin- denetimi altına sokmaya yönelik bir girişimdir. Mevcut
kapitalist ulus devletler arasındaki, en başta petrolün
bulunduğu kaynaklara erişim ve kullanım konularındaki
anlaşmazlıkların en güçlü kapitalist ülke olan Amerika
Birleşik Devletleri tarafından çözülmesi gerekmektedir. Bu kararlar,
insanların gerçek ihtiyaçlarını gidermeye yönelik hesaplamalarla
alınmak yerine, Amerika'nın denetimindeki ulus-ötesi şirketlerin
en büyük hissedarlarının kâr-zarar hesaplarına göre alınmaktadır.
Irak
savaşının tarihsel kökleri
Buradaki dinleyicilerden, baskın olan
pragmatik Amerikan kafa yapısına ters düşen birşey
yapmalarını, günümüzün sorunlarını onların tarihsel
kökenlerini inceleyerek anlamaya ve onlara bu yolla çözüm bulmaya
çalışmanızı istemem gerekecek. Dolayısıyla,
Amerikan emperyalizminin kanlı doruğuna yaklaştığımız
şu sırada onun köklerini ve gelişimini gözden geçirmek gerekiyor.
Tuhaf bir şekilde ve büyük ölçüde bilinçsiz olarak, Rumsfeld de dahil
olmak üzere Bush yönetiminin çok sayıdaki temsilcisi bu tarihe gönderme
yaptı. Bu durum kendisini Amerika Birleşik Devletleri'nin sömürgeci
arzularının olmadığının veya Irak'ın toprak
ve doğal kaynaklarına yönelik olarak talancı bir amaç gütmediğinin
ilanı şeklinde gösterdi. Amerika her zaman olduğu gibi,
işgal ettiği ülkenin halkına özgürlük getirmeyi
amaçlamaktadır.
Başka hiç bir emperyalist ülke, hem de en
barbarca amaçları için, demokratik idealizm safsatasını bu kadar
uzun bir süre ile ve bu denli başarılı bir şekilde
kendisine kalkan yapamamıştır. Bu başarı belki de
Amerika Birleşik Devletleri'nin devrimci kökenlerine dayandırılabilir.
Bu ülke doğduğu andan itibaren devrolunamaz nitelikteki yaşama,
özgürlük ve mutluluk arama haklarını kabul etti. Bu nimetlerin köle
olarak pestili çıkan 3 milyon insan söz konusu olduğunda inkar
edilmesi ülkenin kurucuları ve onların takipçileri tarafından
örtbas edilmeye çalışılan bir çelişki idi. Ancak daha Amerika
Birleşik Devletleri - bütün kıtayı denetimi altına alabilmek
için - "Genişleme Kaderi"ni bağrına basarken, çözümlenmemiş
olan kölelik sorunu ülkeyi parçaladı ve 1861'de İç Savaş'ın
çıkmasına neden oldu. Abraham Lincoln önderliğinde Birliğin
savunulması devrimci boyutlara ulaştı. Konfederasyon'un ekonomik
temelleri yıkıldı ve değeri 4 milyar $ civarında olan kölelik
mallarına el kondu.
Ancak İç Savaş sonrasında Amerika
Birleşik Devletleri'nin gelişimi Lincoln'un hayal ettiğinden çok
farklı bir yol izledi. Köleliğin yıkılması ve
Birliğin korunması "özgürlüğün yeniden doğuşunu"
sağlamadı, aksine Kuzey Amerika kıtasında sanayi kapitalizminin
konsolide olmasına neden oldu. Bu kaçınılmaz ekonomik sürecin
sonucu, halk için, halk tarafından kurulan, halkın hükümeti
değil, yeni kapitalist plütokrasi için, kapitalist plütokrasi
tarafından kurulan, kapitalist plütokrasinin hükümeti oldu. Kapitalizmin
gelişmesinin ve kâr sisteminin karşı konulamaz
hegemonyasının önüne çıkan her engel acımasızca yok
edildi ya da bastırıldı. Yerli Amerikan toplumundan ve
kültüründen geriye kalmış olanlar -bunlar toprağın ve
sanayinin özel mülkiyetine dayalı bir ekonomik sistem içinde asimile
olmaya karşı direniyorlardı - 30 yıl içinde
darmadağın edildi. Aynı zamanda, Amerikan burjuvazisi ortaya
çıkmakta olan işçi sınıfının ilk önemli
mücadelelerini acımasızca bastırdı: 1877 ulusal grevi, 1880'lerde
günlük çalışma saatlerinin sekiz-saate indirilmesi için verilen
mücadele, 1892 Homestead Steel çelik grevi ve 1894 Pullman grevi, patlak veren
bu sınıf mücadelelerinin sadece en çok bilinenleri olarak sayılabilir.
Amerikan kapitalizminin ulusal konsolidasyonu,
ülke sınırlarının dışına doğru
genişlemek için gerekli olan koşulları oluşturdu. 1898'deki
İspanya-Amerika savaşı Amerikanın emperyalist bir güç
olarak kariyerinin başlangıcını oluşturdu. Misyonunun
ezilmiş halkları kurtarmak olduğunu ilan eden Amerika
Birleşik Devletleri, İspanya'ya karşı elde ettiği
zaferi Karayipler'de Küba ve Port Riko, Pasifik'te Filipin halkını
boyunduruğu altına alarak kutladı. Pasifik takımadalarının
"kurtarılması", 200.000 Filipinlinin yaşamına mal olacak
şekilde, ulusal demokratik bir isyanın acımasızca
bastırılmasını gerektirdi.
Amerika Birleşik Devletleri'nin ondokuzuncu
yüzyılın sonlarında, bir dünya gücü olarak ortaya
çıkması dünya ölçeğindeki sürecin bir parçasıydı.
Sömürgeciliğin yaygınlaşması farklı siyasi ve ekonomik
nedenlere dayanmasına rağmen, ondokuzuncu yüzyılın
sonlarına doğru en kuvvetli kapitalist ülkelerin, pazarların ve
nüfuz alanlarının paylaşımı için amansızca sertleşen
bir mücadeleye girdikleri emperyalist bir sisteme dönüştü. Bu mücadeleler aracılığıyla
büyük kapitalist güçler kendilerine dünya ekonomisi üzerinde hakim bir konum
sağlamaya çalışıyorlardı.
Avrupa
savaşı ve Rus Devrimi
Avrupa'nın önde gelen emperyalist güçleri
arasındaki keskin çelişkiler, en nihayetinde 1914 Ağustosunda
savaşın patlak vermesine yol açtı. Bu savaşın
altında yatan tarihi nedenleri en parlak şekilde açıklayan bir
Rus Marksisti, Lev Trotskiy oldu:
"Bu savaş temelde, üretici güçlerin ulus
ve devletin siyasi biçimine karşı bir baş
kaldırmasıdır. Bu ulus devletin bağımsız bir ekonomik
birim olarak çöktüğü anlamına gelmektedir...Bu savaşın gerçek
nesnel önemi mevcut ulusal ekonomik merkezlerin yıkılması ve
bunların yerine bir dünya ekonomisinin almasıdır. Ancak
hükümetlerin emperyalizmin bu sorununu çözmek için önerdiği yol akılcı
bir biçimde, bütün insanlığın üreticilerinin işbirliği
yapması değil, fakat savaştan zaferle çıkan ve bu
şekilde savaşın Büyük Gücü bir Dünya Gücüne
dönüştürdüğü ülkenin kapitalist sınıfı tarafından
dünya ekonomisinin sömürülmesidir."
O halde savaş, üretici güçlerin küresel
gelişiminin ortaya çıkardığı sorunları, önde
gelen kapitalist ülkelerin egemen sınıflarının kendi ulusal
çıkarları doğrultusunda çözme yöntemidir. Bu soruna başka
bir çözüm bulunabilir miydi? Evet, bulunabilirdi. Dünya ekonomisi ile
ulus-devlet sistemi arasındaki çelişkinin yarattığı bu
sorunlara karşı ortada sadece burjuvazinin verdiği yanıt yoktu.
Aynı soruna yönelik potansiyel bir işçi sınıfı çözümü
de mevcuttu -bu çözüm dünya sosyalist devrimi yoluyla bütün ulus devlet
sisteminin yıkılması, küresel ekonominin ulusal
bileşenlerinin uyumlu bir biçimde bütünleştirilmesiydi. Emperyalist
burjuvaziyi savaşa yönelten çelişkiler, dünya işçi
sınıfını da sosyalist devrime yöneltecekti.
Dünya tarihinin gelişim dinamiğini
yakalayan bu olağanüstü görüş 1917 Rus Devriminin patlak vermesiyle
doğrulandı.
Avrupa savaşının 1914'te patlak
vermesinin ve 1917'deki Rus Devriminin, Amerika Birleşik Devletleri açısından
çok derin tarihsel sonuçları olacaktı. 1914'e gelindiğinde, salt
ekonomik açıdan bakıldığında Amerika Birleşik
Devletleri dünyanın en büyük ve üretken kapitalist ekonomisi olmasına
rağmen, dünya sahnesine geç girmesi nedeniyle muhteşem Britanya
İmparatorluğu'nun gölgesinde kalmaktaydı. Ancak Avrupa'yı
harab edip, Britanya'nın birikmiş servetinin önemli bir kısmını
kurutan Avrupa'daki katliam, Eski ve Yeni Dünya arasındaki dengeleri
değiştirdi. Amerika Birleşik Devletleri 1917'de savaşa
girdiğinde, bu ülkenin kapitalist güçler arasında en büyük güç olduğu
kabullenilmişti. Öte yandan, tam Amerika Birleşik Devletleri'nin önde
gelen dünya gücü olduğu bir anda Rusya'daki devrimin başarıya
ulaşması ve Sovyetler Birliği'nin kurulması, emperyalist
dünya sistemine eşi görülmemiş tarihi bir tehdit oluşturmaya
başladı.
Amerika Birleşik Devletleri bu tehdite
devrimci hükümeti devirmeye çalışarak yanıt verdi. Başkan
Woodrow Wilson, Çar'ın eski generallerinin başını
çektiği karşı-devrimci güçlerin çabalarına destek vermek
için askeri güç gönderdi. Bu çabalar sonuç vermedi ve Amerika Birleşik
Devletleri seferberlik güçlerini geri çekmek zorunda kaldı. Amerika
Birleşik Devletleri ceza olarak Sovyet Rusya'yı diplomatik olarak
tanımaktan vazgeçti (bu durum 1933 yılına kadar
değişmedi) ve ülkedeki radikal ve sosyalist devrim sempatizanlarına
karşı bir cadı avı başlattı.
Kısa bir yazı çerçevesinde yirminci
yüzyılda dünya tarihinde yaşanan değişimleri gözden
geçirmek elbette ki mümkün değil. Ancak şu genellemeyi yapmak
gerekiyor: Sovyetler Birliği'nin varlığı yüzyılın
geri kalan kısmında Amerikan emperyalizminin gelişiminin
tepesinde kara bir bulut gibi durmaktaydı. Amerika Birleşik
Devletleri, daha en büyük emperyalist güç olarak kariyerinin başladığı
andan itibaren, Sovyetler Birliği'nin varlığında, temel
olarak herhangi bir kapitalist rakipten farklı ve potansiyel olarak çok
daha tehlikeli bir tehdit görmekteydi. Sovyetler Birliği'nin
varlığı burjuva egemenliğinin ve dünya kapitalist düzeninin
meşruluğunu şüphe götürür hale getiriyordu. Sovyet devleti
tarafından oluşturulan bu temel tehdidin yarattığı
korku, Amerikanın siyasi yaşamında anti-komünizmin oynadığı
olağanüstü rolü açıklamaktadır.
Burada Sovyet devletinin çok büyük ve felaketler
yaratan bir yozlaşma yaşadığını vurgulamak
gerekir. Trotskiy ve Sol Muhalefetin 1923-1927 arasında siyasi olarak yenilgiye
uğraması ve sonrasında Stalinist bürokrasinin
diktatörlüğünün konsolide olmasıyla, Ekim Devrimi'nin üzerine
oturtulduğu dünya devriminin ilkeleri, sistematik bir biçimde ve bütünüyle
ihanete uğradı. SSCB'de Marksizimden geriye, devrimci düşünceyi çıkmazlara
sokan ve asalak bürokratik rejimin politikalarını haklı
çıkartacak verimsiz bir söylemler demetinden başka hiçbir şey
kalmadı.
Ancak, Sovyetler Birliği yeryüzünün büyük
bir bölümünde kapitalist mülkiyet ilişkilerine izin vermediği ve
Amerika Birleşik Devletleri'nin küresel hakimiyet arzularına şu
ya da bu şekilde karşı çıktığı ve
herşeyden önce kapitalist olmayan bir toplum
olasılığını temsil ettiği sürece, Amerika
Birleşik Devletleri'nin amansız düşmanlığını
üzerine çekti.
İkinci
Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri
Amerika Birleşik Devletleri İkinci
Dünya Savaşı'ın kaosundan dünya kapitalizminin yaşadığı
sorunların tartışılmaz hakemi olarak ortaya çıktı.
Avrupa ve Asya'daki bütün eski kapitalist rakipleri Amerika Birleşik
Devletleri'nin ayaklarına kapandı. Ne İngiltere, ne de Fransa
eski imparatorluklarını ayakta tutacak durumdaydılar ve Amerika
Birleşik Devletleri uyguladığı politika gereğince
kaynaklara ve pazarlara erişimini kısıtlayan eski emperyalist
ilişkilerin ebedileştirilmesini kabul etmeyecekti. Bu ülkeler Amerika
Birleşik Devletleri'nin küresel önderliğinin arkasında hizaya
geçmek zorunda kaldılar.
Ancak Amerika'nın egemenlik
arzuları, askeri gücünü serbestçe kullanmasına izin vermeyecek
şekilde gelişen dünya olayları nedeniyle kursağında
kaldı. Birincisi, Nazi Almanya'sının alt edilmesinde önemli bir
rol oynamasının sonucu olarak Sovyetler Birliği bir dünya gücü
olarak ortaya çıktı. İkincisi, faşizmin yenilmesi ve eski
Avrupalı emperyal güçlerin zayıflaması, "üçüncü dünya" olarak
adlandırılacak olan ülkelerde kitlelerin sömürgeciliğe karşı
eşi görülmemiş devrimci kalkışmasıyla
karşılaştı. Üçüncüsü, yirmi yıllık depresyonun ve
savaşın sonrasında Amerika Birleşik Devletleri'nde ve
diğer kapitalist ülkelerde işçi sınıfının
yaşam standartlarının geliştirilmesi talebi, SSCB'ye ve
bütün Üçüncü Dünyada kalkışma halindeki kitlelere karşı
topyekûn bir savaş vermek için gerekli olan bireysel özveri seviyesine
ulaşmalarına izin vermiyordu. Bunun da ötesinde, SSCB bir kez nükleer
silaha sahip olduktan sonra üçüncü dünya savaşı riski, Amerikan
egemen sınıfının aklı başında herhangi bir
kesiminin alabileceği riskten çok daha büyüktü.
Buna rağmen, İkinci Dünya
Savaşı sonrasında Amerika'nın uygulayacağı
politikanın yönü çok açık değildi. Egemen seçkinlerin büyük ve
güçlü kesimleri Sovyetler Birliği'ne karşı topyekûn bir savaşa
girilmesinden yanaydı -yani dünya kapitalizminin tartışmasız
üstünlüğünü, Amerika Birleşik Devletleri'nin önderliğinde tekrar
kuracak olan "püskürtme" politikasından yanaydı. Ancak, İkinci
Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomisindeki genel büyüme,
Sovyetler Birliği ile bir şekilde karşılıklı
uzlaşma yolu arayan kesimlerin elini güçlendirdi. Bu uzlaşmanın
niteliği, Amerikalı diplomatların en önemlisi olan George F.
Kennan'ın öncülük ettiği "kontrol altında tutma"
politikasında ifade ediliyordu. Amerika Birleşik Devletleri SSCB ile
doğrudan bir askeri çatışmaya girmekten geri duracaktı.
Doğu Avrupa'da Sovyet alanının varlığına ve
kendisini sürdürmesine tahammül edecekti. Ancak dünyanın geri
kalanında Sovyet etkisinin yayılmasını engellemeye
çalışacaktı. "Sovyet etkisi", dünyanın herhangi bir
yerinde, Amerika'nın kapitalist çıkarlarını potansiyel
olarak tehdit edecek herhangi bir sosyalist ya da anti-emperyalist
eğilimin ortaya çıkması olarak
tanımlanmıştı.
Fakat Amerika Birleşik Devletleri kontrol
altında tutma politikasını nereye kadar götürebilirdi? SSCB ile ve
daha sonra Çin ile bir savaş çıkarma ve nükleer
çılgınlık riskinin ortaya çıkacağı noktaya kadar.
Bu şekilde Kore anlaşmazlığında Amerika Birleşik
Devletleri kukla Güney Kore devletine destek vermek için askeri müdahalede
bulundu. Ancak General MacArthur'un gözü kara bir kararla 37. Paraleli geçip,
Yalu Nehrine doğru ilerlemesi Çin'i savaşın içine
çektiğinde, Truman yönetimi generalin ABD'nin Çin'e nükleer silahlarla
yanıt vermesi talebini reddetti.
1950'ler ve 60'lar boyunca Amerikan egemen
sınıfı içinde Sovyetler Birliği, Çin ve dolaylı olarak
anti-sömürgeci ve anti-emperyalist mücadelelerle hangi ölçüde ödünleme
ilişkisine girilmesi gerektiği konusunda ciddi bir mücadele
vardı. Egemen seçkinler arasında her zaman için Amerika'nın
önemli çıkarlarıyla çelişen ya da bu çıkarların önünde
duran ülkelere karşı sınırsız askeri güç
kullanımını -nükleer silahlar da dahil olmak üzere- savunan
önemli bir kesim olmuştur.
Savaş sonrasında ekonomik büyüme sürdüğü
sürece, Amerikan emperyalizminin strateji uzmanları "kendini tutma"
politikasını önerdiler: bu deyim Vietnam'da 10 yıllık
savaş sırasında 3 milyon kişinin öldürülmesi, 1953'de
İran Başbakanı Musaddık'ın milliyetçi rejiminin
devrilmesi, 1954'de Guatemala'da Arbenz'in devrilmesi, 1960'da Kongo'da
Lumumba'nın devrilmesi ve öldürülmesi, Küba'da Kastro rejimini devirmek
için yapılan sayısız girişim, 1964'de Brezilya'da Goulart
hükümetinin devrilmesi, 1965'te Endonezya'da Suharto rejimini başa getiren
karşı devrimci hareketin örgütlenmesi, 1967'de sağcı Yunan
generallerinin baş kaldırılarının orkestrasyonu,
1973'de Şili'nin Başkanı Salvador Allende'nin devrilip
öldürülmesi gibi CIA tarafından finanse edilen sayısız darbe
içermektedir. Bu ılımlı politikaydı. Sert bir
politikanın neler içereceğini sizlerin hayal gücüne bırakıyorum.
1960'ların sonlarında Amerika
Birleşik Devletleri'nin dünya kapitalizmindeki hakim konumunun zayıflamaya
başladığı yolunda işaretler artmaya
başlamıştı. Avrupa ekonomilerinin yeniden inşası
ve Japonya'nın ortaya çıkması Amerika'nın ekonomik üstünlüğünün
istatistikî veriler bağlamında kaçınılmaz bir biçimde
azalmasına yol açtı. İhracata yönelik sanayilerde Avrupa ve
Asya'daki rakipleri karşısında yaşadığı
göreli güç kaybının sonucunda Amerika'nın ödemeler dengesini bozuldu
ve bu da dünya para birimi olarak kritik bir işlev gören dolara dayalı
uluslararası mali sistemde krizlerin yaşanmaya başlamasına
neden oldu. 1971'e gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri
savaş sonrası ekonomik yapıda mali sistemin temeli olan doların
altına çevirilebilme garantisini kaldırmak zorunda kaldı. Bu,
savaş sonrası ekonomik genişlemenin sonu oldu ve dünya
kapitalist sisteminde uzun dönemli krizlerin başlamasına neden oldu.
Amerikan politikası herşeyiyle, hem yurt
içi hem de yurt dışı politikalarıyla olsun, bu politikalar ister
Demokratlar isterse Cumhuriyetçiler tarafından uygulansın,
kapitalizmin bir dünya sistemi olarak karşı karşıya
kaldığı artan sayıdaki çelişkiler sonucunda ortaya
çıkan sorunlara ve bu sistem içinde Amerika Birleşik Devletleri'nin
konumunun kötüleşmesine bir tepki olarak görüldüğü takdirde
anlaşılabilir. İç politikada, egemen sınıfın uluslararası
krize verdiği tepki, her türlü reformcu görüşten vazgeçerek işçi
sınıfının bütün kesimlerinin yaşam standartlarına
karşı saldırıya geçmek oldu. Dış politikada,
Amerikan burjuvazisi tüm rakiplerine karşı artan ölçüde
saldırganlaşan bir tutum takındı.
11 Eylül 2001 trajedisi ile son bulacak olan
süreci başlatan 1979 Afganistan müdahalesi SSCB'yi
istikrarsızlaştırmayı ve yıkıma götürmeyi
amaçlıyordu. Reagan yönetiminin politikasının yönelimi bütünüyle
otarşik Sovyet sisteminin biriken sorunlarını
ağırlaştırmak ve askeri, siyasi ve ekonomik
baskının bir bileşimi ile SSCB'yi çökertmekti.
Gorbaçov'un önderliğindeki Sovyet bürokrasisi
daha önce davranıp, ABD'nin uğraşmasına gerek kalmadan ve
Reagan yönetiminin şaşkın bakışları
arasında, SSCB'yi tasviye ederek kapitalizmin önünü açtı.
Bu çöküşün nedenleri
karmaşıktır. Ancak Sovyetler Birliği'nin yıkılışı
özünde enternasyonalizmin inceden inceye hesaplanmış bir ihanete
kurban gitmesinin sonucudur. SSCB'yi dünya ekonomisinin kaynaklarından koparan
milliyetçi ve otarşik ekonomi politikalar bu ülkenin ayakta duramaz hale
gelmesine yol açtı.
ABD Sovyetler Birliği'nin çöküşünü
küresel hegemonya kurabilmek için fırsat olarak gördü. 1917'den bu yana
ilk kez Amerika'nın karşısında askeri gücünü küresel
amaçlarına ulaşmak üzere kullanmasına karşı duran
açık bir uluslararası kısıtlama bulunmuyordu. Başkan
Birinci Bush'un Sovyetler Birliği'nin yok oluşunun "yeni bir dünya düzeninin"
yaratılmasına kapıyı açtığını ilan
etmesinin anlamı buydu. Bu yeni düzenin tam olarak ne
olacağını tanımlamamış olmasına rağmen,
Amerika Birleşik Devletleri'nin SSCB'nin yok oluşunun
yarattığı uluslararası siyasi boşluktan, dünyayı
Amerikan kapitalizminin küresel çıkarlarına uygun olarak yeniden
şekillendirmek üzere faydalanmak istediği zaman içinde daha açık
hale geldi.
Bundan yaklaşık 60 yıl önce,
Lev Trotskiy, Amerikan kapitalizminin dinamizminin, var olan ulusal
sınırların bu ülkenin dünya ekonomisine yönelik emellerinin
karşısına çıkardığı kısıtlamaları
kabul etmeyecek kadar büyük olduğu uyarsını
yapmıştı. "ABD kapitalizmi" diye yazıyordu Trotskiy "Almanya'yı
savaş yoluna sokan sorunların aynısıyla karşı
karşıya. Dünya paylaşıldı mı? O halde yeniden
paylaşılmalıdır. Almanya için sorun 'Avrupa'yı düzenlemekti'.
Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyayı 'düzenlemesi' gerekiyor.
Tarih insanlığı Amerikan emperyalizminin bir yanar dağ gibi
patlamasıyla yüz yüze getirecektir."
Bu öngörü şimdi gerçekleşiyor.
Amerikan emperyalizminin stratejisi, muazzam askeri gücünü kullanarak, Amerika
Birleşik Devletleri'nin karşı gelinemez küresel
hegemonyasını kurmaktan ve dünya ekonomisinin kaynaklarını
bütünüyle kendi hizmetine sokmaktan oluşuyor.
Bundan sonra ne
yapmalı?
Irak'a karşı saldırgan bir
savaş başlatmak, dünyanın tarihsel sorunu olan üretici güçlerin
küresel yapısı ile ulus-devlet sistemi arasında doğan
çelişkileri emperyalizm çerçevesinde çözmeye yönelik en son ve üst düzeyde
bir girişimdir. Amerika bu sorunun üstesinden, kendisini dünyanın
kaderini belirleyen mutlak hakem işlevini gören -kendi aslan
payını ayırdıktan sonra dünya ekonomisinin
kaynaklarının nasıl tahsis edileceğine karar veren- bir
süper ulus devlet haline getirerek gelmeyi öneriyor. Ancak dünya
kapitalizminin temelinde yer alan çelişkilere yönelik bu türden çözümler
1914'te bütünüyle gericiydi ve geçen zaman içinde de bu durum
değişmedi. Doğrusunun söylemek gerekirse, yirminci yüzyıl
boyunca sırf dünya ekonomisindeki gelişmenin boyutları göz önüne
alındığında, bu tür bir emperyalist proje
çılgınlık mertebesine layık görülebilir. Tek bir ulus
devletin egemenliğini kurmaya çalışmak, olağan üstü düzeydeki
uluslararası ekonomik bütünleşme ile uyumlu değildir. Bu
projenin son derece gerici olan doğası ifadesini, gerçekleştirilmesi
için gereken barbarca yöntemlerde bulmaktadır.
Bütün trajedilerine rağmen yirminci
yüzyıl boşa yaşanmadı. Bu yüzyıl boyunca,
insanlığın uyum içinde bütünleşmesini sağlayacak
nesnel koşullar oluşmuştur. Kapitalist çerçeve içersinde de
olsa, ulus-ötesi şirketlerin ortaya çıkması milliyetçiliğe
karşı küresel ekonomik bütünleşmenin zaferi anlamına
gelmektedir. Ulus-devlet artık herhangi bir şekilde ekonomik
hayatın temel birimi değildir. Üretim sürecinin tamamı uluslararası
üretim sistemi temelinde sürmektedir. Bu süreci besleyen finansal mübadelenin
boyutu ve hızı herhangi bir ulusal düzenleme sistemi tarafından
denetlenemez.
Herhangi bir ulus devletin bu muazzam
işlemi kendi egemenliği altına almaya çalışması
gerici ve mantıksızdır. Bunu hepimizin çok iyi bildiği gibi
bu savaşta merkezî rol oynayan petrolün peşinde koşma saikından
başka bir şey daha iyi örnekleyemez. Petrol kaynakları üzerinde denetim
sağlamaya çalışmak için girişilen çılgınca
mücadele, bu kaynağın kısıtlı bir kaynak olduğu
gerçeğini değiştirmeyecektir. Amerika Birleşik Devletleri elde
edeceği askeri zaferlerin sonucunda bütün dünyadaki petrol
kaynaklarının kontrolünü eline geçirse bile, dünya ekonomisinin uzun dönemli
genişlemesi için eldeki mevcut toplam enerji miktarına ekleme
yapamayacaktır.
Yaşanmakta olan savaş dünya
kapitalist sisteminin iflas ettiğinin bir kanıtıdır. Kapitalizm
bir kez daha insanlığı uçuruma sürüklemek üzeredir. Tüm dünya bu
artan yıkım ve ölüm girdabının içine çekilmektedir. Dün
Rumsfeld yumruğunu İran ve Suriye'ye doğru salladı. Bugün, New
York Times gazetesi Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'a gizli
destek verenleri hoş görümeyeceğini Rusya'nın dikkatine sundu. Bundan
sonra daha kaç ülke son bulmadan önce bu felaketin içine çekilecek dersiniz?
Ancak tarih hiçbir zaman çözümü olmayan sorunlar
yaratmadı. Dünyanın ekonomik gelişiminin önünde duran sorunlar
için sadece yağmacı emperyalist çözüm mevcut değildir. Bu
küresel süreçler içinde nesnel olarak uluslararası bir toplumsal çözüm
potansiyelini barındırmaktadır. Ve burada geçen ay boyunca
dünyanın her köşesinde gerçekleşen kitle gösterilerinin tarihsel
önemine geliyoruz. Neredeyse tamamen kendiliğinden bir şekilde,
burjuva düzeninin geleneksel siyasi güçlerinden bağımsız olarak
ve onlara muhalefet ederek gelişen bu gösteriler ancak ve ancak dünya kapitalist
sisteminin krizine karşı ortaya çıkan enternasyonalist ve
sosyalist tepkinin bir ön ifadesi olarak anlaşılabilir.
Uluslararasılaştırılmış olan sadece üretici
güçlerin unsurları değildir. İnsan kimliğinin bütün arkaik
biçimlerinin -kabile, etnik, dini ve ulusal- nesnel önemi dramatik bir gerileme
gösterdi. Dünyanın ekonomik gelişiminin temelinde yer alan süreç açık
bir biçimde yeni bir uluslararası insan kimliğinin ortaya çıkışı
yönünde işliyor.
Bu bağlamda bütün dünyada gençliğin savaş
karşıtı gösterilerin en önünde yer alması bu
değişimin başlamış olduğunun bir işaretidir.
Ancak halen bilinçsiz bir toplumsal gelişim
süreci olan bu sürecin, siyasi olarak bilinçlenmiş bir hale
dönüştürülmesi gerekiyor. Dünya Sosyalist Web Sitesi, Dördüncü
Enternasyonal'in Uluslararası Komitesi'nin sesi olarak, kendisini bu
işe adamıştır. Bu işçi sınıfının nesnel
doğasına uygun bir biçimde, uluslararası ölçekte faaliyet
gösteren bir siyasi harekettir. Yaptığı günlük yayın,
dünyadaki gelişmelerin ortak kavrayışına dayalı,
olağanüstü düzeydeki uluslararası bir işbirliğinin
ürünüdür.
Dünya Sosyalist Web Sitesi gücünü yirminci yüzyıldaki muazzam devrimci stratejik
tecrübelerden çıkartılmış olan derslerin sindirilmesine
dayanan teorik sermayeden almaktadır.
Bu konferansı toplayarak, Dördüncü
Enternasyonal'in Uluslararası Komitesi'nin ve Dünya Sosyalist Web
Sitesi'nin çalışmalarının büyük çaplı bir
genişleme sağlaması için gerekli olan alt yapıyı kurmaktayız.
Kitle gösterileri şu soruyu gündeme
getiriyor: bundan sonra yapılmalı? Savaşa karşı
mücadele sadece bir protesto gösterisinin ardından bir diğerini örgütlemekten
oluşamaz.
Savaş emekçi insanların geniş
kesimleri ile siyasi düzenin bütün eski partileri arasındaki uçurumu
ortaya çıkardı. Bu yıpranmış örgütlerin hiç birinin
halka sunacağı bir şey kalmadı. Oluşan kitle hareketi,
program ve perspektife ihtiyaç duymaktadır. Bizim hareketimiz
çağımızın büyük sorunlarının basit ve
karmaşık olmayan cevaplarının olmadığı
gerçeğinin üzerini örtmeye çalışmıyor. Sonuç olarak bizzat
bu sorunların kendisi de karmaşık tarihsel sürecin bir
ürünüdür. Bugün varolduğu şekliyle dünya, yirminci yüzyılda
kaçan devrimci değişim fırsatlarının ve işçi
sınıfının yenilgilerinin trajik deneyimleri ile
şekillenmiştir. Bu tarihi olaylardan çıkan dersler, Dünya
Sosyalist Web Sitesi'nde hergün yer alan güncel gelişmelere yönelik
çözümlemelerinin temelini oluşturmaktadır.
Dünya Sosyalist Web Sitesi'nin etkisi hızla artıyor. Ancak herhangi bir yanlış
anlamaya yer vermeyelim: hareketimizin amacı kapitalist sistemin şu
yada bu veçhesini protesto etmek üzere gösteri düzenlemek değildir.
Amacımız siyasi iktidarın işçi sınıfı
tarafından ele geçirilmesidir. Son tahlilde, savaşa karşı
mücadele bir protesto sorunu değildir; bu mücadele ancak işçi
sınıfının iktidara gelip sosyalist toplumun temellerini yaratmasıyla
başarıya ulaşabilir.
Sık sık işçi
sınıfının doğası hakkında sorular soruluyor.
Üretim süreçlerindeki değişiklikler, haberleşmedeki devrim, bilgi
teknolojilerindeki devrim ve yepyeni sanayilerin ve emek biçimlerinin ortaya
çıkması işçi sınıfının biçimi ve karakteri
üzerinde çok büyük sonuçları olan etkiler yapmıştır. Aslında
bugün işçi sınıfı geçen yüzyılın ortasındaki
eski sanayi proletaryasına göre nüfusun daha geniş ve
çeşitlenmiş kesimlerini oluşturmaktadır. Eğer
işçi sınıfı tanımlamamıza yaşamını
sürdürebilmesi için esas olarak aldığı haftalık ücrete
bağlı olanları eklersek bu durumda Amerika Birleşik
Devletleri'ndeki nüfusun büyük çoğunluğu işçi
sınıfının bir parçasıdır.
Bunun da ötesinde, küreselleşmenin ve
daha 30 yıl önce dünyanın neredeyse hiç gelişmemiş olan
devasa kısımlarında, özellikle Asya'da, meydana gelen ekonomik
değişimin etkisiyle, işçi sınıfının yeni
kesimleri ortaya çıkmıştır.
Savaş dünyanın her yerinde, artan
zorluklar ve gerçek ızdıraplar anlamına gelecektir. Amerika
Birleşik Devletleri'ndeki kapitalist toplumun birikmiş
sorunlarının hiçbiri savaş temelinde çözülemez. İşçi
sınıfının siyasi bilincinin devasa bir gelişim
göstermesi için gerekli olan bütün koşullar oluşmaktadır. Bizim
amacımız Dünya Sosyalist Web Sitesi'ni yeni bir
uluslararası sosyalist hareketin düşünsel ve siyasi merkezi haline
getirmektir -emperyalist savaşa, insanın sömürülmesinin bütün
biçimlerine ve adaletsizliğe karşı ve toplumsal eşitlik
mücadeleye girenlere ihtiyaç duydukları yönelişi, tahlili ve
programı sağlamaktır.
Sayfanın başı
Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.
Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır
|