World Socialist Web Site


Bugün Yeni
Olanlar

Haber ve Analiz
Tarih
Sanat Eleştirisi
Polemikler
Bilim
Bildiriler
Röportajlar
Okur Mektupları

Arşiv

DSWS Hakkında
DEUK Hakkında
Yardım

DİĞER DİLLER
İngilizce

Almanca
Fransızca
İtalyanca
İspanyolca
Portekizce
Lehçe
Çekce
Rusça
Sırp-Hırvat dili
Endonezyaca
Singalaca
Tamilce


ANA BAŞLIKLAR

Dünya ekonomik krizi, kapitalizmin başarısızlığı ve sosyalizmin gerekliliği
SEP/DSWS/TEUÖ bölgesel konferanslarında kabul edilen karar önergesi

Bush, Türkiye’ye Irak’ta PKK’ya saldırması için yeşil ışık yaktı
Türk-Kürt çatışmasındaki tarihsel ve siyasi sorunlar

Asya’da tsunami: neden hiçbir uyarı yapılmadı

Mehring Books’tan yeni bir kitap: Amerikan Demokrasisinin Krizi: 2000 ve 2004 Başkanlık seçimleri

Livio Maitan (1923-2004):
eleştirel bir değerlendirme

  DSWS : DSWS/TR : Haber ve Analiz : Savaş haberleri : Irak

Kargaşaya doğru: Amerikan Emperyalizminin krizi ve Irak savaşı

David North
1 Nisan 2003

Aşağıda DSWS'nin uluslararası yayın kurulunun başkanı ve ABD'deki Sosyalist Eşitlik Partisi'nin ulusal sekreteri David North'un Dünya Sosyalist WebSitesi ve Sosyalist Eşitlik Partisi tarafından 29 Martta Michigan eyaletinin Ann Arbor şehrinde düzenlenen, , "Sosyalizm ve Emperyalizme Karşı Mücadele: Yeni bir Uluslararası İşçi Hareketi için Strateji ve Program" başlıklı Konferansta sunduğu açılış raporunu yayınlıyoruz.

Irak'a karşı Amerika Birleşik Devletleri hükümeti tarafından başlatılan "keyfi savaşın" ilk 10 gününü değerlendirirken, aklıma Britanyalı tarihçi Ian Kershaw'ın iki ciltlik Adolf Hitler biyografisine koyduğu altbaşlıklar geldi. Faşist liderin kariyerinin 1936'da Alman askerlerinin, silahsızlandırılmış Renanya'ya muzafferane biçimde yeniden girişine kadar uzanan bölümünü kapsayan ilk cildinin altbaşlığı, yazarın "şu felaket saçan kendini beğenmiş küstahlık" olarak tanımladığı Hubris'dir (Kibir). İkinci cilt Hitler'i ve "bin yıllık" Reich hükümetini yutan felakete doğru gidişin izlerini sürmektedir. Bu cildin altbaşlığı Hubris'in aptallıklarının öcünü alan Yunan tanrıçasının adı olan Nemesis'tir.

Irak'ın işgalini önceleyen aylarda, Bush yönetiminin kibri sınır tanımıyordu. Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyayı diktesi altına almasını sorgulamaya cesaret eden herkese hakaret ve tehdit yağdırırken, Bush ve ortakları Irak'a ve diğer herkese hiç unutmayacakları bir ders vermeye ant içmişlerdi. Ancak gelişmeler Bush yönetiminin umduğu gibi olmadı. Bundan neredeyse kırk yıl önce, Vietnam savaşı döneminde, Amerika'nın siyasi ve askeri stratejilerinin temelinde yer alan büyük mantık hatalarının ortaya çıkması için bir kaç yılın geçmesi gerekmişti. Bu savaşta, tüm projenin iflası, bir hafta içinde meydana çıkıverdi.

10 günlük savaş, medya tarafından bıkmadan işlenen yenilmez Amerika'nın havasını söndüren bir darbe oldu. Donald Rumsfeld aniden bıyıklarında ter biriken, buruşuk, yaşlı bir adama dönüşüverdi. Bush yönetiminin, askeri uzmanların ve medyanın tahminlerinden geriye ne kaldı: Savaş başladıktan bir kaç saat sonra Irak'ın "şok ve dehşet" içersinde teslim olacağı mı? Irak'taki rejimin bütünüyle yalıtılmış olduğu ve çöküp gideceği mi? Irak ordusunun savaşmaktan aciz oluşu mu? "Komuta kontrol" merkezlerinin bombalanmasının Irak'ın ciddi bir askeri operasyona girişme yeteneğini felce uğratacağı mı? Ve hepsinin ötesinde, Amerikan ve Britanya kuvvetlerinin kurtarıcı ve özgürlük getiren güçler olarak karşılanacakları söyleniyordu...

Savaştan önce, on yıldan bu yana Irak'ın işgal edilmesi gerektiği konusunda ısrar eden sağcı strateji uzmanı Kenneth Adelman, Washington Post gaztesinde söyle yazmıştı: "Hüseyin'in askeri gücünü yerle bir edip Irak'ı kurtarmanın çocuk oyuncağı olacağını düşünüyorum." Savaşın bir diğer kışkırtıcısı Richard Perle, MSNBC'de şöyle buyurmuştu: "Bazı küçük direnişler olabilir, ancak Saddam Hüseyin'i savunmak için çok az sayıda Irak'lı savaşacaktır."

Medya bu iddiaları herhangi bir rezervasyon koymadan benimsedi. En ünlü muhabirler Amerikan kuvvetlerinin içine "yerleştirilmek" (ya da kucağına oturtulmak) üzere Kuveyt'e gönderildi. İhtişamlı bir zafere katılıp Bağdat'a konma fikrinin verdiği haz ile kendilerinden geçtiler.

Bırakın Bush yönetiminin iddialarını araştırıp çözümlemeyi, ortada eleştirel habercilikten eser bile yoktu. Geçtiğimiz yıl boyunca düzen medyasının, Beyaz Saray ve Pentagon'nun sözcüsü olmaktan öteye gitmeyerek tamamen yozlaştığına tanık olduk. Medya, gerçeği yalandan, yanlış ve hayal ürünü haberden ayırt etmek için hiç bir çaba göstermedi. Ordunun yürüttüğü psikolojik savaşın aleti olmayı seve seve kabullendi. Son iki haftadır CNN, MSNBC, FOX ve diğer kanallar tarafından verilen bazı haberleri hatırlayalım: Cumhuriyet Muhafızlarının Generalleri e-posta ile teslim olma pazarlığı yapıyorlar; Başbakan Yardımcısı Tarık Aziz saf değiştirdi; Saddam Hüseyin öldürüldü; Amerikan kuvvetleri Bağdat'a girerken sıcak karşılandılar; ve en son olarak, Basra'da ayaklanma başlıyor.

Pentagon tarafından kaba saba bir şekilde ve aptalca uydurulmuş bütün bu hikayeler medya tarafından tarafsız gerçekler olarak kabul edildi. En son geçtiğimiz Pazar günü, Washington Post gazetesi "çocuklu aileler...güneydeki Basra şehrinin yakınlarında yollara dizilip, kuzeye yürüyen ABD ve İngiliz kuvvetlerine sevgi gösterilerinde bulunuyorlar" diyerek hayal kuran bir başyazı üretti. Yazı "Saddam Hüseyin ve onun rejiminin yarattığı terörün oluşturduğu tehdide gözlerini kapatarak müdahaleyi engelleyici tavır alan diplomatları ve savaş karşıtı göstericilerin bir çoğunu" suçluyordu. Post savaşa karşı çıkanlara mağrur bir şekilde, "Denizcileri kurtarıcı olarak selamlayan Iraklılara bakın" talimatını veriyordu.

Medya kendi propagandasında boğuldu. Irak'ta karşılaşılacak bir direnişin dışında her şey hesaplanmıştı. Amerikan ordusunun gücü karşısında yerlere eğilen basın, 23 milyon Iraklının da aynı şekilde davranacağını zannetti. Devlete karşı boyun eğmiş olduklarından, işgal kuvvetlerinin karşılaştığı zorluklar ve yenilgiler karşısında tamamen hazırlıksız yakalandılar. Aslında bu kendi kendini aldatma, ABD askeri kuvvetlerinin karşılaştıkları güçlüklerin artmasına karşın devam etti. Savaşın ilk günlerinde medyada, Bush yönetiminin yaptığı lojistik, taktik ve stratejik hesap hatalarının boyutları hakkında halka bilgi veren hiçbir haber yer almıyordu. Medya kendinden geçmişçesine, kuzeye doğru göz kamaştırıcı bir hızla hareken eden "çelik yığını"ndan ve amansızca ilerleyen tankların ağırlığı altında sarsılan topraklardan söz ediyordu.

Ancak Perşembe günü gerçekleri gizleyen maske düştü. Washington Post Pentagon'un stratejisi ile ilgili olarak ordu içinde ortaya çıkan endişeyi açığa vuran bir rapor yayınladı:

"Berbat hava koşulları, uzun ve güvenliği sağlanamayan destek hatları ve Amerikan ordusunun muhteşem gücü karşısında teslim olmayı reddeden bir düşman nedeniyle, beklentiler ve planlar konusunda bazı ABD'li üst düzey generaller durumu tekrar değerlendirmek durumunda kaldılar. Bunlardan bazıları sürekli olarak daha fazla sayıda ABD gücünün yığılmasını gerektirecek bir durumun ortaya çıkma tehlikesinin bulunduğunu bile belirtiyorlar. Yetkililere göre, hem Irak'taki savaş meydanında, hem de Pentagon'un toplantı odalarında, komutanlar dün, daha bir hafta öncesinde beklenenden daha uzun, daha zor bir savaş hakkında konuşuyorlardı.

"Yüksek rütbeli bir subay dün 'Bana bunun nasıl biteceğini söyler misin' dedi."

Pentagon şimdi kendi illüzyonlarının önceden kestiremediği sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyor. Bağdat'a saldırı amacıyla değil, sırf zorlanan ve saldırıya açık olan destek hatlarını korumak için on binlerce ek kuvvet Irak'a gönderiliyor.

Bush yönetimi, herkesle alay edercesine, bu savaşa "Irak'ın Özgürlüğü Operasyonu" adını vermişti. Kitlesel direnişin artması karşısında, savaşın asıl amacının arkasındaki mantık -Irak'ın ele geçirilmesi ve bir Amerikan sömürge protektorası haline dönüştürülmesi- Amerika Birleşik Devletleri'ni Irak halkına karşı gittikçe artan bir şiddet uygulamaya zorlayacak. Amerika Birleşik Devletleri Irak halkına "özgürlüğünü" verebilmek için Bağdat'ı kuşatıp, bombalarken halkı açlığa mahkum edecek. Bush tekrar tekrar bunun yarım yamalak bir savaş olmayacağını belirtti. Bu hükümetin önüne geçilemezse, savaşın çılgın bir katliama dönüşmesi ister istemez kaçınılmaz olacak.

Zapt edilemeyen vahşetin tarihi

Bu savaşa karşı daha başlamadan önce gelişen yaygın muhalefetin düzeyinin, Vietnam Savaşı'na karşı gelişen muhalefetin en çoşkun anlarından bile daha yukarıda olduğu sıkça söyleniyor. Savaşın başlamasından önceki protesto gösterileri tarihte görülmüş en büyük gösterilerdi. 15-16 Şubat günlerinde, hafta sonunda yapılan gösterilerin ve toplantıların sadece nicelik olarak değil, nitelik olarak da bir eşi bulunmuyor. Savaşa muhalefet daha önce hiçbir zaman böyle uluslararası bir biçimde ortaya konmamıştı. Birinci Dünya Savaşı'nın arifesinde, İkinci Enternasyonal'in en parlak dönemlerinde bile savaşa karşı bu derecede koordineli uluslararası bir hareket örgütlemek mümkün olmamıştı. Dünyanın dört bir yanından milyonlarca insanı kucaklayan bir hareketin, derin ve nesnel bir önemi olmalıdır -hele ki böyle az çok kendiliğinden oluşmuşsa. Bu yazıda daha sonra bir dereceye kadar açıklayacağım gibi, bu kitle hareketleri emperyalizme karşı mücadelede yeni bir aşamanın başlangıcını belirlemektedir.

Ancak herşeyden önce şunu kabul etmek gerekiyor: kitlesel protesto gösterileri savaşı durduramaz. Savaşa karşı hareketin önemli bir toplumsal güce dönüşebilmesi için, çok daha üst düzeyde bir politik bilinç gereklidir. Emperyalizme karşı kitlesel mücadelenin tabanını oluşturacak bir program ve perspektife ihtiyaç var.

En büyük hata egemen seçkinlerin azmini ve ne kadar merhametsiz olabileceklerini küçümsemek olacaktır. Amerika'nın egemen sınıfı ve ordusu yenilmez değildir. Ancak kolay lokma da değildir. Yurt dışında düşmanlarına karşı yürüttüğü sayısız savaş ve ülke içinde muhalefete karşı yürüttüğü keskin mücadeleler içinde kazandığı tarihsel deneyimler, egemen seçkinleri kendi sınıf çıkarlarına meydan okuyanlara karşı umarsızca vahşet uygulamaya koşullandırmıştır. Amerikan egemen sınıfının tarihi Başsavcı John Ashcroft'un demokratik ilkeleri kabaca ihlal etmesi türünden örneklerle doludur: 1919-1920'nin Palmer Baskınları; 1937'nin Anma Günü Katliamı; 1950'lerin McCarthy döneminin cadı avları; 1960'ların sonlarında Newark, Detroit ve diğer şehirlerin azınlık mahallelerinde patlak veren başkaldırının kanlı bir şekilde bastırılması; Mayıs 1970'de Vietnam Savaşı'nı protesto eden dört Kent Eyalet Üniversitesi öğrencisinin öldürülmesi; Eylül 1971'de Attica hapishanesi mahkumlarının katliamı...en sonunda Nisan 1993'de Teksas, Waco'da kafası karışık ve siyasi olarak zararsız 80'den fazla erkek, kadın ve çocuğun yakılıp kül edilmesine kadar.

Bu tarihsel deneyimleri hatırlamak yerinde olur, çünkü savaşa karşı mücadele kendisini dünya kapitalist sistemi ve onun en kararlı kesimi olan Amerikan emperyalizminin tarihsel gelişimi hakkında detaylı ve derin bilgilere dayandırılmalıdır. Irak'a karşı savaşın en iyi şekilde anlaşılabilmesi için uzun ve karmaşık bir tarihsel sürecin doruk ve dönüm noktası olarak ele alınması gerekir. Bu savaşı başlatmasına ve sonuçlarının siyasi ve manevi sorumluluğunu kesinlikle taşımasına rağmen, Bush yönetimi tarih yapmaktan çok, kavramakta zorlanacakları güçlü nesnel süreçlerin bir aracı konumundadır. 1914'de Birinci Dünya Savaşı'nın çıkması ve 1939'da İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesi gibi 2003'de bu savaşın çıkması da dünya kapitalist sistemindeki derin çelişkilerden kaynaklanmaktadır. En geniş tarihsel bağlamda bakıldığında, bu savaşa neden olan çelişkiler ile daha önce iki dünya savaşına yol açan çelişkilerin özünde aynı olduğu görülür. Savaş bir kez daha ekonomik gelişmenin esas olarak küresel olan karakteri ile ulus devlet sisteminin anakronik karakteri arasındaki çelişkinin sonucunda ortaya çıkmaktadır.

Bush yönetimi tarafından ilan edilen hegemonik proje -ki bu en açık şekliyle Eylül 2002'de yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi dokümanında görülmektedir- dünyanın engin kaynaklarını Amerika Birleşik Devletleri'nin - ya da daha doğru bir deyişle Amerika Birleşik Devletleri'ndeki egemen seçkinlerin- denetimi altına sokmaya yönelik bir girişimdir. Mevcut kapitalist ulus devletler arasındaki, en başta petrolün bulunduğu kaynaklara erişim ve kullanım konularındaki anlaşmazlıkların en güçlü kapitalist ülke olan Amerika Birleşik Devletleri tarafından çözülmesi gerekmektedir. Bu kararlar, insanların gerçek ihtiyaçlarını gidermeye yönelik hesaplamalarla alınmak yerine, Amerika'nın denetimindeki ulus-ötesi şirketlerin en büyük hissedarlarının kâr-zarar hesaplarına göre alınmaktadır.

Irak savaşının tarihsel kökleri

Buradaki dinleyicilerden, baskın olan pragmatik Amerikan kafa yapısına ters düşen birşey yapmalarını, günümüzün sorunlarını onların tarihsel kökenlerini inceleyerek anlamaya ve onlara bu yolla çözüm bulmaya çalışmanızı istemem gerekecek. Dolayısıyla, Amerikan emperyalizminin kanlı doruğuna yaklaştığımız şu sırada onun köklerini ve gelişimini gözden geçirmek gerekiyor. Tuhaf bir şekilde ve büyük ölçüde bilinçsiz olarak, Rumsfeld de dahil olmak üzere Bush yönetiminin çok sayıdaki temsilcisi bu tarihe gönderme yaptı. Bu durum kendisini Amerika Birleşik Devletleri'nin sömürgeci arzularının olmadığının veya Irak'ın toprak ve doğal kaynaklarına yönelik olarak talancı bir amaç gütmediğinin ilanı şeklinde gösterdi. Amerika her zaman olduğu gibi, işgal ettiği ülkenin halkına özgürlük getirmeyi amaçlamaktadır.

Başka hiç bir emperyalist ülke, hem de en barbarca amaçları için, demokratik idealizm safsatasını bu kadar uzun bir süre ile ve bu denli başarılı bir şekilde kendisine kalkan yapamamıştır. Bu başarı belki de Amerika Birleşik Devletleri'nin devrimci kökenlerine dayandırılabilir. Bu ülke doğduğu andan itibaren devrolunamaz nitelikteki yaşama, özgürlük ve mutluluk arama haklarını kabul etti. Bu nimetlerin köle olarak pestili çıkan 3 milyon insan söz konusu olduğunda inkar edilmesi ülkenin kurucuları ve onların takipçileri tarafından örtbas edilmeye çalışılan bir çelişki idi. Ancak daha Amerika Birleşik Devletleri - bütün kıtayı denetimi altına alabilmek için - "Genişleme Kaderi"ni bağrına basarken, çözümlenmemiş olan kölelik sorunu ülkeyi parçaladı ve 1861'de İç Savaş'ın çıkmasına neden oldu. Abraham Lincoln önderliğinde Birliğin savunulması devrimci boyutlara ulaştı. Konfederasyon'un ekonomik temelleri yıkıldı ve değeri 4 milyar $ civarında olan kölelik mallarına el kondu.

Ancak İç Savaş sonrasında Amerika Birleşik Devletleri'nin gelişimi Lincoln'un hayal ettiğinden çok farklı bir yol izledi. Köleliğin yıkılması ve Birliğin korunması "özgürlüğün yeniden doğuşunu" sağlamadı, aksine Kuzey Amerika kıtasında sanayi kapitalizminin konsolide olmasına neden oldu. Bu kaçınılmaz ekonomik sürecin sonucu, halk için, halk tarafından kurulan, halkın hükümeti değil, yeni kapitalist plütokrasi için, kapitalist plütokrasi tarafından kurulan, kapitalist plütokrasinin hükümeti oldu. Kapitalizmin gelişmesinin ve kâr sisteminin karşı konulamaz hegemonyasının önüne çıkan her engel acımasızca yok edildi ya da bastırıldı. Yerli Amerikan toplumundan ve kültüründen geriye kalmış olanlar -bunlar toprağın ve sanayinin özel mülkiyetine dayalı bir ekonomik sistem içinde asimile olmaya karşı direniyorlardı - 30 yıl içinde darmadağın edildi. Aynı zamanda, Amerikan burjuvazisi ortaya çıkmakta olan işçi sınıfının ilk önemli mücadelelerini acımasızca bastırdı: 1877 ulusal grevi, 1880'lerde günlük çalışma saatlerinin sekiz-saate indirilmesi için verilen mücadele, 1892 Homestead Steel çelik grevi ve 1894 Pullman grevi, patlak veren bu sınıf mücadelelerinin sadece en çok bilinenleri olarak sayılabilir.

Amerikan kapitalizminin ulusal konsolidasyonu, ülke sınırlarının dışına doğru genişlemek için gerekli olan koşulları oluşturdu. 1898'deki İspanya-Amerika savaşı Amerikanın emperyalist bir güç olarak kariyerinin başlangıcını oluşturdu. Misyonunun ezilmiş halkları kurtarmak olduğunu ilan eden Amerika Birleşik Devletleri, İspanya'ya karşı elde ettiği zaferi Karayipler'de Küba ve Port Riko, Pasifik'te Filipin halkını boyunduruğu altına alarak kutladı. Pasifik takımadalarının "kurtarılması", 200.000 Filipinlinin yaşamına mal olacak şekilde, ulusal demokratik bir isyanın acımasızca bastırılmasını gerektirdi.

Amerika Birleşik Devletleri'nin ondokuzuncu yüzyılın sonlarında, bir dünya gücü olarak ortaya çıkması dünya ölçeğindeki sürecin bir parçasıydı. Sömürgeciliğin yaygınlaşması farklı siyasi ve ekonomik nedenlere dayanmasına rağmen, ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru en kuvvetli kapitalist ülkelerin, pazarların ve nüfuz alanlarının paylaşımı için amansızca sertleşen bir mücadeleye girdikleri emperyalist bir sisteme dönüştü. Bu mücadeleler aracılığıyla büyük kapitalist güçler kendilerine dünya ekonomisi üzerinde hakim bir konum sağlamaya çalışıyorlardı.

Avrupa savaşı ve Rus Devrimi

Avrupa'nın önde gelen emperyalist güçleri arasındaki keskin çelişkiler, en nihayetinde 1914 Ağustosunda savaşın patlak vermesine yol açtı. Bu savaşın altında yatan tarihi nedenleri en parlak şekilde açıklayan bir Rus Marksisti, Lev Trotskiy oldu:

"Bu savaş temelde, üretici güçlerin ulus ve devletin siyasi biçimine karşı bir baş kaldırmasıdır. Bu ulus devletin bağımsız bir ekonomik birim olarak çöktüğü anlamına gelmektedir...Bu savaşın gerçek nesnel önemi mevcut ulusal ekonomik merkezlerin yıkılması ve bunların yerine bir dünya ekonomisinin almasıdır. Ancak hükümetlerin emperyalizmin bu sorununu çözmek için önerdiği yol akılcı bir biçimde, bütün insanlığın üreticilerinin işbirliği yapması değil, fakat savaştan zaferle çıkan ve bu şekilde savaşın Büyük Gücü bir Dünya Gücüne dönüştürdüğü ülkenin kapitalist sınıfı tarafından dünya ekonomisinin sömürülmesidir."

O halde savaş, üretici güçlerin küresel gelişiminin ortaya çıkardığı sorunları, önde gelen kapitalist ülkelerin egemen sınıflarının kendi ulusal çıkarları doğrultusunda çözme yöntemidir. Bu soruna başka bir çözüm bulunabilir miydi? Evet, bulunabilirdi. Dünya ekonomisi ile ulus-devlet sistemi arasındaki çelişkinin yarattığı bu sorunlara karşı ortada sadece burjuvazinin verdiği yanıt yoktu. Aynı soruna yönelik potansiyel bir işçi sınıfı çözümü de mevcuttu -bu çözüm dünya sosyalist devrimi yoluyla bütün ulus devlet sisteminin yıkılması, küresel ekonominin ulusal bileşenlerinin uyumlu bir biçimde bütünleştirilmesiydi. Emperyalist burjuvaziyi savaşa yönelten çelişkiler, dünya işçi sınıfını da sosyalist devrime yöneltecekti.

Dünya tarihinin gelişim dinamiğini yakalayan bu olağanüstü görüş 1917 Rus Devriminin patlak vermesiyle doğrulandı.

Avrupa savaşının 1914'te patlak vermesinin ve 1917'deki Rus Devriminin, Amerika Birleşik Devletleri açısından çok derin tarihsel sonuçları olacaktı. 1914'e gelindiğinde, salt ekonomik açıdan bakıldığında Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en büyük ve üretken kapitalist ekonomisi olmasına rağmen, dünya sahnesine geç girmesi nedeniyle muhteşem Britanya İmparatorluğu'nun gölgesinde kalmaktaydı. Ancak Avrupa'yı harab edip, Britanya'nın birikmiş servetinin önemli bir kısmını kurutan Avrupa'daki katliam, Eski ve Yeni Dünya arasındaki dengeleri değiştirdi. Amerika Birleşik Devletleri 1917'de savaşa girdiğinde, bu ülkenin kapitalist güçler arasında en büyük güç olduğu kabullenilmişti. Öte yandan, tam Amerika Birleşik Devletleri'nin önde gelen dünya gücü olduğu bir anda Rusya'daki devrimin başarıya ulaşması ve Sovyetler Birliği'nin kurulması, emperyalist dünya sistemine eşi görülmemiş tarihi bir tehdit oluşturmaya başladı.

Amerika Birleşik Devletleri bu tehdite devrimci hükümeti devirmeye çalışarak yanıt verdi. Başkan Woodrow Wilson, Çar'ın eski generallerinin başını çektiği karşı-devrimci güçlerin çabalarına destek vermek için askeri güç gönderdi. Bu çabalar sonuç vermedi ve Amerika Birleşik Devletleri seferberlik güçlerini geri çekmek zorunda kaldı. Amerika Birleşik Devletleri ceza olarak Sovyet Rusya'yı diplomatik olarak tanımaktan vazgeçti (bu durum 1933 yılına kadar değişmedi) ve ülkedeki radikal ve sosyalist devrim sempatizanlarına karşı bir cadı avı başlattı.

Kısa bir yazı çerçevesinde yirminci yüzyılda dünya tarihinde yaşanan değişimleri gözden geçirmek elbette ki mümkün değil. Ancak şu genellemeyi yapmak gerekiyor: Sovyetler Birliği'nin varlığı yüzyılın geri kalan kısmında Amerikan emperyalizminin gelişiminin tepesinde kara bir bulut gibi durmaktaydı. Amerika Birleşik Devletleri, daha en büyük emperyalist güç olarak kariyerinin başladığı andan itibaren, Sovyetler Birliği'nin varlığında, temel olarak herhangi bir kapitalist rakipten farklı ve potansiyel olarak çok daha tehlikeli bir tehdit görmekteydi. Sovyetler Birliği'nin varlığı burjuva egemenliğinin ve dünya kapitalist düzeninin meşruluğunu şüphe götürür hale getiriyordu. Sovyet devleti tarafından oluşturulan bu temel tehdidin yarattığı korku, Amerikanın siyasi yaşamında anti-komünizmin oynadığı olağanüstü rolü açıklamaktadır.

Burada Sovyet devletinin çok büyük ve felaketler yaratan bir yozlaşma yaşadığını vurgulamak gerekir. Trotskiy ve Sol Muhalefetin 1923-1927 arasında siyasi olarak yenilgiye uğraması ve sonrasında Stalinist bürokrasinin diktatörlüğünün konsolide olmasıyla, Ekim Devrimi'nin üzerine oturtulduğu dünya devriminin ilkeleri, sistematik bir biçimde ve bütünüyle ihanete uğradı. SSCB'de Marksizimden geriye, devrimci düşünceyi çıkmazlara sokan ve asalak bürokratik rejimin politikalarını haklı çıkartacak verimsiz bir söylemler demetinden başka hiçbir şey kalmadı.

Ancak, Sovyetler Birliği yeryüzünün büyük bir bölümünde kapitalist mülkiyet ilişkilerine izin vermediği ve Amerika Birleşik Devletleri'nin küresel hakimiyet arzularına şu ya da bu şekilde karşı çıktığı ve herşeyden önce kapitalist olmayan bir toplum olasılığını temsil ettiği sürece, Amerika Birleşik Devletleri'nin amansız düşmanlığını üzerine çekti.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri

Amerika Birleşik Devletleri İkinci Dünya Savaşı'ın kaosundan dünya kapitalizminin yaşadığı sorunların tartışılmaz hakemi olarak ortaya çıktı. Avrupa ve Asya'daki bütün eski kapitalist rakipleri Amerika Birleşik Devletleri'nin ayaklarına kapandı. Ne İngiltere, ne de Fransa eski imparatorluklarını ayakta tutacak durumdaydılar ve Amerika Birleşik Devletleri uyguladığı politika gereğince kaynaklara ve pazarlara erişimini kısıtlayan eski emperyalist ilişkilerin ebedileştirilmesini kabul etmeyecekti. Bu ülkeler Amerika Birleşik Devletleri'nin küresel önderliğinin arkasında hizaya geçmek zorunda kaldılar.

Ancak Amerika'nın egemenlik arzuları, askeri gücünü serbestçe kullanmasına izin vermeyecek şekilde gelişen dünya olayları nedeniyle kursağında kaldı. Birincisi, Nazi Almanya'sının alt edilmesinde önemli bir rol oynamasının sonucu olarak Sovyetler Birliği bir dünya gücü olarak ortaya çıktı. İkincisi, faşizmin yenilmesi ve eski Avrupalı emperyal güçlerin zayıflaması, "üçüncü dünya" olarak adlandırılacak olan ülkelerde kitlelerin sömürgeciliğe karşı eşi görülmemiş devrimci kalkışmasıyla karşılaştı. Üçüncüsü, yirmi yıllık depresyonun ve savaşın sonrasında Amerika Birleşik Devletleri'nde ve diğer kapitalist ülkelerde işçi sınıfının yaşam standartlarının geliştirilmesi talebi, SSCB'ye ve bütün Üçüncü Dünyada kalkışma halindeki kitlelere karşı topyekûn bir savaş vermek için gerekli olan bireysel özveri seviyesine ulaşmalarına izin vermiyordu. Bunun da ötesinde, SSCB bir kez nükleer silaha sahip olduktan sonra üçüncü dünya savaşı riski, Amerikan egemen sınıfının aklı başında herhangi bir kesiminin alabileceği riskten çok daha büyüktü.

Buna rağmen, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika'nın uygulayacağı politikanın yönü çok açık değildi. Egemen seçkinlerin büyük ve güçlü kesimleri Sovyetler Birliği'ne karşı topyekûn bir savaşa girilmesinden yanaydı -yani dünya kapitalizminin tartışmasız üstünlüğünü, Amerika Birleşik Devletleri'nin önderliğinde tekrar kuracak olan "püskürtme" politikasından yanaydı. Ancak, İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomisindeki genel büyüme, Sovyetler Birliği ile bir şekilde karşılıklı uzlaşma yolu arayan kesimlerin elini güçlendirdi. Bu uzlaşmanın niteliği, Amerikalı diplomatların en önemlisi olan George F. Kennan'ın öncülük ettiği "kontrol altında tutma" politikasında ifade ediliyordu. Amerika Birleşik Devletleri SSCB ile doğrudan bir askeri çatışmaya girmekten geri duracaktı. Doğu Avrupa'da Sovyet alanının varlığına ve kendisini sürdürmesine tahammül edecekti. Ancak dünyanın geri kalanında Sovyet etkisinin yayılmasını engellemeye çalışacaktı. "Sovyet etkisi", dünyanın herhangi bir yerinde, Amerika'nın kapitalist çıkarlarını potansiyel olarak tehdit edecek herhangi bir sosyalist ya da anti-emperyalist eğilimin ortaya çıkması olarak tanımlanmıştı.

Fakat Amerika Birleşik Devletleri kontrol altında tutma politikasını nereye kadar götürebilirdi? SSCB ile ve daha sonra Çin ile bir savaş çıkarma ve nükleer çılgınlık riskinin ortaya çıkacağı noktaya kadar. Bu şekilde Kore anlaşmazlığında Amerika Birleşik Devletleri kukla Güney Kore devletine destek vermek için askeri müdahalede bulundu. Ancak General MacArthur'un gözü kara bir kararla 37. Paraleli geçip, Yalu Nehrine doğru ilerlemesi Çin'i savaşın içine çektiğinde, Truman yönetimi generalin ABD'nin Çin'e nükleer silahlarla yanıt vermesi talebini reddetti.

1950'ler ve 60'lar boyunca Amerikan egemen sınıfı içinde Sovyetler Birliği, Çin ve dolaylı olarak anti-sömürgeci ve anti-emperyalist mücadelelerle hangi ölçüde ödünleme ilişkisine girilmesi gerektiği konusunda ciddi bir mücadele vardı. Egemen seçkinler arasında her zaman için Amerika'nın önemli çıkarlarıyla çelişen ya da bu çıkarların önünde duran ülkelere karşı sınırsız askeri güç kullanımını -nükleer silahlar da dahil olmak üzere- savunan önemli bir kesim olmuştur.

Savaş sonrasında ekonomik büyüme sürdüğü sürece, Amerikan emperyalizminin strateji uzmanları "kendini tutma" politikasını önerdiler: bu deyim Vietnam'da 10 yıllık savaş sırasında 3 milyon kişinin öldürülmesi, 1953'de İran Başbakanı Musaddık'ın milliyetçi rejiminin devrilmesi, 1954'de Guatemala'da Arbenz'in devrilmesi, 1960'da Kongo'da Lumumba'nın devrilmesi ve öldürülmesi, Küba'da Kastro rejimini devirmek için yapılan sayısız girişim, 1964'de Brezilya'da Goulart hükümetinin devrilmesi, 1965'te Endonezya'da Suharto rejimini başa getiren karşı devrimci hareketin örgütlenmesi, 1967'de sağcı Yunan generallerinin baş kaldırılarının orkestrasyonu, 1973'de Şili'nin Başkanı Salvador Allende'nin devrilip öldürülmesi gibi CIA tarafından finanse edilen sayısız darbe içermektedir. Bu ılımlı politikaydı. Sert bir politikanın neler içereceğini sizlerin hayal gücüne bırakıyorum.

1960'ların sonlarında Amerika Birleşik Devletleri'nin dünya kapitalizmindeki hakim konumunun zayıflamaya başladığı yolunda işaretler artmaya başlamıştı. Avrupa ekonomilerinin yeniden inşası ve Japonya'nın ortaya çıkması Amerika'nın ekonomik üstünlüğünün istatistikî veriler bağlamında kaçınılmaz bir biçimde azalmasına yol açtı. İhracata yönelik sanayilerde Avrupa ve Asya'daki rakipleri karşısında yaşadığı göreli güç kaybının sonucunda Amerika'nın ödemeler dengesini bozuldu ve bu da dünya para birimi olarak kritik bir işlev gören dolara dayalı uluslararası mali sistemde krizlerin yaşanmaya başlamasına neden oldu. 1971'e gelindiğinde, Amerika Birleşik Devletleri savaş sonrası ekonomik yapıda mali sistemin temeli olan doların altına çevirilebilme garantisini kaldırmak zorunda kaldı. Bu, savaş sonrası ekonomik genişlemenin sonu oldu ve dünya kapitalist sisteminde uzun dönemli krizlerin başlamasına neden oldu.

Amerikan politikası herşeyiyle, hem yurt içi hem de yurt dışı politikalarıyla olsun, bu politikalar ister Demokratlar isterse Cumhuriyetçiler tarafından uygulansın, kapitalizmin bir dünya sistemi olarak karşı karşıya kaldığı artan sayıdaki çelişkiler sonucunda ortaya çıkan sorunlara ve bu sistem içinde Amerika Birleşik Devletleri'nin konumunun kötüleşmesine bir tepki olarak görüldüğü takdirde anlaşılabilir. İç politikada, egemen sınıfın uluslararası krize verdiği tepki, her türlü reformcu görüşten vazgeçerek işçi sınıfının bütün kesimlerinin yaşam standartlarına karşı saldırıya geçmek oldu. Dış politikada, Amerikan burjuvazisi tüm rakiplerine karşı artan ölçüde saldırganlaşan bir tutum takındı.

11 Eylül 2001 trajedisi ile son bulacak olan süreci başlatan 1979 Afganistan müdahalesi SSCB'yi istikrarsızlaştırmayı ve yıkıma götürmeyi amaçlıyordu. Reagan yönetiminin politikasının yönelimi bütünüyle otarşik Sovyet sisteminin biriken sorunlarını ağırlaştırmak ve askeri, siyasi ve ekonomik baskının bir bileşimi ile SSCB'yi çökertmekti.

Gorbaçov'un önderliğindeki Sovyet bürokrasisi daha önce davranıp, ABD'nin uğraşmasına gerek kalmadan ve Reagan yönetiminin şaşkın bakışları arasında, SSCB'yi tasviye ederek kapitalizmin önünü açtı.

Bu çöküşün nedenleri karmaşıktır. Ancak Sovyetler Birliği'nin yıkılışı özünde enternasyonalizmin inceden inceye hesaplanmış bir ihanete kurban gitmesinin sonucudur. SSCB'yi dünya ekonomisinin kaynaklarından koparan milliyetçi ve otarşik ekonomi politikalar bu ülkenin ayakta duramaz hale gelmesine yol açtı.

ABD Sovyetler Birliği'nin çöküşünü küresel hegemonya kurabilmek için fırsat olarak gördü. 1917'den bu yana ilk kez Amerika'nın karşısında askeri gücünü küresel amaçlarına ulaşmak üzere kullanmasına karşı duran açık bir uluslararası kısıtlama bulunmuyordu. Başkan Birinci Bush'un Sovyetler Birliği'nin yok oluşunun "yeni bir dünya düzeninin" yaratılmasına kapıyı açtığını ilan etmesinin anlamı buydu. Bu yeni düzenin tam olarak ne olacağını tanımlamamış olmasına rağmen, Amerika Birleşik Devletleri'nin SSCB'nin yok oluşunun yarattığı uluslararası siyasi boşluktan, dünyayı Amerikan kapitalizminin küresel çıkarlarına uygun olarak yeniden şekillendirmek üzere faydalanmak istediği zaman içinde daha açık hale geldi.

Bundan yaklaşık 60 yıl önce, Lev Trotskiy, Amerikan kapitalizminin dinamizminin, var olan ulusal sınırların bu ülkenin dünya ekonomisine yönelik emellerinin karşısına çıkardığı kısıtlamaları kabul etmeyecek kadar büyük olduğu uyarsını yapmıştı. "ABD kapitalizmi" diye yazıyordu Trotskiy "Almanya'yı savaş yoluna sokan sorunların aynısıyla karşı karşıya. Dünya paylaşıldı mı? O halde yeniden paylaşılmalıdır. Almanya için sorun 'Avrupa'yı düzenlemekti'. Amerika Birleşik Devletleri'nin dünyayı 'düzenlemesi' gerekiyor. Tarih insanlığı Amerikan emperyalizminin bir yanar dağ gibi patlamasıyla yüz yüze getirecektir."

Bu öngörü şimdi gerçekleşiyor. Amerikan emperyalizminin stratejisi, muazzam askeri gücünü kullanarak, Amerika Birleşik Devletleri'nin karşı gelinemez küresel hegemonyasını kurmaktan ve dünya ekonomisinin kaynaklarını bütünüyle kendi hizmetine sokmaktan oluşuyor.

Bundan sonra ne yapmalı?

Irak'a karşı saldırgan bir savaş başlatmak, dünyanın tarihsel sorunu olan üretici güçlerin küresel yapısı ile ulus-devlet sistemi arasında doğan çelişkileri emperyalizm çerçevesinde çözmeye yönelik en son ve üst düzeyde bir girişimdir. Amerika bu sorunun üstesinden, kendisini dünyanın kaderini belirleyen mutlak hakem işlevini gören -kendi aslan payını ayırdıktan sonra dünya ekonomisinin kaynaklarının nasıl tahsis edileceğine karar veren- bir süper ulus devlet haline getirerek gelmeyi öneriyor. Ancak dünya kapitalizminin temelinde yer alan çelişkilere yönelik bu türden çözümler 1914'te bütünüyle gericiydi ve geçen zaman içinde de bu durum değişmedi. Doğrusunun söylemek gerekirse, yirminci yüzyıl boyunca sırf dünya ekonomisindeki gelişmenin boyutları göz önüne alındığında, bu tür bir emperyalist proje çılgınlık mertebesine layık görülebilir. Tek bir ulus devletin egemenliğini kurmaya çalışmak, olağan üstü düzeydeki uluslararası ekonomik bütünleşme ile uyumlu değildir. Bu projenin son derece gerici olan doğası ifadesini, gerçekleştirilmesi için gereken barbarca yöntemlerde bulmaktadır.

Bütün trajedilerine rağmen yirminci yüzyıl boşa yaşanmadı. Bu yüzyıl boyunca, insanlığın uyum içinde bütünleşmesini sağlayacak nesnel koşullar oluşmuştur. Kapitalist çerçeve içersinde de olsa, ulus-ötesi şirketlerin ortaya çıkması milliyetçiliğe karşı küresel ekonomik bütünleşmenin zaferi anlamına gelmektedir. Ulus-devlet artık herhangi bir şekilde ekonomik hayatın temel birimi değildir. Üretim sürecinin tamamı uluslararası üretim sistemi temelinde sürmektedir. Bu süreci besleyen finansal mübadelenin boyutu ve hızı herhangi bir ulusal düzenleme sistemi tarafından denetlenemez.

Herhangi bir ulus devletin bu muazzam işlemi kendi egemenliği altına almaya çalışması gerici ve mantıksızdır. Bunu hepimizin çok iyi bildiği gibi bu savaşta merkezî rol oynayan petrolün peşinde koşma saikından başka bir şey daha iyi örnekleyemez. Petrol kaynakları üzerinde denetim sağlamaya çalışmak için girişilen çılgınca mücadele, bu kaynağın kısıtlı bir kaynak olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Amerika Birleşik Devletleri elde edeceği askeri zaferlerin sonucunda bütün dünyadaki petrol kaynaklarının kontrolünü eline geçirse bile, dünya ekonomisinin uzun dönemli genişlemesi için eldeki mevcut toplam enerji miktarına ekleme yapamayacaktır.

Yaşanmakta olan savaş dünya kapitalist sisteminin iflas ettiğinin bir kanıtıdır. Kapitalizm bir kez daha insanlığı uçuruma sürüklemek üzeredir. Tüm dünya bu artan yıkım ve ölüm girdabının içine çekilmektedir. Dün Rumsfeld yumruğunu İran ve Suriye'ye doğru salladı. Bugün, New York Times gazetesi Amerika Birleşik Devletleri'nin Irak'a gizli destek verenleri hoş görümeyeceğini Rusya'nın dikkatine sundu. Bundan sonra daha kaç ülke son bulmadan önce bu felaketin içine çekilecek dersiniz?

Ancak tarih hiçbir zaman çözümü olmayan sorunlar yaratmadı. Dünyanın ekonomik gelişiminin önünde duran sorunlar için sadece yağmacı emperyalist çözüm mevcut değildir. Bu küresel süreçler içinde nesnel olarak uluslararası bir toplumsal çözüm potansiyelini barındırmaktadır. Ve burada geçen ay boyunca dünyanın her köşesinde gerçekleşen kitle gösterilerinin tarihsel önemine geliyoruz. Neredeyse tamamen kendiliğinden bir şekilde, burjuva düzeninin geleneksel siyasi güçlerinden bağımsız olarak ve onlara muhalefet ederek gelişen bu gösteriler ancak ve ancak dünya kapitalist sisteminin krizine karşı ortaya çıkan enternasyonalist ve sosyalist tepkinin bir ön ifadesi olarak anlaşılabilir. Uluslararasılaştırılmış olan sadece üretici güçlerin unsurları değildir. İnsan kimliğinin bütün arkaik biçimlerinin -kabile, etnik, dini ve ulusal- nesnel önemi dramatik bir gerileme gösterdi. Dünyanın ekonomik gelişiminin temelinde yer alan süreç açık bir biçimde yeni bir uluslararası insan kimliğinin ortaya çıkışı yönünde işliyor.

Bu bağlamda bütün dünyada gençliğin savaş karşıtı gösterilerin en önünde yer alması bu değişimin başlamış olduğunun bir işaretidir.

Ancak halen bilinçsiz bir toplumsal gelişim süreci olan bu sürecin, siyasi olarak bilinçlenmiş bir hale dönüştürülmesi gerekiyor. Dünya Sosyalist Web Sitesi, Dördüncü Enternasyonal'in Uluslararası Komitesi'nin sesi olarak, kendisini bu işe adamıştır. Bu işçi sınıfının nesnel doğasına uygun bir biçimde, uluslararası ölçekte faaliyet gösteren bir siyasi harekettir. Yaptığı günlük yayın, dünyadaki gelişmelerin ortak kavrayışına dayalı, olağanüstü düzeydeki uluslararası bir işbirliğinin ürünüdür.

Dünya Sosyalist Web Sitesi gücünü yirminci yüzyıldaki muazzam devrimci stratejik tecrübelerden çıkartılmış olan derslerin sindirilmesine dayanan teorik sermayeden almaktadır.

Bu konferansı toplayarak, Dördüncü Enternasyonal'in Uluslararası Komitesi'nin ve Dünya Sosyalist Web Sitesi'nin çalışmalarının büyük çaplı bir genişleme sağlaması için gerekli olan alt yapıyı kurmaktayız.

Kitle gösterileri şu soruyu gündeme getiriyor: bundan sonra yapılmalı? Savaşa karşı mücadele sadece bir protesto gösterisinin ardından bir diğerini örgütlemekten oluşamaz.

Savaş emekçi insanların geniş kesimleri ile siyasi düzenin bütün eski partileri arasındaki uçurumu ortaya çıkardı. Bu yıpranmış örgütlerin hiç birinin halka sunacağı bir şey kalmadı. Oluşan kitle hareketi, program ve perspektife ihtiyaç duymaktadır. Bizim hareketimiz çağımızın büyük sorunlarının basit ve karmaşık olmayan cevaplarının olmadığı gerçeğinin üzerini örtmeye çalışmıyor. Sonuç olarak bizzat bu sorunların kendisi de karmaşık tarihsel sürecin bir ürünüdür. Bugün varolduğu şekliyle dünya, yirminci yüzyılda kaçan devrimci değişim fırsatlarının ve işçi sınıfının yenilgilerinin trajik deneyimleri ile şekillenmiştir. Bu tarihi olaylardan çıkan dersler, Dünya Sosyalist Web Sitesi'nde hergün yer alan güncel gelişmelere yönelik çözümlemelerinin temelini oluşturmaktadır.

Dünya Sosyalist Web Sitesi'nin etkisi hızla artıyor. Ancak herhangi bir yanlış anlamaya yer vermeyelim: hareketimizin amacı kapitalist sistemin şu yada bu veçhesini protesto etmek üzere gösteri düzenlemek değildir. Amacımız siyasi iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesidir. Son tahlilde, savaşa karşı mücadele bir protesto sorunu değildir; bu mücadele ancak işçi sınıfının iktidara gelip sosyalist toplumun temellerini yaratmasıyla başarıya ulaşabilir.

Sık sık işçi sınıfının doğası hakkında sorular soruluyor. Üretim süreçlerindeki değişiklikler, haberleşmedeki devrim, bilgi teknolojilerindeki devrim ve yepyeni sanayilerin ve emek biçimlerinin ortaya çıkması işçi sınıfının biçimi ve karakteri üzerinde çok büyük sonuçları olan etkiler yapmıştır. Aslında bugün işçi sınıfı geçen yüzyılın ortasındaki eski sanayi proletaryasına göre nüfusun daha geniş ve çeşitlenmiş kesimlerini oluşturmaktadır. Eğer işçi sınıfı tanımlamamıza yaşamını sürdürebilmesi için esas olarak aldığı haftalık ücrete bağlı olanları eklersek bu durumda Amerika Birleşik Devletleri'ndeki nüfusun büyük çoğunluğu işçi sınıfının bir parçasıdır.

Bunun da ötesinde, küreselleşmenin ve daha 30 yıl önce dünyanın neredeyse hiç gelişmemiş olan devasa kısımlarında, özellikle Asya'da, meydana gelen ekonomik değişimin etkisiyle, işçi sınıfının yeni kesimleri ortaya çıkmıştır.

Savaş dünyanın her yerinde, artan zorluklar ve gerçek ızdıraplar anlamına gelecektir. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki kapitalist toplumun birikmiş sorunlarının hiçbiri savaş temelinde çözülemez. İşçi sınıfının siyasi bilincinin devasa bir gelişim göstermesi için gerekli olan bütün koşullar oluşmaktadır. Bizim amacımız Dünya Sosyalist Web Sitesi'ni yeni bir uluslararası sosyalist hareketin düşünsel ve siyasi merkezi haline getirmektir -emperyalist savaşa, insanın sömürülmesinin bütün biçimlerine ve adaletsizliğe karşı ve toplumsal eşitlik mücadeleye girenlere ihtiyaç duydukları yönelişi, tahlili ve programı sağlamaktır.

 

Sayfanın başı

Okuyucularımız: DSWS yorumlarınızı bekliyor. Lütfen e-posta gönderin.



Telif Hakkı 1998-2017
Dünya Sosyalist Web Sitesi
Bütün hakları saklıdır